SEÇTİKLERİMİZ – Dr. Mustafa Peköz’ün Yeni Özgür Politika’daki yazısı: Halep yenilgisi ve Astana görüşmeleri
Radikal İslamcı örgütlerin Halep’i terk etmesinden sonra Suriye’de politik gelişmeler beklenilenden hızlı bir sürece doğru eviriliyor. Rusya, ele geçirdiği mutlak üstünlüğü çok daha yoğun olarak kullanmak ve süreci kendi politik planlarına göre örgütlemek istiyor. Suriye’de uygulamaya konulan ateşkes sürecinin Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde karara dönüştürülmesi Rusya bakımından önemli bir "politik-diplomatik zafer" olarak değerlendirildi. Uluslararası ilişkiler bakımından Suriye savaşının mutlak galibi Rusya’dır. Bölgesel güç ilişkilerinde ise İran çok belirgin olarak ön plana çıkıyor. Suriye savaşının mağluplarını ise bölgesel ilişkiler bakımından Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar olarak değerlendirmek yanlış olmayacaktır. Halep’te alınan yengi, özellikle Türkiye’nin bölgesel stratejik yenilgisi olarak tanımlamak mümkün. Bölgesel politikası bütünüyle çöken Ankara, askeri ve politik yenilginin faturasını çok daha fazla ödememek için yeni manevralara yöneldi. ABD ve AB ile olan ilişkilerinin tarihin en kötü dönemine rastlaması nedeniyle Rusya’nın yanında görünerek kaybeden ülke konumundan çıkma çabası çok daha fazla ön plana çıktı. Bu bakımdan Erdoğan-Putin ya da Lavrov-Çavuşoğlu görüşmelerinin merkezinde Moskova’da alınan ve uygulanması gereken kararların diplomatik bir dille Türkiye’ye bildirilmesi vardır. Yansıtıldığı gibi ikili görüşmelere dayanan ortak kararlar söz konusu değildir. Türkiye’nin sürece dâhil edilmesinin tek bir koşulu vardı: Ankara’nın Moskova’nın talimatlarına zorunlu olarak uyması ve buna uygun adım atmasıdır.
Suriye’de uygulanmaya çalışılan ateşkes, 20 Aralık 2016 tarihinde, Rusya-İran-Türkiye arasında imzalanan "Moskova Bildirisi" ruhuna uygun olarak başlatılan sürecin bir halkası. Ancak inisiyatif Moskova-Tahran ikilisinde olup Türkiye sadece yardımcı oyuncu konumunda. Garantörlük göreviyle de sahada bulunan tüm radikal İslamcı örgütlerin sürece dahil edilmesi sorumluluğunun AKP iktidarına verildiği anlaşılıyor. Türkiye'nin artık Moskova’nın askeri ve politik taktik hamlelerine uyumlu bir çizgi izlemek dışında bir şansı olmadığı çok açıktır. Astana’da da Türkiye farklı bir politik yönelim içinde olmayacak tersine Rusya’nın belirlediği hatta ilerleyecektir. Astana toplantısında IŞİD ve El Nusra’ya yönelik askeri operasyonlar bir kez daha teyit edilecek ve saldırı sürecine girilecektir. Moskova, Esad rejimiyle ateşkes yapan silahlı grupların El Nusra ve IŞİD ile yürütülecek savaşta görevlendirmeyi gündeme getirecektir. Garantörlük yetkisinin boş olmadığını Ankara’ya hatırlatıp özellikle İdlip savaşına aktif olarak dahil edebilme planı yapacaktır. Türkiye’nin pozisyonu bundan sonra çok daha karmaşıklaşacaktır. Düne kadar terörist görmediği askeri ve politik destek verdiği Nusra’ya sınırları kapatıp savaşacak mı? Yoksa Moskova anlaşmasına rağmen sınırlarına açarak kucaklayacak mı?
Moskova anlaşmayla Ankara’yı aynı zamanda Esad yönetimiyle de muhatap kılmış oldu. Ankara yönetim merkezi bundan sonra sahada ortaya çıkacak sorunları doğrudan Esad yönetimi ile görüşerek çözecektir. Artık "Katil Esad" diye bağırma dönemi sona eriyor, ittifak yapacağı Esad dönemi başlıyor.
Suriye’deki ateşkesin politik arka planında ne olduğunu analiz edebilmek için ise birkaç noktaya dikkat çekmekte yarar var: Halep savaşı İslamcı örgütler için stratejik bir yenilgidir ve sahadaki inisiyatiflerini çok önemli oranda kaybettiler. Böylelikle ciddi bir şansları kalmayan örgütlere "yeni" bir fırsat sunma olarak yansıtılan ateşkesin özü, radikal İslamcı örgütlerin herhangi bir alternatiflerinin bulunmadığına ikna edilmesi ve Suriye genelinde teslim olmaya zorlanmasıdır. Oluşan askeri ve politik dezavantajlara rağmen geniş bir alanı kontrol eden ve daha uzun süre direnebilecek olan İslamcı örgütleri içte bölmektir. Ateşkese katılma konusunda kendi içlerinde ayrışmaya başlayan radikal İslamcı örgütler arasında iç çatışma başlamış durumda. Sahada gelen haberlere bakıldığında özellikle 16 bin savaşçısı olan ve Türkiye’nin aktif olarak desteklediği Ahrar’uş Şam gibi örgütler arasındaki ayrışma tahmin edilenden çok daha hızlı gelişiyor/yayılıyor. Bu durum örgütlerin askeri gücünün parçalanmasına, bölgede kısmen var olan toplumsal dinamiklerinin hızla zayıflamasına ve bölge ülkeleri tarafından verilen politik desteğin kesilmesine nesnel bir zemin hazırlamaktadır.
Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi tarafından terörist görülen IŞİD, Nusra ve bunları destekleyen gruplar ateşkes sürecinin dışında tutulması, savaşın sona ermeyeceğini tersine çok daha merkezileşerek devam edeceğini gösteriyor. Rakka ve El Bab savaşının merkezinde IŞİD bulunurken, İdlip savaşının merkezinde Nusra ile bölünen Feylak el Şam, Ahrar’uş Şam gibi diğer İslamcı örgütler bulunuyor.
Kazakistan’ın başkenti Astana’da bu ay içinde yapılması planlanan Suriye görüşmelerine kimlerin katılacağı sorusu da gündemi meşgul ediyor. Davet edilen birinci grup, Türkiye’nin desteklenip yönlendirmeye çalıştığı ve sahada ciddiye alınır askeri ve politik etkisi olmayan ve Ankara ile Riyad koridorlarında dolaşan ağırlıklı eski Baas rejimi bürokratlarından oluşan Suriye Ulusal Konseyi (SUK) ve Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) gibi örgütlerdir. Özellikle sahada aktif olan ve halen önemli bölgeleri kontrol eden silahlı İslamcı örgütlerin ateşkes sürecine dahil edilmesi de ikinci hedef. Bu grupların "muhalif" olarak kabul edilmesinin ön koşulu ise Şam yönetimine karşı silahlı savaşı durdurmanın çok ötesinde silahlı güçlerini tasfiye etme kararı alıp, Esad rejimine teslim olmayı ve buna paralel olarak af edilmesi gereken gruplardır. Bu taktik yönelim aynı zamanda sahada savaşan ancak bölünmüş İslami örgütler olarak Şam ile masaya oturmayı kabul edenlerin Astana’ya davet edilmesidir. Esad rejimi ile silahlı İslamcı örgütler arasındaki ateşkes sürecinin başarılı olmasının en önemli yanı bu güçlerin sürece dâhil edilmesidir. Üçüncü grup ise IŞİD ve El Nusra ile savaştıkları için ateşkes sürecinin dışında tutulanlardır. Bu ise esasen negatif değil pozitif bir durumu ifade ediyor. Bu duruma uygun olan belki de tek güç YPG’dir. Suriye stratejisi bütünüyle iflas eden ve politik olarak çok belirgin bir yenilgi alan Türkiye, PYD ve YPG politikasını Moskova’ya kabul ettiremedi, böyle bir şansı da bulunmuyor. Moskova bildirinin sekizinci maddesinde IŞİD ve El Nusra dışında kalan ‘diğer silahlı muhalif örgütlerin, politik çözüm sürecinin muhatapları’ olacağına vurgu yapıyor. Burada kastedilen örgütlerden en önemlisi YPG’dir. Rusya ve ABD başta olmak üzere BMGK, YPG’yi terörist bir örgüt olarak görmüyor. Her iki ülke YPG/YPJ ile ittifak yapıyorlar ve askeri destek sunuyorlar. PYD’nin Suriye’deki dengeleri belirlemede etkin ve yerleşik olan tek sosyal-politik güç olduğu herkes tarafından kabul görüyor. Türkiye, içte PYD’yi terörist görme propagandasına yönelirken, Rusya ile yapılan görüşmelerde PYD’ye dair herhangi bir tartışma veya karar gündeme gelmiyor. Rojava Özerk Yönetimi'nin büro açmasına izin veren Moskova, Türkiye’nin üçlü bildiriye ‘PYD terörist gruplar listesine alma’ ricasını çok açık bir dille reddetti. Ankara, BMGK’nin kararlarına uyumlu olan Nusra ve IŞİD’i terörist gören Moskova bildirisini onaylarken, PYD için bunu başaramıyor.
PYD, Suriye’de savaşı kazanan iki güçten biridir. Suriye’nin iç politik sürecinin şekillenmesinde masaya oturacak iki güç var: Esad ve PYD. Radikal İslamcı örgütler yenilen güçler olarak masada olacaklardır ama yenilenlerin ciddiye alınır bir sözleri de olmayacaktır. Astana toplantısı, Esad ile yenilgiyi kabul eden İslamcı örgütlerin masaya oturtulmasını hedefliyor. PYD’nin kazanan bir güç olarak Astana görüşmelerine dâhil olmak istemesi politik olarak anlamsızdır. Ateşkes kararı vermek ayrı, politik süreci şekillendirmek ayrıdır. PYD, Suriye geleceğini belirleyen güç olarak çok daha etkin bir rol üstleneceği açıktır. PYD, uluslararası güçlerle yaptığı görüşmelerde kendi politik pozisyonunu netleştirmelidir. Suriye’nin geleceğini belirleyecek olan Anayasa tartışmalarında yer almak, kendi tezlerini hazırlamak, Astana toplantısında bin kat daha önemli ve gerçekçidir. PYD bölgenin asli gücü olarak, askeri ve politik stratejisini daha kapsamlı uygular ve hâkimiyet alanını çok daha fazla geliştirir ve korursa, önemli avantajlar elde edecektir. Suriye merkezli rekabette ve savaşta Ortadoğu stratejinde başarılı olmak isteyen güç, PYD’ye çok daha fazla ihtiyaç duyacaktır. Esad rejimi bugün kazansa da kalıcı olması oldukça zordur. PYD kendi bölgesel alanında kalıcıdır ve küresel güçler bu nedenle PYD çok daha fazla dikkate almak zorunda kalacaklardır. Süreci doğru okuyan PYD, çok yönlü kazanan güç olacaktır. Bu bakımdan El Bab, nasıl ki Şam ve Esad için stratejik öneme sahipse, Qamişlo için de öyle olmalıdır. Coğrafik alan hâkimiyetinin Rakka’ya doğru genişletilmesi önemli bir avantaj sağlar ama Kobanê-Afrin hattının kontrolü bütün dengeleri değiştirecek stratejik hamledir. Bu bakımdan Astana toplantısına takılmadan stratejik yönelimlere dikkat etmek çok daha önemlidir. Stratejik yönelim Rakka’dan çok Kobanê-Afrin hattı olmalıdır.