Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu (BDDK) verilerine göre, döviz cinsi ticari krediler mayıs 2025 itibarıyla 193 milyar dolara ulaşarak tarihi rekor kırmıştı. 2023 ortasında 125 milyar dolar düzeyinde olan bu krediler, iki yıl içinde yüzde 50’den fazla artarak finansal kırılganlıkların yeniden tırmandığını gösteriyordu. Her ne kadar bu rekor sonrasında döviz cinsi kredilere yeni bir düzenleme gelse de, bu eğilim sürüyor.
Döviz cinsi kredilerin hızla artması, mevcut istikrar programının çelişkilerinden birini açığa çıkardı. Ekonomi yönetiminin enflasyonu kontrol altına almak için TL’nin reel olarak değerlenmesi taahhüdünde bulunan politika çerçevesi, dövizle krediyi, yani borç dolarizasyonunu teşvik ediyor. Bu ise, TL’deki olası değersizleşme senaryosunda firmaların bilanço şokuna maruz kalma ihtimalini artırıyor.
Yakın geçmişte, 2018 krizinde özel sektörün döviz borcu büyük bir sorun yaratmıştı. Dünya Bankasının yayımladığı bir çalışma, o dönemdeki borç yeniden yapılandırmalarının bilançosunu ve sermayenin nasıl korunduğunu açık biçimde ortaya koyuyor. Bu yazıda, o çalışmanın bulgularından yola çıkarak Türkiye’nin bağımlı finansallaşma dinamiklerinin bugün yeniden nasıl üretildiğini tartışacağım.
2018 krizi, sermayeye kurtarma paketi ve rejim konsolidasyonu
2018 döviz krizi henüz patlak vermeden, şubat 2018 tarihinde dönemin Ekonomi Bakanı Mehmet Şimşek, reel sektörün döviz borcunun ciddi sorunlar yaratabileceği gerekçesiyle bu borçlara sınırlama getirmişti. Ancak bu önlemler, 2018’in ağustos ayında hızla değersizleşen TL karşısında etkili olamadı ve döviz krizi sonrasında firmaların döviz borçlarının ödenememesi ihtimali ortaya çıktı.
Döviz krizi patladığında, devletin yanıtı klasik bir kamu kurtarma paketi olmadı. Bunun yerine, ‘piyasa temelli’ bir kurtarma paketi devreye girdi: Çerçeve Anlaşmaları. 2018 sonunda Türkiye Bankalar Birliği koordinasyonunda başlatılan bu süreç, çok kreditörlü büyük şirket borçlarının yeniden yapılandırılmasını sağladı. 2019’da yapılan yasal düzenlemelerle vergi muafiyetleri ve alacak devrine izin gibi teşvikler getirildi.
Dünya Bankasına göre 2018-2021 arasında 81.2 milyar TL (yaklaşık 10 milyar dolar) borç yeniden yapılandırıldı ve 253 büyük firma bu süreçten yararlandı. Bu borçlar toplam yeniden yapılandırılmış borçların yüzde 25’ini oluşturdu. Bu müdahale, firmalar kesiminin bilanço düzeltmesini mümkün kıldı. Küçük ve orta ölçekli işletmeler sistemin dışında kaldı: 2019-2021 arasında yalnızca 33 küçük firma, toplamda sadece 53 milyon dolar borcunu yeniden yapılandırabildi.
Kısacası Çerçeve Anlaşmaları sermayeye zaman kazandıran bir mekanizma işlevi gördü. Bu düzenlemeler, siyaseten de önemliydi. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne (CHS) yeni geçilmişken yaşanan döviz krizinin firmalar kesiminden bankacılık sistemine bulaşma riski, bir IMF programını kaçınılmaz kılabilirdi. Bu ise, yeni CHS’nin konsolidasyonu için büyük bir tehdit oluşturabilirdi. Dolayısıyla bu kurtarma paketi, sadece büyük sermaye borçlarını yeniden yapılandırmadı, aynı zamanda yeni rejim için de bir nefes alma aralığı yarattı.
Borçların ertelenmesi, sistemin yeniden işlemesi için kritik bir işlev yüklendi. Ancak bu süreç, Türkiye’deki bağımlı finansallaşma rejiminin sınıfsal doğasını da bir kere daha açık hale getirmişti: 2018’deki döviz krizi sonrası devlet emeği değil sermayeyi korumak için devreye girmişti. Sermaye için güvenlik sağlayan bu model, emeğin gelir kaybını ve gelir adaletsizliklerini derinleştirdi.
2025’te döviz kredilerinde artış
2018-2021 arası dönemde uygulanan bu borç yeniden yapılanması programı sonrası, 2021-2023 arası dönemde uygulanan düşük faiz politikası ile birlikte, firmaların döviz cinsi borçlarında büyük bir gerileme görüldü. Zira TL kredi faizlerinin görülmemiş bir şekilde gerilemesi döviz kredilerini cazip olmaktan çıkarmıştı. Ancak Şimşek koordinasyonunda 2023 sonrasında uygulanmaya başlanan istikrar programı, firmalar açısından döviz kredisini yeniden cazip hale getirdi.
Dolayısıyla bugün döviz kredilerinin tarihi zirveye ulaşması, 2018’de yaşanan krizin dinamiklerinin yeniden üretildiğini gösteriyor. TL’nin reel olarak değerlenmesi kısa vadede enflasyonu frenliyor olabilir, ancak uzun vadede dövizle borçlanmayı cazip hale getirerek bağımlı finansallaşma döngüsünü yeniden üretiyor.
Döviz-faiz kıskacıyla tanımlanan bu açmaza, mevcut istikrar programının nasıl sonlandırılacağına dair bir perspektifin, yani bir ‘çıkış planının’ olmaması da eklenince, önümüzde Türkiye ekonomisinin temel sorunlarının daha da derinleşeceği bir dönemin bizi beklediğini öngörmek zor olmasa gerek.
