Faşist rejimlerin ayırt edici özelliklerinden biri, sürekli hızla hareket etmeleri, her an yeni bir otoriter adım atmalarıdır. Bu hız, basit bir keyfiyet değil, rejimin süreklileşmiş krizini yönetme tarzıdır. Krizi çözemeyen iktidar, her gün yeni manevralarla toplumu şaşırtmak ve sürekli teyakkuzda tutmak zorundadır. Düşmanlaştırmaya dayalı meşruiyet için her gün yeni hedefler tanımlar; yeniden doğuş mitini sahnelemek için sürekli yeni başlangıçlar üretir. Bu hız, aynı zamanda faşizmin kaçmaya çalıştığı kapitalist zamansallıklara -borç ödeme döngüleri, rekabet baskısı, emek-zamanı- olan tâbiyetini örter. Ulusun zamanını hızlandırıyormuş gibi görünerek aslında kapitalist zamanın tahakkümünü gizler. Bu yüzden faşist zaman, ani yasakların, baskınların, ablukaların zamanıdır. Türkiye’de son yaşanan gelişmeler -CHP İstanbul İl Başkanlığı’na kayyım atanması, valiliğin eylem yasağı, polisin bina önünü abluka altına alması- bu hızın ve kriz yönetimi mantığının canlı örnekleridir. Peki faşist zamansallığa karşı sosyalistler nasıl bir siyasal strateji geliştirmelidir?
Bu soruya yanıt ararken, öncelikle faşizmin 19 Mart’tan bu yana girdiğimiz yeni konjonktürde nasıl şekillendiği üzerinde durmak gerekir. Türkiye’de siyasal rejim 7 Haziran 2015 seçimlerinden bu yana neoliberal otoriterlikten geç faşizme
doğru evrilmektedir.[1] O tarihten itibaren sosyalistlerin stratejileri de rejimi nasıl tanımladıklarına göre farklılaşmıştır. Rejimin karakterini “neoliberal otoriterlik” olarak tanımlayan sosyalist kesimlerin stratejik odağı neoliberalizm karşıtlığı etrafında şekillenmiş, fakat özgül bir anti-faşist siyasal müdahaleyi içermemiştir. Bir başka kesim, devleti Türkiye’nin tarihsel faşizminin ürünü olarak görüp bugünkü rejimi ayrı bir olgu olarak tanımlamış; bu nedenle de geç faşizmin özgün özelliklerini dikkate almayan bir devrimci strateji benimsemiştir. Sosyalistlerin önemli bir bölümü ise 2015’den itibaren rejimin özgün bir faşistleşme sürecine girdiği tespitinden hareketle, faşizmin kurumsallaşmasını önlemeyi stratejik hedef olarak benimsemiştir.
Rejimi tanımlamadaki güçlük, sosyalistlerin seçimler ile sokak hareketleri arasındaki ilişkiyi kurma biçimlerine de yansımıştır. Gezi ve Kobanê sonrası geç faşizm sokakları bastırarak muhalefeti seçimlere mahkûm edince, sosyalistlerin çoğu enerjilerini seçim stratejilerine yoğunlaştırmıştır. Bu stratejilerin en önemli çıktısı ise 31 Mart 2024 yerel seçimlerinde CHP’nin batıda, DEM Parti’nin Kürt illerinde elde ettiği başarıdır. Ancak seçimlerden sonra iktidar bloku bu sonuçları geçersiz kılmak için bir dizi adım atmıştır. AKP iktidarı ilk olarak DEM Parti belediyelerine kayyum atamış, CHP’nin “normalleşme” hamlesini ise geri çevirmiştir. 1 Ekim’de Bahçeli’nin DEM Partili vekillerle el sıkışarak başlattığı “terörsüz Türkiye” süreci ve 19 Mart’ta Ekrem İmamoğlu’nun diplomasının iptal edilerek tutuklanması ise yeni bir konjonktürün habercisi olmuştur. Sosyalist stratejiyi yeniden düşünürken öncelikle bu konjonktürün temel özelliklerini ortaya koymak gerekir.
Yeni konjonktürde geç faşizmin sürekliliği ve kırılmaları
Marksist anlamda konjonktür uzun vadeli yapılar ile kısa vadeli olayların belirli bir tarihsel anda birbiriyle etkileşime girerek kurduğu özgül eklemlenmedir. Uzun vadeli yapılar imkân ve sınırlar çizer, ama bu sınırlar içinde siyasal mücadeleler, ittifaklar ve ideolojik müdahaleler yeni yollar açabilir veya kapatabilir. Bugünü anlamak açısından, uzun vadeli bir yapı olarak geç faşizmin üç temel dinamiği özel bir önem taşımaktadır. Birincisi, uluslararası düzeyde geç faşizm, 2008 krizine verilen özel bir yanıt olarak ortaya çıkmıştır ve süreklileşmiş savaş, işgal ve mülksüzleştirme yoluyla sermayeye yeni birikim alanları açılmasına dayanır. Türkiye’de bunun yansıması devletin Ortadoğu’da, özellikle Suriye’de üstlendiği alt-emperyal rollerdir. İkincisi, her ülkede geç faşizmi besleyen pratikler ırksal kapitalizm ve sömürgecilik mirası tarafından biçimlenir. Türkiye’de bu dinamik, tarihsel olarak iç sömürge niteliği taşıyan Kürt coğrafyasında uygulanan baskı mekanizmalarında görünür. Son olarak, klasik faşizmden farklı olarak geç faşizmde rejim seçimleri askıya almaksızın varlığını sürdürebilmek için çeşitli mekanizmalar geliştirmiştir; Türkiye’de bu mekanizmaların başında yargı yoluyla seçim sonuçlarına müdahale gelmektedir.
19 Mart’tan bu yana girdiğimiz yeni konjonktürde geç faşizmin bu üç dinamiğinin işleyişinde bazı değişimler olmuştur. İlk olarak, devletin Ortadoğu’da alt-emperyal bir rol üstlenme çabası sürerken; Trump’ın iktidara dönüşü, İsrail’in Gazze saldırılarının Suriye ve İran’a yayılması ve Esad rejiminin yıkılması, Türk devletini emperyal işleyiş mekanizmalarında kullandığı Kürt karşıtı politikalarda bazı modifikasyonlar yapmaya zorlamıştır.[2] Dış dinamiklerin içeriye yansıması ise Erdoğan’ın “iç cephenin tahkimatı” vurgusu ve 1 Ekim’de Bahçeli eliyle başlatılan “terörsüz Türkiye” sürecidir. Gelinen noktada bu süreç, DEM Parti’nin mücadelesiyle Meclis’te bir komisyon kurulmasına kadar varmıştır. Ancak son dönemde devletin Rojava’ya dönük savaş tehditlerini yükseltmesi ve rejimin barışı PKK’nin silah bırakmasına indirgemesi, sürecin kırılganlığını bir kez daha ortaya koymuştur.
Faşizmin ikinci yapısal dinamiği olan iç sömürgede uygulanan baskı mekanizmaları açısından ise 19 Mart sonrasında önemli bir kırılma yaşanmaktadır. Martinikli devrimci Aimé Césaire’in “sömürgeci bumerang etkisi” olarak tanımladığı süreç bütün ağırlığıyla devreye girmiştir. Bu etki, sömürgede uygulanan baskı tekniklerinin bir süre sonra merkeze dönmesi anlamına gelir.[3] Kürt halkının iradesini hiçe sayan kayyum uygulamalarının ve tutuklamaların CHP belediyelerine de yayılmasıyla, bu mekanizmalar artık merkezde de işletilmektedir.
Son olarak, geç faşizmin üçüncü yapısal dinamiği olan seçimleri askıya almadan iktidarı sürdürme mekanizmaları 19 Mart sonrasında hem yaygınlaşmış, hem çeşitlenmiştir. Kayyum atamaları ve tutuklamalara ek olarak “quisling” olarak adlandırılabilecek yeni bir yöntem devreye sokulmuştur.[4] Kavram, II. Dünya Savaşı sırasında Nazi işgaliyle işbirliği yapan Vidkun Quisling’den gelir ve otoriter iktidarlarla işbirliği yaparak kendi halkına ihanet edenleri tanımlar. Türkiye’de quisling mekanizması, Özlem Çerçioğlu örneğinde olduğu gibi iktidarın seçilemediği yerlerde seçilmiş temsilcilerin baskı, teşvik ya da pazarlıklarla iktidar partisine transfer edilmesi; ya da Gürsel Tekin örneğinde olduğu gibi muhalefet partilerinin yönetimlerine rejimle uyumlu yöneticilerin yerleştirilmesidir. Bu durum, rejimin yargı aygıtını kullanma biçiminde de bir değişime işaret etmektedir. Eskiden seçim sonuçlarına müdahale merkezi bir mekanizma olan Yüksek Seçim Kurulu üzerinden gerçekleşirken, artık yerel mahkemeler aracılığıyla siyasal parti kongrelerinin sonuçları doğrudan değiştirilmektedir. Bu kayma, faşist zamansallığın işleyişinde de bir kırılmayı işaret etmektedir. Faşizm artık yalnızca ani ve merkezi müdahalelerle değil, sürekli ve parçalı hukuki hamlelerle zamanı yeniden düzenlemekte, siyasal alanı her an daraltan bir hız üretmektedir.
Sosyalistlerin rolü: Eklemleyici bağımsızlık ve karşı-hegemonik tarihsel blok inşası
19 Mart sonrası konjonktürün getirdiği en önemli imkân, sokak hareketinin canlanması, gençlik hareketinin yükselişi ve toplumun geniş kesimlerinde korku duvarının kırılmasıdır. Buna karşılık CHP’nin toplumsal muhalefeti erken seçim gibi geç faşizm bağlamında işlevsiz bir hedef etrafında mobilize etme eğilimi siyasal alanı daraltan bir sınırlamadır. Bu karşıt eğilimler sosyalistlerin önüne belirli yönelim zorunlulukları çıkarmaktadır. Bu zorunluluklar, bizi öncelikle Türkiye’de sosyalistlere sıkça atfedilen “bağımsız bir hat” inşa etme görevini yeniden düşünmeye götürmelidir. İlk bakışta bağımsızlık, sosyalistlerin kendi başına ve kendi gündemiyle yol alabileceği bir ayrışma imkânını işaret ediyor gibi görünebilir. Oysa gerçekte böyle bir mutlak kopuş imkânı yoktur. Çünkü sosyalistler bugün yalnızca anti-kapitalist mücadele vermekle kalamaz, aynı zamanda anti-faşist mücadelenin de asli bir bileşeni olmak zorundadır. Zira bugün işçilerin ekmeğini küçülten şey basit bir ekonomik kriz değil, geç faşizmin temel mekanizmalarından biri olan zor yoluyla mülksüzleştirme ve bunun üzerinden iktidarın kendi tabanını oluşturan sermaye kesimlerine yaptığı kaynak transferidir. Dolayısıyla emek mücadelesi, ancak rejimle doğrudan hesaplaşarak gerçek bir güce kavuşabilir.
Bu nedenle sosyalistler açısından bağımsızlık, yalnızca işçi sınıfına yönelen bir hatta yürümek değildir. Aksine farklı toplumsal dinamikler arasındaki akışı kurarak ortak bir anti-faşist hatta yönlendirecek birleştirici öncülük rolünü üstlenmektir. Bu rol arabuluculuk, değil eklemleyicilik rolüdür; Farklı direniş hatları arasında dolayım mekanizmaları kurarak bir tarihsel blokta eklemleyen hegemonik güç olarak hareket etmek anlamına gelir. Bu blok sadece sokak hareketine değil, gündelik hayatın krizlerine (ekonomik, ekolojik, toplumsal cinsiyet) cevap verebilirse işçi direnişlerinin eklemlenmesiyle anti-faşist bloğun sınıfsal köklerini güçlendirebilir ve mücadeleyi köklü, toplumsal bir karşı-hegemonya hattına taşıyabilir. Böyle bir hattın kurulabilmesi için sosyalistlerin kendilerini teorik-politik ve örgütsel olarak da yenilemesi süreci güçlendirecektir.
Teorik-politik yenilenme için bir imkân: Devlet, komün ve sınıf tartışması
Sosyalistlerin teorik-politik yenilenme arayışını somutlayabilecek en verimli zeminlerden biri, bugün Kürt Özgürlük Hareketi’nin (KÖH) yeniden tartışmaya açtığı devlet, komün ve sınıf kavramlarıdır. Bu tartışmalar, reel sosyalizmin çözülüşüyle birlikte doğan yenilenme ihtiyacının günümüze uzanan devamı niteliğindedir ve dünya Marksistlerinin kendilerini yenileme arayışlarının da merkezinde yer almaktadır. KÖH paradigması bu bağlamda iki düzlemde ele alınabilir: İlki, reel sosyalizmin çözülüşünden sonra sosyalizmi yenileme arayışı; ikincisi ise Kürt halkının direnişine yol gösterecek teorik-politik bir çerçeve ihtiyacıdır. “Sosyalizm nasıl yenilenmeli?” sorusuna verilen farklı yanıtların bağlamlar arası diyaloğa sokulması, önümüzdeki dönemde faşizme karşı sosyalist hattı güçlendirecektir. Özellikle gençlik hareketi içinde yeni bir sosyalizm anlayışıyla yer alan HDK gençliği ile Türkiye sosyalist hareketlerinden gelen gençler açısından böyle bir tartışma, direniş perspektiflerini de derinleştirecektir. Bunun için, KÖH paradigmasının üretildiği koşullar ile Türkiye sosyalistlerinin teorik-politik bağlamı arasındaki farklılıklar dikkate alınarak; ortak ve ayrışan noktalar üzerinden her iki taraf için de yenileyici sentezler üretilebilir. Nitekim Marksizm içindeki bazı ekoller -örneğin otonomcu Marksizm ya da Siyahi Marksizm- KÖH paradigmasıyla hâlihazırda diyalog içindedir, çünkü teorik-politik üretim bağlamları arasında güçlü ortaklıklar bulunmaktadır. Esas mesele, devlet, sınıf ve komün gibi kavramlar üzerinden yürütülecek tartışmaların farklı bağlamlardaki sosyalist hareketler için yenileyici bir düzlem yaratacak biçimde kurgulanabilmesidir.
Bu çerçevede sınıf ve komün tartışmasını birbirini dışlayan bir ikilik üzerinden kurmak yerine şu soruya odaklanmak yenileyici bir düzlem sağlayabilir: İşçi direnişleri neden çoğu kez belirli ekonomik kazanımların ardından tıkanmakta ve politizasyon derinleşmeden sona ermektedir? Bu noktada komün fikri nasıl devreye sokulabilir? Geçmiş deneyimler, işçi mücadeleleri komünal bağlarla birleştiğinde yeni bir siyasal ufkun açılabildiğini göstermektedir. Komün, parçalı direnişleri çoban ateşi gibi yanıp sönmekten çıkarıp kalıcılaştırma, evrenselleştirme ve devrimcileştirme gücüne sahiptir. Aynı zamanda giderek içi boşaltılan “dayanışma” kavramını daha güçlü bir zeminde aşmaya imkân verir. Bu noktada komün vurgusu yalnızca Paris Komünü gibi tarihsel örneklerle değil, müşterekler üzerine güncel tartışmalarla da ilişkilendirilebilir. Komün kavramı, Marx’ın geç dönem eserlerinde özel bir önem kazanmıştır ve günümüz Marksistleri de bu bağlamda yeni tartışmalar yürütmektedir.
Benzer bir tartışma devlet konusunda da yapılabilir. Son dönemde Türkiye solunun bir kesiminde, geçmişte var olan ancak zamanla yitirilen bir “iyi devlet” kurgusunun yeniden canlandığı görülmektedir. Örneğin Sera Kadıgil’in “Bizim artık bir devletimiz yok” sözleri bu yaklaşımı dile getirmiştir. Aynı doğrultuda, 1789 Fransız Devrimi’yle ortaya çıkan fakat neoliberalizmle birlikte demokrasiden kopan bir cumhuriyetçiliği yeniden diriltme arayışları da gündemdedir. Buna karşılık KÖH paradigması, hiçbir zaman sahip olunmamış bir ulus-devleti geri çağıramayacağı gibi, Rojava’da vücut bulan demokratik konfederalizm deneyimi nedeniyle ulus-devlet fikrine kökten karşıdır. Ancak hangi yaklaşım benimsenirse benimsensin, karşımızda kapitalist, emperyalist ve faşist bir ulus-devlet gerçekliği durmaktadır. Dolayısıyla sosyalistlerin temel sorusu, devletin sönümlenmesi perspektifini yitirmeksizin bu devlete karşı nasıl mücadele edileceğidir. Yanıtlar farklı bakış açılarına göre çeşitlenecek olsa da, bu tartışmayı bağlamsallaştırarak ortaklaştırmak sosyalistlerin tarihsel sorumluluğudur.
Örgütsel yenilenme: Görünürlük siyasetinin sınırları
Sosyalistlerin faşizme karşı yeni bir tarihsel blok inşasında eklemleyici bir rol üstlenebilmesi, yalnızca teorik-politik değil, aynı zamanda örgütsel bir yenilenmeyi de zorunlu kılmaktadır. 19 Mart direnişiyle birlikte sokak hareketinin yeniden canlanması, sosyalistlere, önceki dönemde öne çıkan seçim stratejilerinin ötesine geçerek bu hareketin nasıl kalıcı örgütsel formlara dönüştürülebileceği sorusunu dayatmıştır. Direnişin başından bu yana gençliğin yarattığı dinamizm, sosyalist tarihsel hafızadan devşirilen motiflerle ve ideolojik-kültürel hegemonya ile beslense de, bu enerjiye örgütsel düzeyde ortak bir karşılık üretilememiştir. Her yapı, direnişin kalıcı örgütsel formlara dönüştürülmesi gerektiğini vurgulasa da, adres olarak kendisini işaret etmeyi sürdürmüştür. Gezi sürecinde en azından Taksim Dayanışması örneğinde olduğu gibi ortak eylem komiteleri kurulabilmişken, 19 Mart alanlarında bu tür ortak zeminler oluşmamıştır. Bu durum, sosyalistlerin birleşmesinin yalnızca kendi güçlerini çoğaltmak için değil, aynı zamanda toplumsal muhalefetin farklı damarları arasında dolayım mekanizmaları kurabilmek için tarihsel bir zorunluluk olduğunu bir kez daha ortaya koymaktadır. DBP, DEM Parti, Devrimci Parti, EMEP, ESP, EHP, SMF, SODAP, SYKP, TİP, TÖP, Yeşil Sol Parti ve Halkevleri’nin CHP İstanbul İl yönetimine kayyum atanmasına karşı yaptığı ortak açıklama bu anlamda umut vericidir.
19 Mart direnişi, gençlerin siyasal rejime karşı mücadelede üstlendikleri özgün rolü açık biçimde ortaya koymuştur. Üniversite öğrencileri bu süreçte hem özerk demokratik üniversite mücadelesini sürdürmüş hem de toplumsal direnişin ön saflarında yer almışlardır. Öğrenci hareketleri tarihinde bu iki hattın bu denli güçlü birleşimi nadir görülmüştür. 1980 öncesinde öğrencilik ayrıcalıklı bir geleceğin başlangıcı olarak algılanmış, öğrenciler bu ayrıcalığı reddederek toplumsal mücadeleyle bağ kurmayı bir misyon edinmişlerdi. 1980 sonrasında ise neoliberal politikalarla birlikte bu ayrıcalık ortadan kalkmış; özellikle 2008 kriziyle öğrenciler giderek güvencesizleşmiş, işçileşmiş, borçlulaşmış ve geleceksizleşmişlerdir. Bu dönüşüm, özerk üniversite talebiyle toplumsal mücadele arasındaki bağı zayıflatmış, öğrenci hareketinin öncülük kapasitesini daraltmıştır. Ancak Gezi, Boğaziçi ve son olarak 19 Mart, bu tıkanmayı kıran üç önemli eşik olmuştur. Gezi’de öğrenciler kilit bir rol oynamış fakat direnişi başlatan onlar olmamıştır. Boğaziçi özerk üniversite mücadelesi olarak başlamış, giderek rejime karşı kararlı bir direnişe dönüşmüştür. 19 Mart’ta ise gençler, bu iki hattı baştan birleştirerek tüm ülkeye yayılan bir hareketin öncülüğünü üstlenmişlerdir. Böylece üniversite krizinin faşistleşen siyasal rejimle iç içe geçtiği görünür kılınmış; gençler, özerk demokratik üniversite mücadelesi içinde kendi sınıfsal taleplerini anti-faşist mücadeleyle birleştirme kapasitesini sergilemişlerdir. Ancak bu kapasiteye rağmen sosyalist yapıların gençlerle kurduğu ilişki, çoğunlukla onları dar örgüt üyeliklerine indirgemekle sınırlı kalmıştır. Bu durum, gençlerin tamamen örgütsüz kalmasından daha iyi olsa da, yaratıcılıklarını ortaya koyabilmeleri ve işçi sınıfının organik entelektüelleri haline gelebilmeleri ancak geniş ölçekli sosyalist yapılanmalarla birlikte sanatsal ve entelektüel alanların açılmasıyla mümkün olacaktır.
Son olarak, halkın siyasal özne haline gelme mücadelesi de sosyalistlerin sorumluluk alanına girmektedir. Bunun gerçekleşebilmesi için Türkiye solunun etkinlik pratiğinde giderek büyüyen şu çelişkinin aşılması gerekir: Halkın özneleşememesinden yakınırken, onu aynı anda edilgin bir dinleyiciye indirgemek. Konferanslar, paneller, seminerler çoğunlukla “ünlü” konuşmacılara endekslenmekte, halk ise alkışlayan bir seyirci konumunda bırakılmaktadır. Oysa faşizmin kendisi zaten sahneyi yıldız figürlere, karizmatik liderlere ve ünlü yüzlere terk eder. Faşizmin gösteri estetiği buradan beslenir: Halkı düşündüren, tartışmaya çağıran entelektüel uğraş yerine, kitleyi büyüleyen bir “ünlülük siyaseti”. Solun da benzer bir mantığa kapılması, farkında olmadan faşizmin oyununu yeniden üretmek anlamına gelir.
Tam bu noktada Guy Debord’un Gösteri Toplumu analizini hatırlamak gerekir. Debord’a göre modern toplumda gösteri, insanların yaşantısının yerine geçer; gerçek katılım yerini temsilin cazibesine bırakır. Gösteri, yalnızca kapitalizmin meta fetişizminin genişlemesi değil, aynı zamanda siyasetin kitlelere sunulan bir seyir nesnesi haline gelmesidir. Sol etkinlikler, ünlü konuşmacıların cazibesine endekslendiğinde, kitleye yalnızca “izleyici” rolü biçerek bu mekanizmanın içine çekilmiş olur. Katılım, tartışma ve kolektif karar süreçleri yerine edilgin bir izleyicilik öne çıkar. Gramsci’nin işaret ettiği “organik entelektüeller”in halkın içinden çıkıp söz kurma kapasitesini geliştirmesi gerekirken, sahneye hep dışarıdan ithal edilen ünlüler çıkarılır. Böylece halkın özneleşememesinden şikâyet eden sol, Debord’un gösteri toplumunun bir uzantısı haline gelmektedir.
Bu sürecin kökenleri 1990’lara dayanmaktadır. 1990’ların ortasında başlayan yasallaşma süreci, pek çok sol örgütü görünürlük üretmeye dayalı bir hatta sürüklemiştir. Oysa öncesinde gizlilik, yüz yüze temas, ev ziyaretleri, mahalle ve işyeri örgütlenmeleri ile militanların ideolojik-siyasal eğitimi ağırlık taşımaktaydı. Bu pratikler doğrudan dayanışma ve güven ilişkileri üzerine kurulduğu için örgütlülüğün sahiciliğini beslemiştir. Ancak 1990’ların ikinci yarısıyla birlikte basın açıklamaları, kitlesel eylemlerde pankart ve bayrak yarışı, vitrin figürlerin öne çıkarılması sosyalist siyasetin hâkim biçimi haline gelmiştir. Halkın gündelik hayatına kök salan örgütlenmelerin yerini medya önünde imaj üretimi almış; akademisyenlerin ve aydınların örgütlerin yüzü haline getirilmesi de bu vitrin siyasetinin bir parçası olmuştur.[5]
Geç faşizm koşullarında görünürlük siyaseti ne iktidarın hegemonik araçlarını zorlamaya yetmekte, ne de toplumsal direniş kapasitesini genişletmektedir. Bu nedenle bir yandan önümüzdeki günlerde hızlanacak sokak hareketinin içinde var olmak, bir yandan da 1990’ların başındaki “mevzi savaşı” mantığına uygun örgütlenme pratiklerini yeniden düşünmek hayati önem taşımaktadır. Buradan yazının başında sorduğumuz soruya dönebiliriz: Faşist zamansallığa karşı sosyalistler nasıl bir siyasal strateji geliştirmelidir? Bugün faşizmin zaman kazanmak için hızla ürettiği müdahalelere karşı, sosyalistlerin sabırlı, katmanlı ve kalıcı mevzi savaşlarıyla toplumsal dokuda örgütlenme zeminlerini büyütmesi, yanıtın merkezinde durmaktadır. Bu tür pratikler iktidarın olağanüstülüğü sıradanlaştıran mantığını kırarak “normal zamanı” kolektif bir mücadele alanına dönüştürebilir ve faşizmin hızına karşı gerçek bir karşı-zamansallık kurulmasını sağlayabilir.
Dipnotlar:
[1] Bu konuda bkz.Şebnem Oğuz, “Günümüz faşizmini analojilerden kaçınarak anlamak için kavramsal bir olanak: Geç faşizm”, sendika.org, 5 Nisan 2025.
[2] Modifikasyon, bir yapının kendi iç işleyişinde ortaya çıkan ikincil değişimleri ifade eder; bu değişimler onun yapısal nedenselliğini dönüştürmez
[3] “Sömürgeci bumerang etkisi” konusunda Özgür Sevgi Göral ile yapılan önemli bir röportaj için bkz. https://birartibir.org/somurgeciligin-bumerang-etkisi/
[4] Bu kavramı içinde bulunduğumuz konjonktüre uyarlarken şu yazıdan esinlendim: Özay Göztepe, “Özgür Özel’i bekleyen tehlike: CHP’nin Quisling’leri”, Birgün Gazetesi, 20 Temmuz 2025, https://www.birgun.net/makale/ozgur-ozeli-bekleyen-tehlike-chpnin-quislingleri-641980
[5] Görünürlük siyasetinin kökenlerine dair bu hatırlatma için Muzaffer Kaya’ya, metni okuyup önerilerde bulunduğu için Hülya Kendir’e teşekkür ederim