ABD Başkanı Donald Trump iktidarına kararname ve gümrük tarifeleri yağmuruyla başladı. Panama’ya ‘kanalı elinden alırım’ derken Danimarka’ya ‘Grönland’ı ben almalıyım’ diye seslendi. Hatta İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’yu ağırladığında “Gazze’nin kontrolü ABD’de olacak” dedi. Trump’ın bu sert çıkışlarının, gümrük duvarlarına sürekli bir tuğla eklemesinin arka planında ne var? Trump’ın zaman zaman atıf yaptığı Monroe Doktrini ve McKinley dönemi neden önemli? Bu dönemler ile şimdiki zaman arasında paralellik var mı? ABD’nin dünyaya sık sık parmak sallaması hegemonyasında nasıl bir aşınmaya işaret ediyor? Gazze Planı ile Türkiye ve İsrail sıkıştırılıyor mu? Trump döneminde ABD-Türkiye ilişkileri nasıl bir seyir izleyecek?
ABD’nin savunmacı stratejisini, Trump’ın aklındaki stratejiyi ve bunun nedenlerini Amerikan tarihini de gözeterek The University of North Carolina, Greensboro’da öğretim üyesi olan, tarihsel kapitalizm, eşitsizlik, toplumsal hareketler, emek ve milliyetçilik dinamiklerini küresel ve uzun tarihsel bir perspektiften inceleyen Dr. Şahan Savaş Karataşlı ile Mühdan Sağlam konuştu.
![](https://siyasihaber10.org/wp-content/uploads/2025/02/sahan-savas-karatasli.jpg)
Dr. Şahan Savaş Karataşlı-The University of North Carolina, Greensboro öğretim üyesi
Karataşlıya göre, Trump’ın Panama’dan Grönland’a uzanan yayılmacı söylemlerinin arka planında ABD’nin küresel düzeyde gerilen hegemonyasının itirafı etkili. Gümrük tarifelerini artırmasının ardında küreselleşmenin ABD üzerindeki olumsuz etkilerini frenleme çabası ve bunu bir koz olarak kullanma stratejisi etkili. Gazze çıkışıysa ABD’nin Ortadoğu’da iddiasının değiştiğini ve dünya tarihi açısından son derece önemli bir güç kaybını işaret ediyor.
Trump geçtiğimiz hafta Kanada, Meksika ve Çin’e dönük gümrük tariflerini artırdı. Bu politika, özellikle Amerikan kıtasının geçmişi dikkate alındığında komşularına dönük bu sert tutum, akıllara Monroe Doktrinini getiriyor. Bir yandan da Trump’ın sık sık atıf yaptığı McKinley dönemi var. McKinley ördüğü gümrük duvarları kadar kolonyal adımlarıyla da dikkat çekiyordu. Trump’ın Monroe Doktrini ve McKinley’e dönük seçici tarih okuması ve gümrük uygulamaları ABD ve Trump hakkında ne söylüyor?
Trump’ın Monroe Doktrini ve McKinley’e yönelik seçici tarih okuması, kendi politikalarına tarihsel bir meşruiyet kazandırma çabası olarak değerlendirilebilir. Ancak, bu atıflar içerisinde ciddi farklılıklar bulunuyor.
Başkan James Monroe, 1823’te Kongre’ye sunduğu doktrinle Avrupa’nın Amerikan kıtasındaki yayılmasını durdurmayı amaçladı. 1815 Viyana Kongresi sonrası Avrupa’da bir barış süreci başlamış, İspanya ve Portekiz’in kolonileri bağımsızlıklarını ilan etmeye başlamıştı. 1815 öncesinde Napolyon da Fransız kolonilerini yeniden kurma ve genişletme çabasındaydı. ABD, bu duruma karşı şöyle diyordu: “Bu bölgelerdeki yeni bağımsız devletlere dokunmayın, burasıyla ben ilgilenirim.”
‘Trump’ın Panama ve Grönland’a dönük söylemlerinin arka planında ABD’nin Çin karşında ivme kaybetmesi etkili’
Ancak, bu dönemde ABD’nin askeri ve donanma kapasitesi Monroe Doktrini’ni tek başına uygulayabilecek kapasitede değildi. Doktrini işler kılan perde arkasındaki asıl güç, dönemin yükselen hegemonik gücü İngiltere’ydi. İngiltere, Avrupa’daki rakip emperyalist güçlerin Amerika kıtasında etkisini artırmasını istemediği için Monroe Doktrini’ni destekledi.
Buradan Trump’a gelirsek: Trump, özellikle Panama Kanalı’ndan bahsederken Monroe Doktrini’ne atıfta bulunuyor, ancak Panama derken etkisini kırmaya çalıştığı kuvvet, bu dönemin yükselen gücü olan Çin. Monroe, o dönemin yükselen gücü (İngiltere) sayesinde hareket etmişti; Trump ise Çin’e karşı doğrudan bir güç mücadelesi içinde. Trump ve çevresinin Grönland, Panama gibi bölgelere yönelik söylemlerinin arka planında, ABD’nin Çin karşısında ivme kaybettiği gerçeği yatıyor.
‘Mckınley, İngiliz hegemonyasının krizinde; Trump ise Amerikan hegemonyasının krizinde ortaya çıktı’
Trump’ın tarihsel göndermelerinde benzer bir tezat, McKinley’e yönelik atıflarında da görülüyor. McKinley dönemi, günümüzle daha fazla benzerlik taşıyor. McKinley, İngiliz hegemonyasının krizinde; Trump ise Amerikan hegemonyasının krizinde ortaya çıktı. Her iki dönemde de gümrük tarifeleriyle korumacı eğilimler arttı ve agresif, yayılmacı bir dış politika baskınlaştı.
McKinley’in 1897-1901 arasındaki başkanlığı sırasında, korumacı ticaret politikaları ve emperyalist genişleme (Filipinler, Guam, Porto Riko, Hawaii’nin ele geçirilmesi) Amerika’nın kolonyal genişleme dönemine girmesine yol açtı. Bunu mümkün kılan şey, ABD’nin İkinci Endüstri Devrimi’ni tamamlamış bir ağır sanayi gücü olmasıydı. McKinley’in ABD’si, küresel ekonomide nüfuzunu artırmaya çalışan, yükselen bir güçtü ve İngiltere’nin krizinden faydalanarak hegemonya mücadelesine girdi.
‘Trump, ABD’nin küresel nüfuz kaybını yavaşlatmak için korumacı politikalar izliyor’
Trump ise benzer politikaları, küresel hegemonyanın gerilemekte olduğu, ABD sanayisinin güç kaybettiği ve kendi hegemonyasının zayıfladığı bir dönemde uyguluyor. Çin gibi yeni endüstriyel güçlerin yükseldiği bir ortamda, küreselleşmenin ABD’de yarattığı olumsuz etkileri frenlemek amacıyla bunu yapıyor. Bu bir saldırı stratejisi değil, savunmacı bir strateji.
Kısaca aradaki temel fark şu: McKinley atak bir stratejiyle küresel ekonomide daha fazla nüfuz kazanmaya çalışıyordu, Trump ise küresel nüfuz kaybını yavaşlatmak için korumacı politikalar izliyor. Trump’ın söylemleri aslında ABD’nin hegemonyasının sönümlenişinin bir itirafı.
‘Trump’ın güç kullanımı hegemonik olmayan bir tahakküme dayanıyor’
Gramsci’nin hegemonya kavramına göre güç yalnızca kaba kuvvete dayanmaz. Hegemonya, kaba kuvvetin rıza üretme ve liderlik kapasitesiyle birleşmesini gerektirir. Ne var ki, tıpkı Bush dönemindeki Yeni Muhafazakarlık gibi Trump’ın güç kullanımında öyle bir liderlik, rıza üretme amacı yok. Trump’ınki hegemonik olmayan bir tahakküm.
Örneğin bugün Trump’ın Kanada ve Meksika’dan iki temel talebi var: İlki ABD’de kullanımı hızla artan uyuştuculardan fentanilin engellenmesi, ikincisi de yasadışı göçün durdurulması. Normalde bir hegemonik devlet bu talepleri hayata geçirmek için komşularıyla masaya oturur, diplomatik müzakere yapar, ortak güvenlik politikası için bir alt yapı oluşturmaya çalışır. Trump ise rıza üretmeye dayalı bu yöntemi reddediyor ve görüşmeden çok ‘ben maksimum baskı uygulayacağım’ diyor. Gümrük tariflerini artıracağım, ilhak etme tehditleri savuracağım, yani zor kullanacağım diyor. Zor kullandığım için benle masaya oturmaya mecbur kalacaklar diye düşünüyor. İşte bu, bilinç altındaki ABD’nin artık hegemonik bir güç olmadığının açık bir itirafı.
‘Hegemonik güçler, sanki bir kuralmış gibi kriz dönemlerinde yayılmacı eğilimlere kapılıyor’
Öte yandan Meksika Körfezi’nin adını değiştirdi, Panama’ya kanalı geri alırım diyor. ABD tarihi parayla toprak alma, istila etme ve silah gücüyle toprağa el koymanın örnekleriyle dolu. Özellikle Grönland’ı alacağız, Gazze bizim olacak çıkışları Trump’ın “ABD’yi yeniden büyük yapmak”dan başka bir kastının da güncel bir yayılma pratiği içerdiğine işaret etmiyor mu?
Bu, daha ilginç bir soru çünkü tarihsel olarak hegemonik güçlere baktığımızda – İngiltere ve Hollanda gibi ülkelere, ya da daha önceki dönemlerde İspanya ve Portekiz gibi imparatorluklara, hepsinin bir maddi büyüme dönemi ve ardından finansal genişleme sonrası krize girdikleri bir dönemleri olduğunu görüyoruz. Kriz dönemlerinde, adeta bir kural gibi, yayılmacı eğilimleri artıyor. Sanki bu, sosyal-tarihsel bir yasa gibi işliyor. Hegemonya, rıza üretemediğinde, zor kullanarak kapıları açmaya çalışıyor.
‘Trump yayılmacı söylemleri bir pazarlık kozu olarak kullanıyor’
Dolayısıyla, bugün Trump’ın böyle yayılmacı söylemlerde bulunması şaşırtıcı değil. Siyaset sosyolojisi açısından tuhaf olan Trump’ın bugüne kadar tam tersi biçimde davranmasıydı. Zira bugüne kadar Trump kendisini sadece demokratlara karşı değil, cumhuriyetçilere karşı da konumlandırıyordu. Neo-conları, Bush’u Irak ve Afganistan işgallerinden ötürü eleştiriyordu. Kaldı ki Trump’ın seçmeninin bir kısmı da Trump’ın anti-militarist söylemine inanıyordu ve onu bu iki yozlaşmış partinin dışında bir yere koyuyorlardı. O nedenle şimdi geldiği nokta bir anlamda tarihi dikkate aldığımızda aslında normale dönme. Benim iddiam, Trump’ın bu söylemleri aynı zamanda bir pazarlık kozu olarak kullandığı. Masadan istediğini almak için gerekirse ben bunu da yaparım mesajı veriyor. Yani beni zorlamayın oturalım konuşalım diyor.
‘Küreselleşme dönemlerinin içinde benzer içe kapanmalar daha önce de yaşandı’
Trump’ın bu hamlelerinin küresel çıktıları da olacaktır. Bugün uygulanan yeni gümrük vergileri, “Dünyada yeni bir kapanma dönemi mi yaşanacak?” sorusunu getiriyor. ABD, bu hamleleriyle küresel düzeyde serbest ticareti geriletir mi yoksa ABD’nin dışında kaldığı daha bölgesel modeller mi göreceğiz?
Tarihsel kapitalizmin yüzyıllara yayılan evrimine baktığımızda, sistemin temel dinamiğinin her zaman genişlemek istemesi olduğunu görüyoruz. Meta ve malların dolaşımı uyarınca kapitalizm küreselleşme yaratan bir süreç olarak ortaya çıkıyor. Ancak küreselleşme dönemleri içinde aslında hep içe kapanma (deglobalizasyon) dediğimiz dönemler de var. Yani küreselleşme doğrusal bir ilerlemeden ziyade, döngüsel hareketleri olan bir süreç. Geçen yüzyılda 1870-1901 ve 1919-1945 dönemlerinde de içe kapanma dönemleri görüldü.
Günümüzde aslında gözden kaçan bir konu şu: 2008-2009 krizinden bu yana zaten dünya bir içe kapanma döneminde. Covid-19 ile beraber de bu derinleşti. Trump’ın içinde bulunduğu bütün bu eylemler daha da pekiştiriyor. Maalesef bu içe kapanma dönemlerinin hepsinde, savaş politikaları da artıyor.
‘Bölgesel ittifakların güçlendiği bir dönem de görebiliriz’
Yalnız bu içe kapanma süreçleri tüm dünyada aynı, yekpare bir şekilde de olmuyor. Bu dönemlerde hız kazanan bir diğer önemli gelişme bölgesel ittifakların güçlenmesi: Mesela Asya-Pasifik bölgesinde ve ötesinde, özellikle güney ülkeleri arasında, Çin öncülüğünde yeni ticari blokların oluşması gibi. Benzer bir adım diğer bloklardan da gelebilir. Yani dünya ticaretini akan bir nehir gibi düşünürsek bazı kolları yavaşlasa da bazı kollarında hızlanmalar olabiliyor.
Öte yandan, Trump’ın attığı bu adımların uzun vadeli bir planın mı yoksa kısa vadeli hesapların mı parçası olduğu önemli bir soru. Eğer bu gümrük tarifeleriyle Amerikan sanayisi güçlendirilmek isteniyorsa, bunun yalnızca tarifelerle sınırlı kalmayıp başka destekleyici önlemlerle birlikte uygulanması gerekir. McKinley döneminde bu mümkündü, çünkü o dönemde hızla büyüyen devasa bir sanayi gücü vardı. Ancak günümüzde, sanayiyi ülkeye geri çağırmak ve fabrikalar açmak için gerekli olan malzemeleri düşük maliyetle temin edebilmek şart. Yani, üretim sürecini destekleyen küresel tedarik zincirlerine erişim olmadan bu politikalar sürdürülebilir olmayabilir.
‘Abd-türkiye ilişkilerinde yakınlaşma artacak ama ortadoğu’da birbirilerini sınamaya devam edecekler’
Trump’ın seçilmesi, Türkiye iktidarı kanadında örtük bir sevinç yarattı. Türkiye ve ABD’nin özellikle Ortadoğu’da Suriye, Gazze ve İsrail gibi başlıklarda ayrışmaları da var. Bununla beraber Trump özellikle Ortadoğu’da maksimum kazanç ve az sorumluluk üstlenmek istediğini ima ediyor. Bu faktörlerin yol göstericiliğinde ABD-Türkiye ilişkileri nasıl bir seyir izler?
Trump da Erdoğan da son derece pragmatik liderler ve izledikleri sağ popülist çizgiyi kendi açılarından başarılı bir şekilde uyguluyorlar. Dahası birbirlerini tanıyorlar, anlıyorlar, nasıl anlaşacaklarını biliyorlar. İlişkilerde Biden döneminden farklı olarak bir yakınlaşma olacak elbette. Ancak burada siyaset bilimcilerin ve ekonomistlerin gündeme getirdikleri mahkum çıkmazı (prisoner’s dilemma) dedikleri durum da oluşacak. Bu iki lider birbirini tanıyor tanımasına ama ikisinin de ortak özelliği sağlarının sollarının pek de belli olmaması. Kaldı ki belli prensiplere kendilerini bağlı hissetmiyorlar. O nedenle iki taraf arasında işbirliği artsa bile birbirlerini, fırsat buldukça, özellikle Suriye ve Ortadoğu’da değişen güç dengeleri üzerinden sınamaya devam edecekler diye düşünüyorum.
‘Trump Gazze planıyla Türkiye ve İsrail’i sıkıştırıyor’
Trump’ın Gazze çıkışı pek çok kişiyi şaşırttı. Bunu bir taraftan bahsettiğimiz, ABD’nin Trump liderliğindeki yeni militarist ve yayılmacı politikanın tezahürü olduğu kadar, Trump’ın “Gazze’yi kim yeniden yapılandıracak” sorusu üzerinden, hem İsrail’i hem de Türkiye gibi Gazze’nin yeninden yapılandırma inisiyatifini almaya çalışan aktörleri sıkıştırmasının bir planı olarak görmek gerekir. Yani Trump, Ortadoğu’da yürütmek istediği minimum sorumlulukla maksimum kazanç siyaseti doğrultusunda, tüm diğer aktörlere “burayı arka bahçeniz sanmayın, buranın ne olacağına ben karar vereceğim; istiyorsanız gelin benimle konuşun” diyor.
‘Trump’ın Gazze çıkışı ABD’nin Ortadoğu’daki iddiasının değiştiğini ve güç kaybını işaret ediyor’
Aslında Trump’ın Gazze’yi almaya çalışması ABD tarihi açısından da ironik bir durum. 20. yüzyıl boyunca ABD, çevre ve yarı-çevre ülkeler ile olan emperyalist ilişkisini, doğrudan bir ilhaka ve yayılmacılığa ihtiyaç duymadan, yoğunlaşmış ekonomik ve diplomatik gücünü kullanarak kuruyordu. Savaşa girdiğinde bile asıl hedefi çoğunlukla kendi kontrolünde bir rejimi tahsis etmekti. Demek ki 21. yüzyılın ilk yarısında, artık ABD’nin bu işi taşeron ülkeler ve siyasetçiler aracılığı ile yaptırabilecek ekonomik ve diplomatik bir gücü yok, kendi işini kendisi yapmak zorunda. Bu da aslında Amerika’nın Ortadoğu’daki bütün iddiasının değiştiğini gösteriyor ve dünya tarihi açısından son derece önemli bir güç kaybını ifade ediyor.
Yarın: ABD otoriterleşiyor mu? Tekno-süper milyarderler mi işsiz kitleler mi, Trump kimi temsil ediyor? Trump’ın koalisyonunda çatlak mı var? Musk eş başkan gibi mi davranıyor? Trump süper milyarderleri neden yanında istiyor? ABD demokrasisi nasıl bir süreçten geçiyor? Süper milyarderlerin hızlı servet birikimi neden bir tehdit?