Irkçılığın tarihi erken modern döneme kadar uzanmaktadır. Ancak Aydınlanma, ilahi düzeni sarsıp insan eşitliğini ortaya attığında biyolojik farklılığın zehirli ideolojisi dünyaya gelir.
CHRISTIAN GEULEN’in 29 Ekim 2023’te Zeit Online’da yayınlana yazısı Meriç Gök tarafından Almanca’dan çevirildi.
Muhtemelen başka hiçbir ideoloji, Batı modernitesinin kendini kavrayışına ırkçılık kadar derinden işlememiştir. Bu tez, aynı zamanda önemli bir sınırlamaya da işaret etmektedir: ırkçılığı bir ideoloji olarak anlamaktadır. Dolayısıyla söz konusu olan bireysel ya da kolektif bir düşmanlık deneyimi olarak ırkçılık değildir. Irkçılık gerçeğinin bu yönü, en iyi şekilde bu tür deneyimleri günlük olarak yaşayanlar tarafından araştırılıp anlatılabilir.
Irkçılık, Batı modernitesinin ve onun tarihinin ayrılmaz bir parçasıdır. O, modern kazanımlarımızın karanlık bir yüzüdür; ancak bu kazanımların büyük ötekisi değildir: Güya her zaman var olmuş olan ve her yerde olan demokrasi, özgürlük ve modern toplumun ötekisi değildir. Aksine onlarla birlikte ortaya çıkmıştır. Irkçılık, modernitenin gelişmelerine uyum sağlamış ve her zaman modern dünyaya kendisini dayatıp geçerli kılan ve onu şekillendiren bir anlayış olarak kalmıştır. Modern ırkçılığın bu yönü, güncel tartışmalarımızda genellikle unutulmakta, göz ardı edilmekte ya da basitçe inkâr edilmektedir.
Irkçılık ve modernite arasındaki tarihsel bağlantı, Aydınlanma Çağı’nda modernitenin oluşumundan, 19. yüzyılın sonlarındaki yüksek emperyalizm ve Nasyonal Sosyalizm üzerinden günümüze kadar ayrıntılı olarak betimlenebilir. Her dört safhada da ırkçılığın işlevi, koşullara göre değişmiş, ancak sonuçları hep aynı kalmıştır: Kolektif imha fantezilerine ve caniyane şiddete varıncaya kadar dışlama, ayrımcılık ve düşmanlık.
Irkçı eylemin, onlar olmadan yapamayacağı nedensel ve meşrulaştırıcı düşünce biçimleri, yüz yıllar boyunca değişti. Çünkü ırkçılık, durumsal öfkeyi veya kendiliğinden kızgınlığı ifade etmez. Bütün bir insan grubunu düşman ve tüm kötülüklerin nedeni olarak nitelendiren kişi, hisle hareket etmez, fakat bir dünya görüşünü yeniden üretir. Ve bu dünya görüşünün bir geçmişi vardır.
18. yüzyılda, önce Aydınlanma ve ardından Kuzey Amerika ve Fransa’daki ilk burjuva devrimleri yeni, modern değerleri ve özgürlük, eşitlik ve insanlık onuru istemlerini formüle ettiğinde, “ırk” kavramı ve ırkçı bir uygulama, neredeyse üç yüzyıldan beri zaten mevcuttu. 15. yüzyılda İspanya’nın Hıristiyanlar tarafından “yeniden fethi” (‘Reconquista’) sırasında Mağribîlerin ve Yahudilerin sınır dışı edilmesi veya zorla din değiştirmesi, 16. yüzyılda Orta ve Güney Amerika’nın gelişmiş kültürlerinin Avrupalı fatihler tarafından neredeyse tamamen yok edilmesi, 17. yüzyılda sınıfların, mesleki ve dini grupların özelliklerinin kalıtsal “ırk” özellikleriyle yeniden belirlenmesi ve son olarak 16. ve 18. yüzyıllar arasında milyonlarca insanın Afrika’dan zorla sınır dışı edilmesi ve köleleştirilmesi –Avrupalı ve Hıristiyan olmayan insanlara yönelik, bugün ırkçılık diyebileceğimiz şey, erken modern dönemde günlük siyasi yaşamın bir parçasıydı.
Ancak bu uygulamaların haklı görülmesinin, daha sonra çok büyük bir rol oynayacak olan biyoloji ile, “ırkların değeri” gibi bir bilgi veya paranoyayla hâlâ pek bir ilgisi yoktu. Avrupa Hıristiyan kültürünün bütün diğer kültürlere üstünlüğü ve bundan kaynaklanan zulmetme hakkı, belirlenmiş, Tanrı’nın emrettiği, bunun ötesinde bir gerekçelendirmeye ihtiyaç olmayan bir dünya düzeninin temel direği sayılıyordu.
Bu ilahi düzen Avrupa’da sorgulandığında, doğal hukuk insanın yaratılıştaki rolünü yeniden tanımladığında ve Aydınlanma, insanın kendiliğinden sahip olduğu temel hak ve değerlerini ortaya koymaya başladığında bu durum değişti. Bu yeni, aydınlanmış evrenselcilik, hem dünyanın dört bir yanındaki insanların bariz farklılıklarını açıklamayı hem de Avrupalı olmayan halkların çoktandır yerleşmiş ve Avrupalılar için son derece kârlı sömürü biçimlerini yeniden gerekçelendirmeyi gerekli kıldı. Bilhassa “kalkınma” ve “ilerleme” kavramları bunun için dolaşıma sokuldu. Bunlar, her ikisini de garanti ediyorlardı: Avrupa dışındaki insanların evrensel insanlığın bir parçası olarak tanınmasını ve Avrupa kültürünün hâkimiyetinin, üstünlüğünün ve liderlik iddiasının meşrulaştırılmasını. Dolayısıyla Avrupa, ilerlemenin ve insani gelişmenin zirvesini temsil ederken, dünyanın geri kalan bölgeleri farklı, ama her zaman daha düşük düzeydeki gelişim ve ilerleme seviyelerinden oluşan bir sisteme yerleştirildi. Atfedilen gelişme düzeyi, sözde gözlemlenebilir “kültür” ve “medenilik”in yanı sıra ilgili halkların uzun süredir Avrupa’nın tahakkümüne ve sömürüsüne ne ölçüde maruz kaldığına da karşılık geliyordu.
Evrenselcilik iddiası olan modern bir ideoloji
Modernitenin başlangıcında geliştirilen evrensel ama her zaman hiyerarşik “ırk” modellerin neredeyse tümünde siyah Afrikalıların en alt basamakta bulunmasının nedeni budur. Bunda onların yüzyıllardır sistematik olarak köleleştirilmiş olmaları olgusu, sözümona kültür eksikliğinden daha belirleyiciydi. Aydınlanma’nın gerçek değerleriyle büyük ölçüde çelişen bu uygulamayı, yalnızca onların, evrensel “insan değeri” skalasındaki en alt sıradaki yerlerini haklı çıkarabilirdi.
Gerçi tarihin ilerleyen akışında Aydınlanma’nın eşitlik iddiasının, köleliğin ve köle ticaretinin 19. yüzyılın ortalarına kadar büyük ölçüde dışlanmasında önemli katkısı oldu. Ancak bu, ırkçılığın –bu amaçla icat edilmiş bir doğa ve dünya düzenindeki kökenlerine atıfta bulunarak belirli insan gruplarının dışlanmasının bir gerekçesi olarak– tam da geleneksel dünya görüşlerinin kırılganlaştığı ve zulüm gerçekliğinin, tüm insanların eşitlik ve özgürlüğünü öngören yeni, modern istemlerle uzlaştırılması gerektiği bir anda ortaya çıktığı gerçeğini değiştirmez. Bu, evrenselcilik iddiası olan modern bir ideoloji olarak ırkçılığın doğuşuydu. O zamandan beri ırkçı dışlama, hayali ve teorik olarak tasarlanmış, ancak her zaman evrensel olarak tasarlanmış bir doğal düzene işaret etmektedir.
19. yüzyılın ortalarına kadar bu doğa düzeninin statik olduğu düşünülüyordu; değişmesi büyük ölçüde imkânsızdı. Ancak en geç Charles Darwin’in evrim kuramıyla birlikte bu istikrar bozuldu. Doğa ve onunla birlikte yaşam formlarının ve “ırkların” özellikleri, birden sürekli bir değişime tabi görünmeye başladı. Doğa, halkların politik-sosyal bir hiyerarşisinin doğrulanması için ideolojik bir folyo olmaya artık uygun değildi. Irkçılık bundan böyle kendisini sözde “ebedi ırksal farklılıklara” dayandıramazdı.
“Irkların” birbirlerine karşı mücadelede kendilerini kanıtlamaları gerektiği düşüncesi, şimdi daha da önem kazanıyordu. Buna göre sonunda kimin üstün “ırk” olacağı ilk baştan belli değildi; bu, ancak evrensel bir rekabette ortaya çıkabilirdi. Irkçılık tam da burada paranoyak ve canice bir hal almıştır. Irkçılık tam da burada paranoyak ve canice bir biçim almıştır. Eşzamanlı olarak emperyalizmin sloganı – “ya dünya gücü ya da çöküş” – yalnızca Avrupalı-Batılı devletlerin sömürge politikaları için değil, aynı zamanda biyolojik “ırklar” olarak algılanan kendi halkları için de geçerliydi. Biyopolitik temel inanışa göre, sadece kendisini “ırksal açıdan saf” tutan, yabancı “ırklardan” kurtulan, onlarla savaşan ve onları yok eden ulusun hayatta kalma ve üstünlüğünü kanıtlama şansı vardı.
Bu yeni, evrim teorisine dayalı ırkçılığın örtük tehdit senaryoları, sömürgeleştirilen ülkelerde kitlesel ırkçı şiddeti ve Avrupa-Batı toplumlarında Yahudiliğe ve diğer azınlıklara karşı ırkçı bir düşmanlığı kışkırttı. Bu yeni, kendini kanıtlama-ırkçılığı Nazi devleti tarafından da benimsendi. Fakat bu, ideolojik olarak “ırk politikası”nı tek bir ana düşman, Yahudilik üzerinde yoğunlaştırdı.
Nasyonal Sosyalizmin ırkçı antisemitizminde Yahudilik, diğerlerinin yanında bir halktan ve belirli bir kültürden, mutlak bir “karşı-ırk”a, “Ari ulusal topluluğu” olarak arzulanan şeyin karşı kutbuna dönüştürüldü. Özellikle 1933’ten sonra pek çok Alman’ın Yahudilerde, kendi “ırksal” kendini gerçekleştirmesinin önünde duran bu karşı ilkenin sadece temsilcilerini görmesi uzun sürmedi. Böylece dışlama ve ardından imha politikası ilerledikçe Yahudiliğin gerçek veya ona atfedilen kültürel özellikleri giderek daha az rol oynuyordu.
Sözümona yok olmaya mahkûm bir halk olarak Yahudiler önce bürokratik olarak taciz edilebildiler, ardından sürülebildiler ve sonunda da endüstriyel olarak öldürülebildiler. Bu ırkçılık sadece ateşli bir nefret üretmekle kalmadı, aynı zamanda şiddet ve acıya empati duymadan tahammül eden faillerin körelmesine de yol açtı. Aynı zamanda, ırkçılık ideolojisi burada da, neredeyse istenildiği gibi manipüle edilebileceğini ve en korkunç sonuçlarla birlikte genel çıkarlara uyarlanabileceğini de kanıtlıyordu.
Günümüzün ırkçılığı “doğa” ve “ırk” gibi kavramlara ihtiyaç duymuyor
Holokost modern zamanlarda ırkçı şiddetin bu güne kadar aşılamamış zirvesi olmaya devam ediyor. Ancak ırkçılık ideolojisi, 1945’ten sonraki yıllarda BM tarafından resmi olarak yasaklanmış olmasına rağmen bugün hâlâ varlığını sürdürüyor. Günümüzde bir kez daha değişmiş ve yeni koşullara bir kez daha uyum sağlamıştır. Çünkü bugün ırkçılık, önceki tarihinin aksine “ırk” kavramına ihtiyaç duymadan varlığını sürdürüyor.
Soğuk Savaş’ın sonuna kadar bu kavram, hem günlük hayatta hem de bazı ırkçı sosyal sistemlerde varlığını sürdürmüştür: örneğin Güney Afrika apartheid rejiminde, Hindistan veya Cezayir’deki şiddetli anti-kolonyal bağımsızlık çatışmalarında ve ayrıca ABD’nin güney eyaletlerinin azınlıkları dışlayan ayrımcılık sisteminde. Ancak, bu düzen sistemlerinin ve 1989’dan sonra iki kutuplu dünya düzeninin dağılmasıyla birlikte, “ırk” anlayışı giderek modası geçmiş, totaliter, faşist, emperyal ve genel olarak demokratik olmayan rejimlerin bir icadı olarak görülmeye başlandı.
İngilizcede race hâlâ sınıf ya da cinsiyet gibi bir sosyal farklılık kategorisi olarak anlaşılmaktadır, ancak burada da bu kavram ideolojikleştirilebildiği için baskı altındadır. Avrupa’nın geri kalanında ve özellikle Almanya’da “ırk” bu arada siyasi kullanımdan tamamen kaybolup gitti; bu kavram artık günlük yaşamda da neredeyse hiç kullanılmıyor.
Bugün biz de (Almanya) ırk ayrımcılığını yasaklayan paragraflar da dâhil olmak üzere, eyalet yasalarından ve federal yasalardan bunu çıkarmanın eşiğindeyiz. Bu kavramın kendisi artık gerçek bir kötülük, bilimsel olarak modası geçmiş ve karanlık bir geçmişin kalıntısı olarak görülüyor. Bu tür kavram silmeleri hakkında ne düşünülürse düşünülsün, bunlar ideoloji olarak ırkçılığın devam etmesini engelleyememiştir. Zira bu arada ırkçılığın “ırk” kavramı olmadan da yapılabileceği anlaşılmıştır. Bu onun son dönüşümü ve adaptasyonudur.
Irk kavramının ortadan kalkmasıyla birlikte, insan eyleminin dışında kalan ve ırkçılığın dayanabileceği hayali bir doğal düzen kavramı da ortadan kalktı. Sonuç şu ki, bugün ırkçılık, ırkçı davranışın kendisinin “doğal” bir etmen olduğunu ilan ediyor. 19. yüzyılın sonlarında zaten kendisinin bir parçası olan, fakat o zamanlar doğa modelleri sayesinde meşrulaştırılan paranoyak tehdit senaryolarına, beka kaygılarına ve saplantılı aktivizmlere odaklanıyor. Bugün topluluk oluşturma etkileriyle bağlantılı olan hemen hemen her şey “doğa” için kullanılabilmektedir: kültür, vatan, kimlik, din, gelenek veya kendi kaderini tayin hakkı.
Günümüzün ırkçı mantığında tüm bunlar, tehditlerden korunmalı, yıkıcı unsurlardan arındırılmalı ve yabancılaşmadan korunmalıdır. Özün güvence altına alınması, onun hissedilir ve yaşanabilir halde tutulması söz konusudur. Aşırı sağcı, sağ popülist, yabancı düşmanı ve ırkçı parti, grup ve hareketleri bir arada tutan slogan budur: artık savunulması gereken doğanın düzeni değil, toplumun sözde düzenidir. Çok fazla yabancı gelirse, çok fazla şey değişirse, yönetim artık insanları dinlemezse, bildiğimiz ve alıştığımız hayat tehlikeye girer: ulus, halk, toplum kendini yabancılaşmaya ve çarpıtmaya karşı savunmalıdır –kendi gücüyle ve “aşağıdan”; çünkü söz konusu olan türümüzün bekâsı sorunudur.
Irkçılığın biyolojik boyutu yerini sosyal, kültürel ve siyasi boyuta, daha doğrusu biyopolitik boyuta bırakmıştır. Çünkü ırkçılığın özünde hâlâ “hayatta kalma mücadelesi” fikri yatmaktadır ve bu nedenle bugün de dışlama, düşmanlık ve şiddetin radikal biçimlerini üretmeye devam etmektedir.
Irkçılığın geleceğini öngörmek kolay değildir. Görüldüğü gibi, bugün onun kendini ideolojik temellendirmesi18. yüzyılda, sömürgecilik veya Nasyonal Sosyalizmde olduğundan farklı işlemektedir. Öte yandan belirli gruplara yönelik düşmanlık gibi önemli unsurları da varlığını bugüne kadar sürdürmüştür. Sağ popülizmin yükselişi ve bazı Avrupa ve Batı devletlerinin otokratik demokrasilere dönüşmesi, ırkçılığın giderek daha fazla kabul edilebilir hale gelmesinden korkulmasına yol açmaktadır.
Bu ideolojinin dönüşüm ve uyum sağlama kabiliyetine kör kalan genel ırkçılık tanımları, teorileri ve modelleri, güncel tartışmada pek yardımcı olamayacak gibi görünüyor. Irkçılığın, modernitenin büyük ötekisi değil, aksine onun bir parçası olduğu anlayışına dayanarak, onun bu kendisini dönüştürebilme yeteneği, düşünsel ilginin merkezinde bulunmalıdır.