19 Mart direnişinin kıvılcımını yakan gençlere
Geçtiğimiz günlerde Ekrem İmamoğlu’nun diplomasının iptal edilmesi ve gözaltına alınmasıyla başlayan süreç üniversite gençliğinin kararlı isyanıyla karşılaşınca kendimizi beklenmedik bir toplumsal direniş dalgasının içinde bulduk. Bu süreçte “faşizm” sözcüğü de daha fazla duyulur oldu. Öyle ki, daha yakın zamana kadar “normalleşme”den söz eden Özgür Özel bile Saraçhane konuşmalarından birinde “faşizme karşı meydan okuma” ifadesini kullandı. Öte yandan bu kritik eşikte dahi siyasal rejimi tanımlarken faşizm kavramını kullanmaktan kaçınan, onun yerine “sivil darbe”, “rekabetçi otoriterlik”, “neoliberal otoriter devlet”, “saray rejimi” gibi bir dizi kavramı kullanmaya devam eden sol kesimler de var. Günümüzde yaşanan otoriterleşme sürecini tartışırken faşizm kavramından kaçma halinin Türkiye soluna özgü olduğu da söylenemez. Kapitalist devletlerin otoriter dönüşümüne dair teorik tartışmalar 11 Eylül 2001 sonrasında yeniden canlandığında ve 2008 krizinin ardından bu tartışmalar derinleştiğinde, faşizm kavramı dünya solunun tartışmalarında da pek öne çıkmamıştı. Yaşanan dönüşümü açıklamak için “kalıcı olağanüstü hal”, “neoliberal otoriterlik”, “sağ popülizm” gibi bir dizi kavram kullanıldı. Ancak 2016’da ABD’de Trump’ın iktidara gelmesi, birçok ülkede aşırı sağın yükselişi/iktidara gelişi ve emperyalist savaşların tırmanışıyla birlikte, faşizmin iki savaş arası döneme özgü tarihsel bir durum olduğu tezine karşılık faşizmin güncelliğini koruduğuna dair argümanlar yeniden canlandı. İsrail’in Gazze saldırısı ve Trump’ın ikinci kez iktidara gelişi ise bu argümanları daha da öne çıkardı.
Peki günümüze özgü otoriterleşme sürecini tartışırken faşizm kavramını kullanma konusunda süregiden tereddüt nasıl açıklanabilir? Alberto Toscano’ya göre bu durum, tarihsel analojilerle düşünme alışkanlığından, başka bir deyişle, şu anda yaşadıklarımız ile klasik faşizm arasında paralellikler kurma çabasından kaynaklanır.[1] Bu çaba, iki iddia arasında hızlı bir kutuplaşmaya yol açar: Bazı benzerliklere bakarak klasik faşizmin geri geldiği sonucuna varmak ya da bazı farklılıklara bakarak yaşadığımız durumun faşizmle ilgisi olmadığına karar vermek. Oysa günümüz faşizmi klasik faşizm ile hem benzerlikler hem farklılıklar içerir. Buradaki yöntemsel sorun, iki savaş arası dönemde ortaya çıkan faşist rejimler, hareketler ve ideolojilerle ilgili bir dizi unsurun seçilerek bir kontrol listesi (checklist) oluşturulması ve bu liste üzerinden genel bir faşizm tanımı yapılmasıdır. Böyle bir yaklaşım tarih-dışı olduğu gibi, faşizme aslında hiç içermediği yekpare bir tutarlılık atfeder.
Analojik düşünceden kopuş için bir kavram: Geç faşizm
O halde günümüz faşizmini analojik düşüncenin kısıtlılıklarını aşarak nasıl kavrayabiliriz? Bunun ilk adımı, faşizmi tarihsel bağlamı içinde ele almaktır. Bu noktada Toscano günümüz faşizmini daha önceki biçimlerinden ayırt etmek üzere ‘geç faşizm’ kavramını önerir: ‘Geç faşizm’, “geç kapitalizm’ veya ‘geç Marksizm’ gibi, faşizmin, ekonomik ve sosyal bağlamına bağlı olarak değişkenlik gösterdiğini ima eder. Toscano’ya göre faşizmin erken ve geç biçimleri arasındaki sürekliliği anlamak için ise iki savaş arası Avrupa’sına değil, ırksal kapitalizmin “longue durée”sine (uzun dönemli etkilerine) bakmak gerekir. Hem klasik faşizmi, hem de günümüz faşizmini besleyen uygulamalar ve ideolojiler, yerleşimci sömürgeciliğin, köle sahipliğinin ve Avrupa içi ırksal kapitalizmin (veya içsel sömürgeciliğin) ‘hukuk dışı ırkları’ mülksüzleştirmesi ve sömürmesiyle önceden hazırlanmış ve öngörülmüştür. Dolayısıyla ‘geç’ faşizm, kapitalist dünya sisteminin emperyalist konsolidasyonuna eşlik eden ‘faşizm öncesi faşizmler’ olmadan anlaşılamaz.
Bu nedenle Toscano günümüz faşizmini anlamak için Komünist Enternasyonal’deki analizler ya da Soğuk Savaş yıllarına özgü totalitarizm tartışmalarına değil 1970’li yıllarda ABD’de siyahi Marksistlerin yaptığı faşizm tartışmalarına dönmeyi daha anlamlı bulur. O dönemde beyaz entelektüeller Amerikan devletini liberal demokratik olarak tanımlarken Angela Y. Davis ve George Jackson gibi siyahi Marksistlerin aynı devleti faşist olarak tanımlamasından yola çıkarak, faşizmin belirli bir dönemde aynı ülkede farklı ırk, cinsiyet ve cinsellik eksenlerinde farklı şekillerde uygulandığını, deneyimlendiğini ve adlandırıldığını vurgular. ‘Tahakkümün farklılaşmış deneyimi’ olarak tanımladığı bu durumu açıklamak üzere Ernst Fraenkel’in Nazi Almanyası için kullandığı ‘ikili devlet’[2] kavramına döner. Devletin kendi koyduğu normlara uyduğu ‘norm devleti’ ile hukuku devre dışı bırakarak kararları keyfi bir biçimde aldığı ‘önlem devleti’nin bir arada var olduğu bir işleyişi tanımlayan ‘ikili devlet’ kavramına referansla ‘ırksal ikili devlet’ (racial dual state) kavramını geliştirir. Siyahi Marksistlerin yazılarında ABD’nin ‘ırksal ikili devleti’nin en belirgin biçimde işlediği alan olarak ise yargı ve cezaevlerine dikkat çektiklerini hatırlatır. Bu kavrayış, günümüz faşizminin ayırt edici özelliklerini anlamak için onu sürekli olarak klasik faşizm ile karşılaştırmak yerine faşizmin asıl tarihsel kaynağını oluşturan ırksal kapitalizmin farklı ülkelerde aldığı yeni biçimlere odaklanmamızı sağlar.
Neo-faşizm, post-faşizm, yeni faşizm ve geç faşizm
Bu noktada bir parantez açarak günümüz faşizmini tartışırken sıkça kullanılan neo-faşizm, post-faşizm, yeni faşizm ve geç faşizm kavramlarının literatürde nasıl ortaya çıktığını ele almak uygun olacaktır. ‘Neo-faşizm’ kavramı daha çok II. Dünya Savaşı’ndan sonra klasik faşist hareketlerin ilhamıyla aynı yapıyı sürdüren ve anti-komünist niteliği ağır basan siyasal hareketleri; ‘post-faşizm’ kavramı ise 1990’larda Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra anti-komünizmin geri plana düşmesiyle birlikte daha çok göçmen karşıtlığı, kentlilik, kendini yüksek Avrupa kültürünün parçası olarak görme gibi motiflerle hareket eden, biyolojik ırkçılıktan çok kültürel ırkçılığı öne çıkaran eklektik siyasal hareketleri tanımlamak üzere ortaya çıkmıştır.[3] Enzo Traverso, post-faşizm kavramını günümüz popülist faşizminin, kitle mobilizasyonunu ve elitlerin ortak desteğini kullanan klasik faşizmden farklılaşmasını vurgulamak için kullanır.[4] Yeni faşizm kavramı ise daha çok 1960’larda ve 70’lerde ABD ve Avrupa’da kullanılmış, Herbert Marcuse ve Angela Davis gibi yazarlar o dönemin faşizmini ‘sosyalist dönüşümü önleyici karşı-devrim’ olarak tanımlamıştır. Dolayısıyla bu üç kavramın da literatürde belirli bir tarihsel arka planı vardır ve günümüz faşizmini tartışırken kendine özgü bağlamlarının dışına çıkarılarak gelişigüzel bir biçimde kullanılmaları kavram kargaşasına yol açabilir.
Bu kavramlar arasında en sorunlu olan ise “post-faşizm”dir, çünkü süreklilikten çok kopuşu ima eder. Günümüz kapitalizminden söz ederken erken dönem kapitalizmi ile farklılıklarına rağmen temel işleyiş mekanizmasındaki süreklilik nedeniyle ‘post-kapitalizm’ değil ‘kapitalizm’ ya da ‘geç kapitalizm’ diyorsak, yine günümüz emperyalizmini tartışırken “post-emperyalizm” kavramını kullanmak yerine emperyalizmin aldığı yeni biçimlerden söz ediyorsak, aynı mantık faşizm için de geçerlidir. Zira günümüz savaşlarının aldığı yeni biçimleri anlamak için de kapitalizm, emperyalizm ve faşizmin aldığı özgün biçimler arasındaki içsel ilişkiye bakmak gerekir; kapitalizm, emperyalizm ve “post-faşizm” arasında ise böyle bir kavramsal bir ilişki kurulamaz. Bu noktada Toscano’nun önerdiği ‘geç faşizm’ kavramı, tarihsel olarak ırksal kapitalizmden kaynaklanan faşizmin günümüzde aldığı özgün biçimi tartışmayı olanaklı kılar.
Geç faşizm, kapitalizm ve emperyalizm arasındaki iç bağlantılar
Günümüz faşizmini analojik düşünüşün sınırlarını aşarak kavramanın bir diğer adımı da faşizmi kapitalist krizlere verilen özgün bir yanıt olarak çözümlemektir. Bu noktada William I. Robinson’ın çalışmaları ön açıcıdır. Robinson’a göre klasik faşizm 1929 krizine bir yanıt iken, geç faşizm 2008 krizine verilen bir yanıttır.[5] Klasik faşizm, sermayenin uluslararasılaşmasının görece erken bir evresinde ortaya çıkmıştır ve gerici siyasal iktidarların kendi ulusal sermayeleri ile ittifakına dayanmıştır. Geç faşizm ise sermayenin uluslararasılaşma sürecinin geç bir evresine özgüdür ve gerici siyasi iktidarların ‘küresel polis devleti’ eşliğinde ulusötesi sermaye ile ittifakını temel alır. Bu yeni konjonktürde ulus devletler savaş üretimini ulusötesi sermayeye ihale ederek birikim için sürekli yeni fırsatlar yaratmaya çalışmaktadır. Robinson bu durumu tanımlamak üzere “askerileştirilmiş birikim” kavramını kullanır. Klasik faşizmden farklı olarak, bu dönemin savaşları, pazarlar paylaşıldığında sona eren devletler arasındaki karşılıklı çatışmalar etrafında dönmez. Bunun yerine devletler, devlet dışı aktörlerle (paralı askerler, vekil gruplar, mafya ve paramiliter güçler gibi) işbirliği içinde sınırsız şiddete başvurmaktadır.
Robinson’un geç faşizmi klasik faşizmden ayırt ederken sermayenin uluslararasılaşmasının yeni evresine vurgu yapması oldukça önemlidir. Bununla birlikte, geç faşizmin ‘gerici siyasi iktidarların ulusötesi sermaye ile ittifakı’ ve ‘küresel bir polis devletinin’ ortaya çıkışı üzerine kurulduğuna dair argümanı tartışmalıdır. Bu bakış açısı, geç faşizmin yalnızca ulusötesi sermaye için değil, aynı zamanda ulus devletlerde içselleştirilmiş başka sermaye kesimleri için de yeni birikim olanakları sunduğunu gözden kaçırmaktadır.[6] Dolayısıyla, otoriter devletlerin farklı sermaye kesimleri arasındaki çatışmaları yönetirken geçirdiği dönüşümü ele almaz. Dahası, ‘küresel polis devleti’ kavramı devletin özünü aşırı basitleştirme riski taşır. Geç faşizm, uluslararasılaşmanın ileri bir aşamasında sermayenin yeniden üretim krizine verilen bir yanıttır. Bu ileri aşamada ulus devletler, uluslararası birikimi yönetirken, emperyalizmin çelişkilerini her ülkenin kendi sınıf çatışmalarına içselleştirir. Böylelikle zor yoluyla yeni birikim alanlarının yaratılması sürecinde emperyalizm ve savaş otoriter devletlerin iç işleri haline gelir. Bu dinamikler devletlerin ideolojik ve zor aygıtlarında kendini gösterir ve emperyalizmle eklemlenme tarzlarına bağlı olarak farklı biçimler alır. Otoriter devletlerin geç faşist bir biçime evrilmesi, sermayenin uluslararasılaşmasının çelişkilerini nasıl ele aldıklarına göre değişen olumsal bir durumdur. Örneğin Türkiye’de devletin son dönemde Ortadoğu’da, özellikle de Suriye’nin kuzeyinde Kürt karşıtlığı üzerinden alt-emperyal bir rol benimseme çabalarının zor aygıtlarına yansıması, uluslararası çetelerle işbirliği yapan yeni bir askeri-sınai-istihbarat kompleksinin yükselişi biçiminde olmuştur. Bu süreçte savunma sanayii, Robinson’ın iddiasının aksine ulusötesi sermayeye değil AKP yanlısı sermaye gruplarına kaynak aktarma mekanizması olarak işlev görmüştür. Savunma sanayii, sermaye birikim sürecinin tabanını büyük şirketlerden AKP yanlısı taşeronlara ve sektördeki küçük ve orta ölçekli işletmelere kadar genişletmektedir.[7] Son dönemde İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırıları sürerken savaşın Lübnan’a, İran’a ve Suriye’ye doğru genişlemesi, bu denklemde kimi rota değişikliklerine yol açabilir. Önemli olan bu dinamiklerin, Türkiye’de devletin kendine özgü geç faşizm biçimi, emperyalizmle eklemlenme modeli ve ırksal kapitalizm geçmişi arasındaki karmaşık bağlantının altını çizmesidir. Bu da bizi faşizmin sadece tarihsel değil ulusal bağlama göre de değiştiği argümanına götürür.
Anolojik düşünüşten kopuşun diğer boyutu: Ulusal özgünlükler
Faşizm hakkında analojilerle düşünmenin bir biçimi şu anda yaşadıklarımız ile klasik faşizm arasında paralellikler kurmaya çalışmaksa, bir diğer biçimi de bir ülke faşizmi ile başka bir ülkenin faşizmi arasında paralellikler aramaktır. Bu noktada Aijaz Ahmad’ın uyarıları çok önemlidir. Ahmad’a göre, her faşizm kendine özgü bir ulusal biçim alır, bu nedenle bir ülke faşizminin başka bir ülkenin faşizmiyle hangi ortalıkları taşıdığından çok, örgütlü biçim aldığı ülkenin kendine özgü tarihine ve siyasetine uygun olarak yaptığı yeni hamlelere dikkat etmek gerekir.[8] Faşizm, ancak belirli konjonktürlerde ve bazı derin yapılarda kök saldığında başarılı olur. Bu nedenle, faşizmin işlev gördüğü toplumsal yapıların, ideolojik yoğunlukların, kurumların tarihine bakmak gerekir, ki bunlar genellikle her ülkede ulus-devlet kuruluş sürecinde ortaya çıkar. Örneğin Türkiye’de geç faşizmin kaynakları arasında üç tarihsel moment öne çıkar. Bunlardan ilki, 1920’lerde Kemalist rejim kurulurken Türk-Sünni kesimler karşısında Kürt, Alevi, Ermeni, vb. kesimlerin dışlanmasıdır. Bu kesimler arasında Kürtler, iç sömürgeleştirme çerçevesinde dilsel ve bölgesel farklılıklarla karakterize edilen ulusal bir grup olarak özgün bir statüye sahiptir. Alberto Toscano’nun geç faşizmin tarihsel temeli olarak ırksal kapitalizmin ya da iç sömürgeciliğin uzun vadeli etkilerine yaptığı vurgu bu yönü kavramak için önemlidir. İkinci kritik moment İkinci Dünya Savaşı sonrasında NATO ve ABD’nin komünizme karşı Türkiye gibi ülkelerde devreye soktuğu Gladio Operasyonu çerçevesinde devlet içinde oluşturulan kontrgerilla yapılanmalarıdır. Bu türden yapılanmaların mirası Soğuk Savaş sonrası dönemde de çeşitli biçimlerde devam etmiş ve Türkiye’deki geç faşizme, sadece önleyici değil isyan bastırıcı özellikler kazandırmıştır. Üçüncü moment ise 12 Eylül 1980 darbesiyle birlikte emekçilerin ve solun örgütlü gücünün kırılması ve Türk-İslam sentezinin resmî ideoloji haline getirilmesidir. Geç faşizm, bu üç tarihsel momenti de içermekte ve siyasal İslamcılık etrafında yeniden biçimlendirmektedir. Burada önemli olan nokta, geç faşizmin Türkiye’deki bu özgün biçimlenişini ele alırken ona yön veren tarihsel unsurların tümünü dikkate almak ve her birinin geç faşizmde aldığı yeni biçimi kavramaktır. Türkiye’de geç faşizmin aldığı biçimin bir başka özgünlüğü de başka ülkelerde iktidara geldiğinde bir siyasal rejim değişikliğine yol açmayan; daha çok ideoloji ve siyasal parti/hareket boyutlarıyla var olan geç faşizmin, Türkiye’de özellikle 2015’den itibaren devlet aygıtında da köklü dönüşümlere yol açması nedeniyle bir siyasal rejim olarak var olmasıdır.
Siyasal bir rejim olarak geç faşizm
Peki siyasal bir rejim olarak geç faşizmi analojik düşünüşten kaçınarak nasıl kavrayabiliriz? Bu soruyu yanıtlarken Poulantzas’ın devlet kuramına, özellikle de Faşizm ve Diktatörlük (1970) kitabında kullandığı kavramsal çerçeveye dönmek önemlidir, ancak bu çerçeveyi teorik ve tarihsel bir revizyondan geçirmeye ihtiyaç vardır. İlk olarak, klasik faşizm gibi, geç faşizm de çelişkili bir süreç olarak gelişmektedir. Ancak bir süreç olarak geç faşizm, Poulantzas’ın ‘tümüyle faşist’ bir devletin kurulmasıyla sonuçlanan dört aşamalı faşistleşme betimlemesine uymamaktadır. Poulantzas klasik faşizmin gelişim sürecinde dört aşamadan söz eder: Sürecin başlangıcından “dönüşsüzlük” noktasına kadar olan dönem, dönüşsüzlük noktasından faşizmin iktidara gelişine kadar olan dönem, faşizmin iktidarda ilk dönemi, ve faşizmin stabilizasyonu dönemi. Klasik faşizmin gelişimine damgasını vuran bu dönemleştirme geç faşizme aktarılamaz. Dahası, Poulantzas’ın teorisindeki ‘geri dönüşü olmayan nokta’ kavramı hem epistemolojik hem de tarihsel açıdan zorluklar barındırmaktadır. Kapitalist devlet biçimleri arasındaki herhangi bir geçişte, bir önceki devlet biçimine bütünüyle geri dönmek zaten olanaksızdır. Değişim çeşitli yönlerde ortaya çıkabilir ve bu da geç faşizmi, öngörülen bir son noktası olan doğrusal ve önceden belirlenmiş bir dönüşümden ziyade çelişkili bir süreç ve çeşitli aktörler arasında bir mücadele alanı olarak görmenin önemini vurgular.
İkinci olarak, Poulantzas, burjuva demokrasisi ile faşizm arasında sadece derece farkı gören Komintern tezlerini eleştirir ve burjuva demokrasinin kendi içinde faşizmin tohumlarını taşıdığını, ancak faşizmin bu tohumların filizlenmesiyle ortaya çıkan doğrusal bir süreç olmadığını savunur. Kapitalist devletin olağan ve olağanüstü biçimlerini birbirinden ayırır ve faşizm gibi olağanüstü devlet biçimlerinin siyasal bir kriz sonrasında ortaya çıktığını ve hegemonyanın yeniden örgütlenmesi için ideolojik ve zor aygıtları arasındaki ilişkide köklü bir dönüşüm gerektirdiğini öne sürer. Bununla birlikte, burjuva demokrasisi ile faşizm arasındaki ilişkiyi normal/patolojik ayrımı üzerinden analiz eden yaklaşımlardan da uzak durur. Ancak, Poulantzas’ın ‘olağanüstü devlet’ kavramını kullanımı ile bu argüman arasında bir gerilim vardır; çünkü bu kavram, faşizmin normdan bir sapma olduğunu ima eder. Bu gerilim, geç faşizme olağan/olağanüstü devlet biçimi dikotomisinin uygulanmasından önce hem terminoloji hem de kavramsallaştırma açısından kapsamlı bir teorik yeniden değerlendirmeyi gerektirir. Bunun için öncelikle faşist rejim unsurlarını burjuva demokrasisi içinde kriz anında filizlenmeyi bekleyen pasif ‘tohumlar’ olarak betimleyen yaklaşımdan uzaklaşmak elzemdir. Zira, ırksal ikili devlet gibi olgularda görüldüğü üzere, bu unsurlar belirli toplumsal kesimlere karşı aktif olarak kullanılır. Bu nedenle, burjuva demokratik ve faşist devlet biçimleri arasında hem süreklilik hem de kopuş vardır. Türkiye bağlamında, faşist rejim unsurlarının yıllarca sistematik olarak Kürtlere karşı kullanıldığı göz önüne alındığında, geç faşizm bu unsurların toplumun daha geniş kesimlerine yayılmasıyla karakterize edilir. Bu nedenle “tohum” metaforu yerine farklı dönemlerde farklı kesimlere karşı harekete geçirilen (örneğin günümüzde özellikle LGBTİ+ bireylere yönelen) “faşist rejim unsurları”ndan söz etmek daha anlamlıdır.[9]
Neoliberal otoriter devlet, klasik faşizm ve geç faşizm
Geç faşizmi siyasal bir rejim olarak kavramsallaştırırken neoliberal otoriter devlet ve klasik faşizm ile ortaklık ve farklılıklarını ortaya koymak gereklidir. Neoliberal otoriter devlet, emek karşıtı ekonomi politikalarının toplumun geniş kesimlerinin direnciyle karşılaşmaksızın uygulanmasını sağlamak üzere siyasal alanın daraltılması ve yürütmenin yasama karşısında güçlenmesi ile karakterize edilir.[10] Türkiye’de 1980’lerin başında ortaya çıkmış, AKP’nin iktidara gelişinden sonra daha da güçlenmiştir. 7 Haziran 2015 seçimlerinden bu yana ise siyasal rejim, neoliberal otoriterlikten geç faşizme doğru evrilmektedir. Bu süreçte neoliberal otoriter devlete özgü olan yürütmenin güçlenmesi devam etmiş, ancak işleyiş biçimi değişmiştir. Yürütme sadece yasama ve yargıya değil, devletin tüm ideolojik ve zor aygıtlarına hükmederek her birini derinlemesine dönüştürmüştür.
Siyasal bir rejim olarak geç faşizm ile klasik faşizm arasında ise üç önemli fark vardır. Birincisi, klasik faşizm güçlü bir komünizm tehdidini bastırmak üzere liberal devlet formunu ve seçimleri feshederek kurumsallaşmıştır. Geç faşizm ise komünizm tehdidinin olmadığı koşullarda şekillendiği için seçimlerin askıya alınmasına gerek duymaz. Aksine, parlamenter sahnenin devam etmesi sağ popülist liderlerin güç toplamak ve kendilerini yeniden üretmek için ihtiyaç duydukları iç düşmanı muhatap olarak canlı tutar. Bu nedenle sık yapılan seçimler ve aktif bir parlamento rejimin meşrulaştırılması açısından stratejik bir işlev taşır.
Geç faşizm ile klasik faşizm arasındaki ikinci fark ise, sağ popülist liderlerin kutuplaştırma taktikleri bağlamında kitle seferberliğinin aldığı yeni biçimdir. Klasik faşizmden farklı olarak, geç faşizmde popülist liderin odak noktası toplumu bir bütün olarak harekete geçirmek değil, toplumun belirli kesimlerini sürekli karalayarak kendi tabanlarından gelen desteği pekiştirmektir. Bu dinamik, liderin belirli bir toplumsal kesimle güçlü bağlarının altını çizerek, onu hem klasik faşizmden hem de liderin kitlelerle güçlü bağlarının olmadığı Bonapartizmin önceki biçimlerinden ayırır.
Üçüncüsü, klasik faşizmin gelişiminde, seçimlerin askıya alınması, tam anlamıyla faşist bir devletin sağlamlaştırılmasında önemli bir anı işaret etmiştir. Ancak geç faşizmde böyle net bir dönüm noktası yoktur. Bunun yerine, süreç çoklu ve genellikle çelişkili yönlerde ilerler. Bu, faşizmin iktidarda olmadığı anlamına gelmez; daha ziyade, bugünün Türkiye’sinde, çelişkilerle evrilmeye devam etse de halihazırda yerleşik olan bir geç faşizm biçimiyle karşı karşıyayız. Dolayısıyla kilit soru faşizmin iktidara gelmesinin nasıl engelleneceği değil, iktidardaki faşizmin nasıl tasfiye edileceğidir. Bu nedenle faşizmin iktidara gelmesini önlemeye odaklanan birleşik cephe/halk cephesi tartışması, analojilere dayanmadan bu yeni bağlam ışığında yeniden ele alınmalıdır.[11]
19 Mart Direnişi ve geç faşizme karşı mücadele
Bitirirken 19 Mart direnişini geç faşizme karşı mücadele bağlamında ele alarak iki noktaya dikkat çekmek yerinde olacaktır. Öncelikle geç faşizmin, tıpkı klasik faşizm gibi, kapitalizm, emperyalizm ve savaş ile özgün bir iç bağlantısı olduğu göz önünde bulundurulduğunda, faşizme karşı etkili bir mücadelenin, anti-kapitalist, anti-emperyalist ve savaş-karşıtı ilkeleri yaratıcı bir şekilde ve eş zamanlı olarak iç içe geçirmesi gerektiği açıktır.[12] Türkiye’de geç faşizmin kapitalizm ve emperyalizm ile özgün eklemlenme biçimi, devletin Ortadoğu’da Kürt karşıtlığı üzerinden alt-emperyal bir rol benimsemek üzere kullandığı askeri-sınai-istihbarat kompleksi ve bu kompleks üzerinden iktidar yanlısı sermaye gruplarına kaynak aktarılmasına dayanmıştır. Dolayısıyla Türkiye’de geç faşizme karşı direniş ancak emperyalizme, ırksal kapitalizme ve savaşa karşı mücadeleyi içselleştirerek yol alabilir. Ne var ki Mart direnişi boyunca Özgür Özel bu konuya dair söz söylemekten kaçınmıştır. Bu durum elbette siyasi iktidarın CHP ve DEM Parti’nin gündem ve önceliklerini bilinçli olarak birbirinden ayırma hamlesinin de ürünüdür. Tam da bu noktada anti-faşist mücadele ile barış mücadelesinin/müzakeresinin birbirinden ayrı yürütülemeyeceğini vurgulamak gerekir. Benzer biçimde, anti-kapitalist ve anti-faşist mücadeleler arasındaki bağlantıları hem teorik hem de pratik düzeyde derinleştirmek elzemdir. Örneğin belediyelere kayyum atanmasının yalnızca muhalefet üzerindeki siyasi baskıyı artırmakla kalmayıp, aynı zamanda belediye kaynaklarını iktidara yakın sermaye kesimlerine aktardığının altı çizilebilir. Keza emekçilerin giderek yoksullaşmasında savaşa ayrılan bütçenin payından söz edilirken, yoksullaşmanın kendisinin de emekçileri siyasi olarak güçsüzleştirdiği ve böylece faşizme elverişli koşulları yeniden ürettiği vurgulanabilir.
Direnişin geldiği noktada geç faşizme karşı mücadele açısından sorunlu olan bir başka adım ise Özgür Özel’in erken seçim çağrısıdır. Bu noktada geç faşizmde seçimlerin rejim açısından taşıdığı işlevi hatırlamak gerekir: Seçimler, muhalefetin enerjisini, rejime karşı en etkili stratejiyi temsil eden uzun vadeli örgütlenme ve kitlelerle kalıcı bağlar kurma çabasından uzaklaştırır. Parlamentonun zayıflamış gücü ve devletin seçim sonuçlarını ideolojik ve zor aygıtlarıyla kontrol etme yeteneği göz önüne alındığında, seçimler rejimle yüzleşmenin en etkisiz yoludur. Erken seçim çağrısı yeniden seçim ittifakları meselesini de gündeme getirecektir, oysa muhalefetin ihtiyaç duyduğu ittifaklar ezilenlerin toplumsal mücadele alanlarında bir araya gelmeleriyle ortaya çıkacak güç birlikleridir. “Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiçbirimiz” sloganının gerçek anlamı da burada yatar. Bu slogan Brecht’in 1934’te faşizme, savaşa ve kapitalizme karşı ortak mücadelenin ancak ezilenlerin birliği ile mümkün olduğuna dikkat çeken şiirine dayanır. Köleleri ancak kölelerin, savaşta vurulanları ancak yaralıların kurtarabileceğini, yoksulların ancak yoksullarla birleşerek “yumruktan ve zincirden” kurtulabileceğini vurgular. Faşizme karşı ortak mücadele ezilenlerin tabandan kurduğu uzun süreli, kalıcı örgütsel ittifaklarla mümkündür. Elbette bu sandık yerine bütünüyle sokağı öne çıkarmak anlamına da gelmez. Zira faşizm koşullarında sokak direnişlerinin de bir sınırı vardır. Önemli olan bu direnişlerin kalıcı, birleşik yapılar altında örgütlenerek uzun vadede farklı formlarda sürdürülmesi ve geç faşizmin iktidardaki ve muhalefetteki tabanını oluşturan toplumsal kesimleri dönüştürmesidir. Geç faşizmde popülist liderin odak noktasının toplumun belirli kesimlerini sürekli karalayarak kendi tabanlarından gelen desteği pekiştirmek olduğu hatırlandığında faşizmin kitle tabanını uzun erimli bir “manevra savaşı”yla dönüştürmenin önemi açığa çıkar. Geç faşizmin özellikle kadınlara ve LGBTİ bireylere dönük düşmanlaştırıcı söylem ve pratikleri de göz önüne alındığında bu manevra savaşının feminist antifaşizmden de beslenmesi gerektiği açıktır.[13] Son olarak, özellikle Trump’ın ikinci kez iktidara gelişiyle birlikte eli güçlenen, imparatorluğun kalbinde kök salmaya başladığı oranda giderek daha tehlikeli hale gelen “faşist enternasyonal”e karşı anti-faşist enternasyonalizmin örgütlenmesi kritik bir önem taşımaktadır. Uluslararası bir anti-faşist barış hareketi, küresel kapitalist krizin Ortadoğu ve Avrupa’daki savaşlarla nasıl iç içe geçtiğini göstererek, yoksullaşan kitlelerin tepkilerini diğer ezilen gruplara yönlendirmek yerine, kendi ulusal devletlerine karşı örgütlenmelerini sağlayabilir. Elbette son sözü direnenler söyleyecektir.
Dipnotlar:
[1] Alberto Toscano, Late Fascism: Race, Capitalism and the Politics of Crisis, Verso: Londra,2023.
[2] Bkz. Ernest Fraenkel, İkili Devlet: Diktatörlük Teorisine Bir Katkı, (çev.: Tanıl Bora) İstanbul: İletişim Yayınları, 2021.
[3] Tanıl Bora, “Faşizmin Halleri”, Birikim, 133: 21-34, 2000.
[4] Enzo Traverso, Faşizmin Yeni Yüzleri, Ayrıntı Yayınları, 2024.
[5] William I. Robinson,“Küresel Kapitalist Kriz ve 21. Yüzyıl Faşizmi: Trump’ın Ötesinde”, (çev.: G.Demir) Praksis, 50: 13-36, 2019.
[6] Şebnem Oğuz, “Late Fascism and the Turkish State: Questions of Strategy”, Socialist Register, Cilt 61, 2025.
[7] Bahadır Özgür (2021) “Koç’tan Sancak’a Türkiye’nin ‘Savaş Makinası’”, Gazete Duvar, 23 Şubat 2021
[8] Vijay Prashad ve Aijaz Ahmad, Nothing Human is Alien to Me: Aijaz Ahmad in Conversation with Vijay Prashad, New Delhi: Leftword, 2020.
[9] “Faşist rejim unsurları” ifadesini Tanıl Bora (2000) kullanmıştır.
[10] Poulantzas Devlet, İktidar, Sosyalizm (1978) kitabında bu eğilimleri ‘otoriter devletçilik’ olarak tanımlamıştır.
[11] Paul Mason’ın “Faşizmi Nasıl Durdururuz” kitabındaki kimi önermeler bu nedenle Türkiye’ye uyarlanamaz. Bu konuda ayrıca bkz. Foti Benlisoy, “Antifaşist Minimum”un Açmazları: Faşizm, Liberalizm ve Sol, Yeniçağ, 8/10/2024.
[12] Faşizmle ilgili şu üç alıntı bu eş zamanlılığın önemini farklı biçimlerde vurgulamıştır: “Kapitalizm hakkında konuşmak istemeyenler, faşizm konusunda da sessiz kalmalıdır.” (Max Horkheimer, “Yahudiler ve Avrupa”, 1939). “Faşizm konusunda sessiz kalması gerekenler, emperyalizm hakkında konuşmak istemeyenlerdir.” (Nicos Poulantzas, Faşizm ve Diktatörlük, 1970) “Yirmi birinci yüzyılda kapitalizm hakkında konuşup da faşizmden söz etmeyenler sessiz kalmalıdır.” (Leo Panitch, Ana Garcia vd.., ‘The Growing Contradictions Within the Empire: An Interview with Leo Panitch’, Studies in Political Economy, 102(1), 2021).
[13] Bu konuda anlamlı bir çalışma için bkz. Ewa Majewska, Feminist Antifaşizm, Otonom Yayıncılık, 2023.