Son yıllarda Türkiye siyasetinde yaşanan gelişmeler, yalnızca aktörlerin değişimiyle sınırlı değil; aynı zamanda ideolojik düzeyde bir yeniden inşa sürecini işaret etmektedir. PKK’nin silah bırakması ve feshi üzerine yapılan tartışmalar, Türkiye’nin hem Kürt meselesinde hem de devlet-toplum ilişkilerinde yeni bir döneme girdiğini gösteriyor. Ancak bu yeni dönemin zemini, yalnızca çatışmanın sona ermesi ya da demokratikleşmenin başlaması değil; aynı zamanda belirli ideolojik figürlerin ve siyasal mirasların tasfiyesini de içermektedir.
PKK’nin silah bırakacağına dair haberler son dönemde sıkça gündeme gelmekte. Bu bağlamda, sembolik bir adım olarak 30 kişilik bir PKK grubunun silahlarını yakması hem çatışmalı sürecin sonlanabileceği umudunu hem de bu sürecin hangi aktörlerle ve hangi zeminde yürütüldüğü sorusunu beraberinde getirdi. Kimileri bu gelişmelere temkinli yaklaşırken, bazı Kürt çevreleri kaygılı ve milliyetçi Türk çevreler ise, bu süreci “Türkiye’nin tasfiyesi” olarak yorumlamaktadır.
PKK’nin, özellikle “Kemalist devlet”e karşı konumlandırdığı silahlı mücadeleyi sonlandırması, yeni bir ideolojik hesaplaşmanın kapısını aralamaktadır. Ancak bu hesaplaşma, Kemalizm’in içinden yükselen muhalif seslerin değil; onu dışarıdan etkisizleştirmeyi amaçlayan yeni rejim mimarlarının lehine işlemektedir.
CHP’ye değil, Kemalizme operasyon
CHP’li belediyelere yönelik son dönemdeki operasyonlar, yüzeyde bir “CHP içi mücadele” olarak sunulsa da altında daha derin bir ideolojik tasfiye hedefi bulunmaktadır. Bu operasyonlar, özellikle Kürt meselesine yaklaşımda katı bir tutuma sahip olan klasik Kemalizm’in törpülenmesini ve aynı zamanda muhalefetin en güçlü figürlerinden biri olan CHP’nin kamuoyundaki itibarının zedelenmesini amaçlamaktadır.
Bu çerçevede, “CHP’ye yönelik saldırılar aslında Kemalizm’in ideolojik bir alternatif olarak ortadan kaldırılmasına yöneliktir” tespiti abartılı gibi görünse de, bir yönüyle gerçekliğe temas etmektedir. Belki de daha doğru bir ifade ile, klasik Kemalizm’in yeniden yapılandırılması, yani bir tür ideolojik restorasyon söz konusudur. Zira Kemalizm, Kürt meselesinin doğuşunda ve bugüne kadar taşınmasında kurucu bir roldedir.
Bugün inşa edilmek istenen model, siyasal İslamcılık ile neoliberal-milliyetçi bir sentezi, modern Kemalist bir kılıfla sunmaya çalışmaktadır. Bu model aslında Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş ideolojisinden tümüyle uzak değildir. Türk ocakları, Ülkü Ocakları, İmam Hatiplerin kurulması gibi olgular, Kemalist devletin modernleşme stratejisinin uzantılarıydı. Giyim-kuşamda Batılı görünme arzusu, modernleşmeyi yüzeysel ve sembolik göstergelerle sınırlayan bir anlayışın ötesine geçememiştir.
Dolayısıyla bugün yaşananlar, geçmişin bir devamı niteliğindedir. Türkiye Cumhuriyeti’nin yöneticileri geçmişte olduğu gibi bugün de Avrupa Birliği üyeliği, “muasır medeniyet” hedefi gibi söylemleri sürdürüyor. Ancak pratikte yaşananlar, demokratikleşme ve toplumsal barıştan çok, muhalefeti ehlileştirme ve klasik Kemalist geleneği marjinalleştirme stratejilerine işaret etmektedir.
DEM Parti, CHP ve ilkeli muhalefet tartışması
Kürt sorununun çözümünde militarist, güvenlikçi yöntemlerde ısrar eden İYİ Parti gibi aktörlerin geçmişte CHP’nin desteğiyle mecliste yer bulduğunu unutmamak gerekir. Yine “Anayasaya aykırı ama HDP’lilerin vekillikleri düşürülmeli” diyen CHP söylemi de hafızalardadır. Bu tablo ışığında, DEM Parti’nin CHP’ye koşulsuz destek vermesini savunanlar, daha fazla sorgulanmayı hak etmektedir.
CHP içinde elbette demokratik değerlere bağlı bazı isimler bulunmakta; ancak partinin güçlü aktörlerinin bir kısmı, hâlâ asimilasyoncu ve tekçi bir perspektifi açıkça savunmaktadır. Örneğin Dersim Katliamı’nı savunan, “bugün olsa yine yapılmalı” diyen söylemler CHP içerisindeki derin zihniyet sürekliliğini göstermektedir.
Bu gerçeklik karşısında DEM Parti’nin yalnızca “AKP karşıtlığı” temelinde siyaset kurması, ilkesel bir muhalefet anlayışının önünde engeldir. Kürt halkının tarihsel acılarını dikkate alan, Türkiye’nin demokratikleşmesini hedefleyen, ilkeli bir ittifak anlayışı çok daha doğru bir yönelim olacaktır. Bu yönelim, yalnızca CHP veya AKP karşıtlığına indirgenmemelidir.
Sonuç: Barış mı, yeniden İnşa mı?
Türkiye’yi yöneten siyasal erk, eğer gerçekten bir barış ve demokratikleşme süreci inşa etmek istiyorsa, bunu yalnızca silahların bırakılması üzerinden değil; toplumsal taleplerin dikkate alındığı, şeffaf ve çok aktörlü bir diyalog zemini üzerinden gerçekleştirmelidir. Komşu ülkelerdeki gelişmelere göre iç politikasını şekillendiren bir yaklaşım yerine, kendi sorunlarını bağımsız ve samimi şekilde çözümlemeyi hedefleyen bir yaklaşım benimsenmelidir.
Eğer PKK’nin silah bırakması gerçek anlamda bir barışa evrilecekse, bu süreçte Kürtlerin, Türklerin ve diğer tüm ulus ve inanç gruplarının görüşleri alınmalı ve sürece katılımları sağlanmalıdır.
Aksi halde yaşananlar, gerçek bir barış değil; PKK, CHP ve genel olarak bütün muhalefete yönelik bir “makbul muhalefet” inşasının ideolojik arka planı olarak kalacaktır.