İsrail, 2023 sonbaharında başlattığı Filistinlilere yönelik katliamlarını, dünyanın gözünün içine baka baka yakın zamana kadar ateşli silahlarla sürdürdü. Bu dönemde, İsrail silahlı kuvvetleri, ilk kez 17 Ekim 2023 gününün gecesinde, Gazze’deki el-Ehli Baptist Hastanesi’ni doğrudan hedef alarak bombaladı. İsrail Hükümeti, uluslararası hukukun hüküm ve kurallarına göre savaş-silahlı çatışma koşullarında “güvenli” olduğu kabul edilerek, bu hastaneye yerleştirilen çoğu çocuk 500’den fazla kişiyi, hastaları, sağlık emekçilerini ve yardım gönüllülerini bilerek ve isteyerek doğrudan hedef aldı ve öldürdü. Bununla da yetinmeyerek ertesi gün, 18 Ekim’de iki hastanenin yakınlarında güdümlü top mermileri patlatarak “mesaj vermeye” devam etti.
İsrail silahlı kuvvetleri bu dönemde yine ilk kez, 3 Kasım 2023’te yaralı taşıyan ambulans konvoyunu bombaladı, doğrudan hedef alarak yaralıları ve sağlık emekçilerini öldürdü. Oysa, savaş-silahlı çatışma sırasında sağlık hizmeti sunulan birimlere saldırmak, sağlık emekçilerini ve sivilleri öldürmek yasak. Bunları yapan kişi(ler) ve devlet(ler) uluslararası hukuka göre ‘savaş suçlusu’ kabul ediliyor. İsrail Hükümeti, ilklerinin bildiğimiz tarihini paylaştığımız uluslararası hukuk kapsamındaki tanımıyla savaş suçlarını, 2023 yılından bugüne kadar işlemeye devam ediyor.
Yüz kızartıcı “yeni” silahlar
Ancak, görünen o ki İsrail Hükümeti bu katliam biçimleriyle yetinmiyor. Birleşmiş Milletler, Dünya Gıda Örgütü, Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ), Uluslararası Kızılhaç vb. uluslararası kuruluşların paylaştığı bilgiler, yeni bir vahşeti ortaya koyuyor. İsrail, bir süredir bebekleri, gebeleri, kadınları, yaşlıları, hastaları, yaralıları; ezcümle o coğrafyada özellikle Gazze’de yaşamakta olan insanları ve hayvanları susuzluğa, açlığa ve tıbbi müdahalesizliğe mahkûm ederek öldürmeye başladı.
Kısa süreli yokluğu yaşamı zorlaştıran, değişebilir olsa da bir süre sonra yokluğu ölüme neden olan su, gıda, ilaç vb. yaşam için zorunlu maddelerin yokluğu İsrail Hükümeti tarafından sistematik bir biçimde silah olarak kullanılıyor. Uluslararası yardım kuruluşlarının, bu temel ihtiyaç malzemelerini bölgeye ulaştırması kısıtlanıyor, çoğu zaman da fiilen engelleniyor. Yardım yüklü araçlar sınırda bekletiliyor. Gazze’ye girişlerine müsaade edilmiyor. İsrail Hükümeti, 21. yüzyılın birinci çeyreğinin sonunu yaşamakta olduğumuz bu günlerde bir yandan “yerleşimci sömürgecilik” uygulamasını yaygınlaştırıyor, diğer yandan katliamlarını ateşli silahların dışında “yeni araçlarla” gerçekleştirmeye çalışıyor, gerçekleştiriyor.
İsrail, ABD, Türkiye ve diğer hükümetler
İsrail Hükümeti, dünyanın gözü önünde hatta dünyanın gözüne soka soka iki yıla yakın bir süredir Filistin’de savaş suçları işlemeye devam ediyor. Tek başına, yalnız olabilmesi tabii ki mümkün değil. O nedenle, başta ABD olmak üzere emperyalist ülkelerin teşviki, koruması hatta doğrudan yardımıyla. Türkiye gibi her türlü ticarete doğrudan ve dolaylı yollardan devam edip iç politika için “esip, gürleyenleri” de saymazsak yaşananlara doğrudan ve “gerçekten” karşı çıkan ülkelerin sayısı iki elin parmakları kadar bile değil.
Filistin’de, Gazze’de yaşananlar her geçen gün insanlığımızı çürütüyor, kokuşturuyor. Ancak, nafile. Sözün bittiği yerde, uçurumun kenarında “insanlığımız”. Yaşanmakta olan katliam, uzun zamandan beri yapanlara, yaşayanlara bırakılacak, terk edilebilecek bir sorun olmanın çok ötesinde bir boyuta ulaştı. Buna karşın, henüz, sessiz çığlıkların ötesinde neredeyse örgütlü ve uluslararası düzeyde herhangi bir tutum alabilenimiz yok. DSÖ yetkilileri, bu işgal ve katliam boyunca, Mayıs 2025’e kadar, henüz beşinci doğum gününü göremeyen 4 bin 980 bebek ve çocuğun hayatını kaybettiğini, Gazze Şeridi’ndeki 36 hastaneden 34’ünün hasar gördüğünü ya da yıkıldığını, yalnızca 19’unun çok sınırlı olarak hizmet sunabildiğini açıkladı. Aynı yetkililerce, bu hastanelerde de toplam yatak sayısının en fazla 2 bin kadar olduğu bildirildi. Yanı sıra, Gazze’de “yaşamakta” olan 2 milyondan fazla insanın “yakın ölüm riski” altında olduğunu da.
Savaş hukuku
Savaş hukuku kurallarını belirlemek üzere, 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren konunun farklı boyutlarını ele alan pek çok sözleşme hazırlanmış ve ülkeler tarafından uygulanmak üzere, kabul edilmiş bulunuyor. Bu sözleşmeler genel olarak üç gruba ayrılabilir.
La Haye tipi sözleşmeler; silahlı çatışmaların sevk ve idaresi ile işgal ve tarafsızlık kurallarına ilişkin olup, askerî operasyonların yönetiminde savaşanların hak ve yükümlülüklerini belirlemesinin yanında, düşmana zarar verme yöntemlerini de sınırlandırmaktadır.
İkincisi, savaşa katılmayan veya savaş dışı kalmış askerî personel ve siviller gibi savaşa aktif olarak katılmayan kişileri korumak için oluşturulmuş olan Cenevre tipi sözleşmelerdir. Bu grup sözleşmelerle; silahlı çatışmalar nedeniyle savaş̧ esirleri, yaralı ve deniz kazazedeleri, ölüler, sağlık ve din personeli gibi savaş̧ mağdurlarıyla ilgili konular düzenlenmiştir. Birbirini tamamlayan dört ayrı metin olarak 12 Ağustos 1949 tarihinde yayımlanan Cenevre Sözleşmelerine ek olarak, 8 Haziran 1977 tarihinde yayımlanan I sayılı Uluslararası Silahlı Çatışmalarda Mağdurların Korunması Protokolü ve II sayılı Uluslararası Olmayan Silahlı Çatışmalarda Mağdurların Korunması Protokolleri de genel olarak bu sözleşmelerin bir parçası olarak kabul edilmektedir. Bu protokol ile, birçok düzenlemenin yanında, bu ortamlarda gerçekleştirilen fiillerden “ağır ihlal” olarak kabul edilenler de belirlenmiştir. Buna göre, Protokol’ün 44, 45 ve 73. maddesi ile korunan kişilere karşı yahut bu protokol ile korunan hasım tarafın yaralı, hasta ve kazazedelerine karşı yahut bu Protokol ile korunan ve hasım tarafın kontrolü altında bulunan sağlık ya da din alanında çalışanlara, sağlık ünitelerine ya da sağlıkla ilgili ulaşıma (nakletmeye) karşı işlendiği takdirde söz konusu fiiller “ağır ihlal” olarak kabul edilmektedir.
Savaş hukuku sözleşme gruplarının üçüncüsü ise New York tipi sözleşmeler olarak adlandırılan karışık tip sözleşmelerdir. Bunlar, Birleşmiş Milletler Antlaşması ve Birleşmiş Milletler Teşkilatı kapsamında kabul edilen sözleşmelerdir.
İnsanlığa karşı işlenen suç
ABD ve batılı ülke hükümetlerinin desteğiyle Filistin halkına karşı ağır ihlalleri dur durak bilmeyen İsrail Hükümeti’nin yaptıklarıyla Filistin halkına soykırım uygulamak niyetinde olduklarını dahi ifade etmek maalesef mümkün hale geldi. Son olarak, İkinci Dünya Savaşı’ndan çıkartılan derslerle geliştirilip somutlaşan ve doğrudan tarafı oldukları uluslararası hukuk kapsamında var olan sözleşmeleri ihlal etmek bir yana, adeta “yok sayarak” birlikte savaş suçu işliyorlar. İsrail Hükümeti’nin doğrudan hedef alarak öldürmek için yaptığı saldırılarda sıra hekimlere kadar geldi. Sağlık hizmetlerini aksatabilmek için hekimleri evlerinde öldürmeye yönelik olarak güdümlü mermilerle saldırılar da başlatıldı. Filistin Sağlık Bakanlığı tarafından yapılan açıklamada, geçtiğimiz günlerde Gazze Şeridi’nin güneyindeki Han Yunus şehrindeki Nasır Hastanesi’nde çalışan Filistinli kadın hekimin evine düzenlenen saldırıda dokuz çocuğu ve eşinin öldürüldüğü bildirildi.
İki yıla yakın süre içinde Filistinlilere yaşatılanları tanımlamada “savaş suçu” yetersiz kalıyor. Tabii ki en ince ayrıntısıyla planlanarak gerçekleştirilen bu katliam amaçlı saldırıları ve sonuçlarını yalnızca hukuk alanında tanımlamak ve değerlendirmek de yeterli değil. İsrail Hükümeti tarafından işlenen bu suçların her biri “insanlığa karşı işlenmiş suçlar” olarak da kabul edilmeli ve anılmalıdır.
Yanı sıra, insanlığımızı öldürmeyi hedeflediklerini görerek tutum alınması da gerekiyor. Dünya halkları hükümetlerden, devletlerden bağımsız olarak kararlı ve ısrarlı bir biçimde “dur” diyebilmelidir. Aksi takdirde, yüz binlerce yılda var olan “insanlığımızı” yitireceğiz. Ve “yeni insanlığın” normu ‘insan onuru ve yaşam hakkı’ başta olmak üzere, tüm değerleri yok sayarak yeniden oluşturulacak.
Elbette, henüz her şey bitmiş değil. Ancak bir an kadar da yakın. Yaşatılanlara birlikte karşı çıkış birinci önceliğimiz olamazsa ve başlatılmış eylemlilikler yaygınlaştırılıp büyütülemezse maalesef geç, çok geç olacak. Bu suça sessizliğimizle, eylemsizliğimizle de olsa ortak olmamalıyız. Filistin’den başlayarak, Türkiye’de, Ortadoğu’da ve bütün dünyada barışın tesisine katkı sunabilmeliyiz. Barışı tesis edebilmeliyiz. Edebilmeliyiz ki “büyük insanlık” bu defa da 21. yüzyılın haydutlaşan devletlerine, hükümetlerine ve patronlarına rağmen kazanabilmeli…