Patlama yerinden gelen ilk görüntülere bakıyorum: Bir grup genç el ele tutuşmuş halay çekiyor. Dillerinde bir marş: “Bu meydan kanlı meydan…”
Birkaç saniye sonra o marşın sözleri dillerde kilitlenecek, meydan kanlanacak, herkes susacaktı…
Sustuk…
Acımız ağrıya evrildi. Kelimelerimiz yasta. Yaslara doyamamışız gibi, ard arda sarılıyoruz cansız bedenlere. Bir mucize olsa da kalksa koşsa, gülse, o marşı yeniden mırıldansa… Iııh, olmuyor… Her defasında beklenen mucize gelmiyor, öldükleri yerde kalıyoruz, bir öncekinden daha derin bir susuşla.
Ruhi Su 1 Mayıs 77 için yazmıştı bu marşı. Marş diyorum, çünkü bir sertliği var sözlerin. Hesap sorma hali var, sorulacağına içilen ant var. Kararlılık var. 77’den tam 38 sene sonra söylendi ama daha Suruç’un, daha Cizre’de katledilen onlarca insanın, sürüklenen bedenlerin, çırılçıplak edilen tenlerin üzerine gittikçe nasırlaşan bir sertliği vardı o sözlerin:
“Bu meydan kanlı meydan
Ok fırladı yaydan
Kalkın yağa kalkın
Biz şehirden, siz köyden”
Tanrım, bu kadar mı aynı olurdu? Şehirlerden ve köylerden kalkıp gelmemişler miydi, trenlere, otobüslere doluşarak? Halkların bir arada yaşamasına saygı duymayanların baskıcılığına itiraz niyetine barış türküsü söylemek için buluşulmamış mıydı orada? Ve bu son olsun kabilinden bir itirazın isyana dönüşme hali değil miydi, sahiden ok çıkmamış mıydı yaydan?
Ellerinde pankartlar yok muydu?
Gitmiyor muydu çocuklar, canlar?
O kanlı pazardı, bu kanlı Cumartesi… Dert de yazıyor, derman da yazıyor, ama azalmıyor zulüm, azalmıyor vahşet…
Suruç Katliamı sonrası, Taksim’de protesto vardı, gittim… Herkes gözü yaşlı, aynı bugün gibi. Bir grup genç, açıklama yapılan yerden biraz dışarıda, kendilerince bir halka oluşturup, bir şeyler söyleyip, rap rap halay çekiyorlar. Halay değil aslında, başka bir şey. Dillerinden ayaklarına öfke akıyor, ama kıstırılmış hissetmiyorlar kendilerini.
Aynı marşı söylüyorlar işte…
Kalkın ayağa kalkın
Devrim bu çocuklar
Ellerinde Molotoflar
Yakıyor bu çocuklar…
“Ellerinde biksiler, ellerinde mitralyöz”… derken ahh bunlar 90’ların ve sonrasının çocukları, dedim. Roboskî’nin, Berkin’in hesabını soruyorlar, Gazi’den, Gülsuyu’ndan geliyorlar ve “ellerinde keleşler, keleşler, vuruyor bu çocuklar…” “Amed’den İstanbul’a işgalci bu çocuklar…”
Kalabalık arttı, çocukların durduğu halay genişledi, eşlik edenlerin sesleri Galatasaray meydanında gürlemeye başladı. Güzel yüzlü ama öfkeli, bağrı yaslı çocuklardı.
Kanlı Cumartesi fotoğraflarıyla birlikte hesabı mahşere kalmadan sorulacak bir yer daha eklendi marşlarına:
Ankara’nın hesabını soruyor bu çocuklar…
Susmuşuz oysa. İstenen de buydu. Susacak, oturacak, varlık halimiz ile yer daraltmayacaktık. Beşer onar azalıyoruz hızlıca.
Fotoğraflar düşüyor tarihe. Kanlanmış, gözü yaşlı insanların çığlıklarıyla donmuş kalmış fotoğraflar.
Orada bir yerde işte. Kanlanmış, sulanmış, gazlanmış öylece yatıyor yerde. Biraz evvel gençlerin ellerinde hizaya giren pankartlar, kendisini tutan elleri kaybetmiş, yerde yatmaktalar…
Pankartlar düştü hocam! Öldü herkes!
Sustuk hocam, 38 sene önceki gibi… Anlarsın halimizi..
(Güler Yıldız – Yeni Özgür Politika – 14 Ekim 2015)