Hakan Tosun, İstanbul’un kalabalık bir sokağında motosikletli saldırganlar tarafından dövülerek öldürüldü. Tosun yalnızca bir gazeteci değil, aynı zamanda doğa hakları savunucusuydu; beton projelerine, ekolojik yıkıma ve rant düzenine karşı haberler yapıyordu. Bu nedenle onun ölümü tesadüf değil, politiktir. Ancak burada politik olanı tarif ederken yalnızca sermayenin çıkarlarına bakmak yetmez; bu cinayet aynı zamanda fosil faşizminin Türkiye’deki tezahürüdür.
Bu durumu anlamak için Türkiye’de ekoloji hareketlerinde hangi kavramların öne çıkarıldığına ve hangilerinden kaçınıldığına bakmak gerekiyor. Son yıllarda literatürde en sık kullanılan kavramlardan biri “ekstraktivizm” oldu. Madenlerin, enerji projelerinin ve mega inşaatların doğa ve toplum üzerindeki yıkıcı etkilerini açıklamak için işlevsel görüldü. Ancak çoğunlukla faşizmle ilişkilendirilmedi. Oysa bu projeleri şiddet ve otoriterlikle tahkim eden rejimi adlandırmak için başka bir kavram gerekiyor. İşte fosil faşizmi, ekstraktivizmin yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda siyasal bir şiddet rejimi olduğunu açığa çıkarıyor.
Fosil Faşizmi: Sermaye ve şiddet İttifakı
Andreas Malm ve Zetkin Kolektifi’nin Beyaz Deri, Siyah Petrol: Fosil Faşizminin Tehdidi Üzerine (2021) kitabında kavramsallaştırdığı biçimiyle fosil faşizmi, fosil yakıtlara dayalı sermaye birikimi ile günümüz faşist siyasetlerinin iç içe geçtiği yapıdır. Petrol, kömür, doğal gaz, beton ve mega inşaat yalnızca ekonomik kalkınma araçları değil; aynı zamanda aşırı sağcı iktidarların meşruiyetini pekiştiren ve toplumu disipline eden mekanizmalardır. Yazarlar, “tam da emisyonların hızla azaltılması gereken bir dönemde devlet aygıtlarının iklim inkârcısı partiler ve beyaz tenli profesyonel başkanlar tarafından ele geçirilmesine” dikkat çeker.
Faşist iktidarların doğayı fethedilecek bir alan olarak kurgulaması iki savaş arası dönemde de görülüyordu. Mussolini bataklıkları kurutmayı ulusal yeniden doğuşun sembolü haline getirirken, Nazi Almanyası otobanları ırksal kudretin göstergesi olarak sunuyordu. Doğa, hem ulusun gücünün vitrini hem de işçi sınıfının rejime entegre edilmesinin sembolik bir aracıydı. Bugün de benzer bir mantık işliyor. Kanal İstanbul, kömürlü termik santraller, madenler, barajlar ve otoyollar yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda siyasal projeler. Bunlar hem faşist iktidarların kendi tabanını oluşturan sermaye kesimlerine kaynak aktardığı, hem de halktan “ulusal gurur” devşirmeye çalıştığı araçlar olarak işlev görüyor.
Ancak günümüz faşizminde belirleyici bir fark ortaya çıkıyor. Klasik faşizm, bir eksik tüketim krizi olan 1929 buhranına tepki olarak şekillenmişti; geç faşizm ise sermayenin değerlenme kriziyle açığa çıkan 2008 sonrasına verilen bir yanıttır. Bu nedenle doğanın yıkımı doğrudan sermaye birikiminin motoru haline gelmiştir. Başka bir deyişle, klasik faşizmde “nihai fetih” ütopyası varken; geç faşizmde yıkım bir birikim mekanizması olarak öne çıkar. Fosil faşizmi de bu mantığın enerji rejimini ve ekolojik boyutunu temsil eder.
Fosil faşizminin şiddeti
Fosil faşizmi yalnızca doğayı değil, doğa savunucularını da hedef alıyor. Bu şiddetin Türkiye’de sayısız örneği var: Metin Lokumcu, 2011’de Hopa’da HES protestosunda polisin attığı gaz sonucu yaşamını yitirdi. Cerattepe’de maden direnişi binlerce jandarmayla bastırıldı.* Kazdağları ve İkizdere’de köylüler şiddet ve gözaltılarla susturuldu. Şirket çıkarları devletin zor aygıtlarıyla birleşti; gazeteciler ve köylüler “milli kalkınmaya karşı” ilan edilerek şiddete açık hale getirildi. Hakan Tosun da tam bu nedenle öldürüldü.
Bu tablo yalnızca Türkiye’ye özgü değil. Honduras’ta Berta Cáceres hidroelektrik barajına karşı çıktığı için 2016’da öldürüldü. Brezilya’da Dom Phillips ve Bruno Pereira, 2022’de Amazon’daki yasa dışı madenciliği araştırırken katledildiler. Filipinler’de çevre aktivistleri dünyanın en çok öldürülen toplumsal kesimlerinden biri haline geldi. Kolombiya ve Meksika’da yerli halklar topraklarını savundukları için paramiliter cinayetlerle susturuluyor. Bu ölümlerin neredeyse tamamı fosil ve madencilik projelerine karşı çıkan insanlardı. Bu tablo bize fosil faşizminin yalnızca ekolojik değil, aynı zamanda siyasal bir mesele olduğunu gösteriyor.
Tam da bu noktada Beyaz Deri, Siyah Petrol ‘ün en sarsıcı tespitlerinden biri, fosil sermayesi ile ırkçılığın iç içeliğidir. Aşırı sağ, iklim krizini inkâr ederken göçmen karşıtlığını merkezine alıyor. İklim göçleri “ulusal güvenliğe tehdit” ilan ediliyor; sınırlar “ekolojinin en iyi müttefiki” gibi sunuluyor. Bu mantık, fosil yakıtı “ulusal rezerv” olarak kutsarken; güneş ve rüzgâr gibi yenilenebilir kaynakları “ulusun kontrol edemeyeceği, sınır aşan akışlar” olarak değersizleştiriyor. Fosil enerji böylece yalnızca bir kaynak değil, ulusal üstünlüğün sembolü haline geliyor.
Yazarların ifadesiyle, “aşırı sağın iklim inkârı, fosil sermayesine işlerini olağan şekilde sürdürmesi için ideolojik bir sis perdesi sunuyor.” Bu sis perdesinin ardında ise Hakan Tosun’un ölümü gibi vakalar fosil faşizminin çıplak yüzünü açığa çıkarıyor. Dolayısıyla bu cinayet bize şunu hatırlatıyor: Onun izini taşıyacak iklim adaleti mücadelesi, yalnızca “ekstraktivizme” değil, bizzat faşizme karşı verilen mücadelenin ayrılmaz bir parçasıdır.
SH’nin notu: Antalya’nın Finike ilçesinde taş ve mermer ocaklarına karşı çevre halkının da desteğiyle mücadele eden Ali Ulvi Büyüknohutçu ve eşi Aysin Büyüknohutçu’nun 9 Mayıs 2017’de; keza Artvin‘in Borçka–Hopa ilçeleri sınırında ormanlık alana giren Yapısoy Beton’a ait projeye ve ağaç kesimine karşı çıkanlardan Reşit Kibar’ın 3 Eylül 2024 silahla vurulup öldürülmesi de fosil faşizminin önceki cinayetleri arasındadır.