HAKAN GÜRGEN yazdı: “Macron’un programında yazanlar değil, asıl çok öne çıkarılmayanlar, hatta hiç yazılmayanlar Macron siyasetinin yakın gelecekte temel taşları olacaktır: ‘Daha fazla emperyalizm, daha fazla saldırganlık’.”
HAKAN GÜRGEN
Fransa'da Sosyalist Parti (SP) dağıldı.
Fransa'daki SP, “CHP'nin benzeri” ya da “ta kendisi” asla değildir. Evet, o da (SP) devletin ta kendisidir. Ama farklı olarak kendi özel tarihinde bir nebze olsun “Solcu” olabilmiştir, “sosyal demokrat” sayılabilmiştir.
Hadi diyelim ki, Fransız SP, CHP'nin biraz daha modern yüzlü olanıydı, sınıfa ve demokrasiye biraz daha yakın duranıydı.
Onun da geleneği CHP gibi kuvvetlidir.
Fransız SP'nin “Solumsu” olduğu dönemler de vardı. İkinci Büyük Savaş öncesi Leon Blum'lu dönemler olduğu gibi. Fransız SP, Fransa'da halk cephesinin taşıyıcı unsuruydu o zaman.
Ama SP, tarihinin her döneminde istisnasız kendi devlet emperyalizmi ile sarmaş dolaştı. Fransız SP, her şeyden vaz geçti, Fransız sömürgeciliğinin ve sonrasında yeni emperyalizminin “baş iyileştiricisi” olmaktan vaz geçmedi, geçemedi.
Mesela: Bettino Craxi'nin İtalyan Sosyalist Partisi, gelenek ve tarz olarak Fransız SP'sinden farklı idi. İtalyan SP'si, Fransız adaşına göre, göreceli olarak “işçi sınıfı ve demokrasi” geleneğini daha zayıf içselleştirmişti.
İtalyan SP'si, en şaşaalı dönemlerinde bile, Bologna'da asıl kampını kurmuş olan, kendi türünün en rafine örneğini İtalya’da oluşturmuş GLADİO'nun ve ana sponsor ABD/NATO emperyalizmin botox'lu, hormonlu gayri meşru çocuğu olmaktan ileri gidemedi.
İtalyan SP'si, şanlı İtalyan Komünist Partisi (Eurokomünist) ile Hristiyan demokratların “Tarihi Büyük Uzlaşma”sını engelleme işinin basit bir manivelası olmaktan ileri gidemedi. İtalyan SP'si, bir dönem, Kızıl Tugaylar’ın, Hristiyan demokrat lideri kaçırıp, öldürmesi, aynı dönemde, Bologna tren garındaki katliam ve neo-faşistler tarafından yapılan diğer GLADİO operasyonlarının, İtalya'da sentetik olarak beslenen anti-komünizm için yetmediği noktada, “Atlantikçi ihtiyaçlar”ın parlamenter siyasetteki tamamlayıcısı olarak, olsa-olsa taşeron bir “komünizm frenleyicisi” niteliğinde var olabilmiştir.
Craxi'nin ve lideri olduğu İtalyan SP'sinin bir dizi yolsuzluklara bulaşarak, kendi siyasi hayatını bitirmesi, (hatta bir tarihi ironi olarak Craxi'nin, Kaddafi'nin Libya'sına kaçmış olması) İtalyan Sosyalist Partisi’nin de “müteveffa anti-komünizm güçleri”nin arasına katılmasına giden yolu döşemiştir.
Ancaak, Fransız Sosyalist Partisi öyle değildir.
Fransız Sosyalist Partisi’nin eski ve derin (gerçek) bir tarihi vardır.
Ama hani İtalyan SP'si gibi, salt Atlantikçi operasyon partisi değildir.
NATO'cu anti-komünist ihtiyaçların salt bir dönem “parlattığı” bir “hat” değildir.
Tarihsel bir “hat”ta dayanmaktadır.
Bu nedenle, böylesi bir “kıyas” önemlidir. Böylesi bir kıyas ile: yitip-gidenin, çöküp-yok olanın ne olduğu daha iyi anlaşılabilir.
Fransız Sosyalist Partisi'nin şimdilerde Fransa başkanlık seçimlerinde % 6 oy alıp, tarih sahnesinden gitmesi, böyle büyük bir anlam taşımaktadır.
Fransız Sosyalist Partisi'nin uyguladığı neo-liberal politikalarla kendini yiyip-bitirmesi, tüketmesi, itibarsızlaşması, sönümlenlemesi öyle sıradan bir iş ve durum değildir.
Bu sona eriş, hızı, türü, geri dönülmezliği açısından Papandreu'nun PASOK'unu anımsatmaktadır. Yunanistan’daki PASOK, eşekten düşen karpuz gibi dağılmıştı. Bununla birlikte, hayırlı bir durum doğmuştu.
Fransa SP'sinin beklenen çözülüşü, Fransız “orta”sının bundan böyle başka bir şekilde kurulacağına dair bir işaret olması, “geleneksel partiler düzeni”nin gelecekte farklı bir etkiye ve yere doğru gerilediğinin işareti olmasının yanı sıra, -aynı zamanda- Fransa'nın “Dünya egemenler Ligi”nde değerinin gerilediği ve “emperyalist takım” içinde başka bir yer tutacağının, tarz tutturacağının da bariz işaretidir, aynı zamanda sonucudur.
François Mitterrand, “Sol'un Programı” ile Fransız Komünist Partisi’ni blok'una ve hükümetine alarak, iktidarda çürütmüş ve küçültmüştür.
Mitterrand, “devlet gibi” adamdır, devletin adamıdır.
Mitterrand, Fransız Sosyalist Partisi’ni, Fransa Solunun başat partisi yapmıştır.
Bugün biten, işte bu gelenektir.
Bu geleneğin yitip-gitmesinin ardından, komünistlerin üzüleceği bir şey yoktur.
Ama bu “silinen gelenek” (bu anlamda Fransa Sosyalist Partisi) yerini, Atlantikçi geleneğe/akıma terk etmektedir.
Oluşan bu boşluğun yarattığı “vakum”, ne yazık ki şimdi “Atlantikçilik” ile doldurulmaktadır.
Bir yanda De Gaulle'ci geleneğin/çizginin özerkliği, yani “kendi için, biraz kendi başına emperyalizm” çizgisinin paralelinde ve eteğinde “Fransız” olabilen Fransız Sosyalist Partisi, şimdi kendi boşalttığı alana yerleşen, (Emmanuel Macron ile sembolleşen) “Atlantikçi hat”tın zaferini çaresizce gözlemekle karşı karşıyadır.
Fransa tekelci sermayesinin hatta, genel olarak Fransa burjuvazisinin dili, “Fransızca”sı şimdi daha çok Atlantikçi bir ağıza bürünecektir. Olan budur. Fransa seçimleri konuşulduğunda, güncel gelişmelerde, asıl göz önünde tutulması gereken budur.
“Fransız emperyalizmi güç yitirdi, ABD emperyalizmi askersel anlamda çok güçlendi“ belirlemesi, dikkatli ele alınmalıdır.
Fransa'nın İkinci Dünya Savaşından sonra sömürgelerini hızla yitirmesi, mesela Hindi-Çin'de kontrolü elden kaçırması sürecinde, Vietnamlıların Vietkong'una karşı Din Pien Pu savaşını yitirmiş olduğu dönemde ABD, Fransızların en güçlü destekçisi olmuştur.
Bunlar, kendi aralarında şiddetle itişirler ancak, ortak düşmanlarına karşı da birleşirler.
Fransız emperyalizmi, Afganistan'da, Libya'da, en son olarak da Suriye'de zalimlikte en önde koşmaktadır, hilafsız ABD'nin ve NATO'nun yanında durmaktadır.
Afrika kıtasının şu an özel bir hız kazanan yeniden paylaşımında da, Fransa, AFRİCOM operasyonlarını sürdüren ABD'nin asla kuyruğuna basmamaktadır ve elbette tersi de geçerlidir.
İkinci Dünya Savaşını hukuken yitirmese de, çok geriye düşmüş olan (asla “tek dişi kalmış canavar” değil, hala ve her zaman daha fazlası olan), zamanında DeGaulle'cü “ulusal” direnişini (siz “aykırılığı”nı diye okuyunuz) gösterse de ve kendi atom bombasını bile yapmış olsa da, Birleşmiş Milletler’de “veto hakkı” sahibi beş büyük/ayrıcalıklıdan biri olsa da, Fransa,
…10 uçak gemisi olan ABD'ye karşılık, sadece 1 uçak gemisine sahiptir (o uçak gemisi de sık-sık tamire girer),
…yıllık 60 milyar dolar askeri harcama yapsa da, kendi NATO'cu ortağı ve aslen sürekli rakibi olan ABD, yıllık 600 milyar askeri harcama yapabilmektedir.
Bu Fransa’nın şimdi cenderesinde bir “diş” daha sıkılmış, Başkan Hollande döneminde iyice belirginleşen “gerilemesi”nin faturası olarak, şimdi Emmanuel Macron üzerinden şimdi daha “uslu”, daha uyumlu (Atlantikçi) politikalar izleyecek “kıvam”a getirilmiştir.
Bu Emmanuel Macron adlı “zübük” kimdir, ne işe ve kimin işine yarar?
Macron bir film panosudur. Virtüeldir, gerçek bile değildir. Şişirmedir, balondur.
Hani Hollywood filmlerinde kovboy uzun bir Nevada çöl görüntüsünde at sürer ve de bu görüntü doğal değil aslında stüdyo resim panosudur ya, işte Macron da arkası boş bir resim panosudur.
Bakmayın öyle, Emmanuel Macron'un Fransız edebiyatından seçme sözler okumasına, felsefe bilgisi döktürmesine, piano bile çalıyor oluşuna.
Tüm bu pompalanan becerilerine karşın, Macron “yapma bir çiçek”ten başta bir şey değildir.
Emmanuel Macron finans çevrelerinin bir kifayetsiz maşası ve neo-liberal bir globalleşmeciden başka bir şey değildir.
Macron, neo-liberal think-tank, “Montaigne Enstitüsü”nün çalışanıdır, köpekbalığı bankacılığının klasik ismi Rothschild'de kariyer yapmıştır. Bir diğer başarısı ise Pfizer firmasının bebek maması bölümünün Nestle tarafından satın alınmasında rol oynamış olmasıdır.
Macron'un programına göre devlet firmalarında olan düşük oranlı ortaklıklar satılarak elde edilen gelirle bir “yatırım fonu” oluşturulacaktır.
Macron, kısa vadeli iş sözleşmeleri yapan firma sahiplerini cezalandırmayı vaad ediyor.
Macron, emeklilik yaşını ise mevcut halinde (62 yıl olarak) bırakmayı tercih ediyor. Ayrıca az emeklilik maaşı olanlara yaklaşık yüz Euro zam vermeyi istiyor.
Macron, 35 saatlik iş haftasını “gevşetmek” ve süreye yönelik karar konusunda inisiyatifi işveren örgütleri ile sendikalara bırakmak niyetinde. Macron, bu tabu konuya taktik olarak cepheden saldırmayı göze alamıyor.
Macron, devletin sabit harcamalarını yaklaşık altmış milyar Euro azaltmak gerektiği görüşünde.
Klasik tasarrufculuk ve “kemerleri sıkma” da Macron'un programında elbette var.
Bu programatik elementlerle Macron aslında “ne şiş yansın-ne kebap programı” ileri sürmektedir.
Macron son derece “ortalamacı”dır. Seçmeli popülizm ile illa kazanmak için “herkesin kendisini bulacağı”, “kimsenin fazlaca itiraz etmeyeceği” bir ortalama hat, ortalamacı bir program belirlemiş durumdadır.
Macron, sağ-sol kavramlarının artık “öldüğünü” ileri sürüyor ve kendi hareketi “En Marche”ı ilerici olarak betimliyor. Bunu da söyleyerek aslında, pragmatik olduğunu, klasik şablonlara bağlı kalmayacağını göstermek arzusundadır.
Macron, eğitim yıllarında, okul bitirme tezini “Macchavelli” üzerine yazarak “tarzı”nı ortaya koymuştur.
Macron, Fransa'da enerji üretiminin % 75’ini sağlayan atom santrallerinin payının 2025'e kadar % 50’ye geriletilmesinden yana. Bu da pek bir şey demek değil, Fransa'nın atom santralleri o denli eski durumdaki, zaten bu süreye kadar “Ağ”dan çekilecektir.
Macron'un bu sözünü “Yeni Atom santralleri (fazlaca) yapmayacağız” diye anlamak lazım.
Macron, bunun yanı sıra, Firma kazanç vergisinin ortalamasını % 33,3'den, % 25'e indirmeyi planlıyor.
Parlamento ve Senato'daki üye sayısını üçte bir oranında azaltmayı öneriyor.
Macron, güvenlik konusunda ise, 2022 yılına kadar on bin yeni polis ve jandarmanın işe alınmasını planlıyor.
Eski ekonomi Bakanı Macron ayrıca askeri harcamaların tutarının milli gelirin yüzde 1,8'den yüzde 2'ye çıkarılmasından yana.
Bilhassa savunma harcamalarında % 2’yi illa tutturma niyetini, özenini ben pek “fiyakalı” ve “akılcı” hatta sembolik bulmaktayım. Bu oran, NATO'nun kendi üyelerine en azından son on yıldır önerdiği, hatta zorunlu kıldığı bir baremdir. Bu iki yıl içinde bu konu, ağırlık kazanmış ve bilhassa Trump'ın iktidara gelmesi ile yeni saldırı döneminin şifre “motto”su haline gelmiştir.
Macron, emeklilik yaşı ile ilgili toplumsal duyarlılığı ve tepkiyi yakından bilmektedir.
O nedenle bu sorunu ve aynı anlama gelmek üzere “yara”yı kaşıyacak herhangi bir sözden kaçınmaktadır.
Ancak, neo-liberal saldırganlığın “yatırımları hızlandırmak için, işverenlerin vergilerinde indirim yapmak” sözü ve politikasını ise ihmal edememektedir.
Bu programın aslında bir program olmadığı, belki de bir PR veya reklam ajansı tarafından hazırlandığını bile varsayılabiliriz.
Macron'un programı “ortalamacı” ve renk vermeyen bir programdır. Ne şiş yansın, ne kebap” programıdır.
Bu anlamda bütünlüklü değildir. Aslında tam uygulanmak üzere değil, salt seçim kazanmak üzere, gönülleri hoş tutmak üzere hazırlanmıştır.
Ama belki de bu programı bile Macron ve ekibi yazmamıştır.
Diğer merkez-sağ aday Fillon'un iddiası da bu yöndedir.
Fillon, Macron'un kendi seçim programını “kopyaladığı”, Macron'un duyurduğu bu programın: “Piagiat” “Plagiaire” çalıntı, apartma olduğunu iddia etmiştir.
Fillon haklı da olabilir. Ancak zaten bu tür programlar o denli “sade suya tirit” içeriksiz siyasal programlardır ki, artık her köşe başında, her seyyar satıcıda bu tür programlara denk gelebilirsiniz.
Fillon kamuoyu araştırmalarında önde görülürken, son iki ayda, gerilerden gelen Macron benzeri içerikte bir programla atak yapmış ve 2. tura katılmaya hak kazanmış iki adaydan biri oluvermiştir.
Peki bu nasıl olmuştur?
Macron daha genç ve yakışıklı, ya da daha sempatik midir?
Olabilir. Bu tür kişisel özelliklerin, bir tür “aura”nın fark yaratabileceği varsayılabilir.
Ancak ben doğrusu, “işkilli” birisiyim. Asıl farkın bu olduğuna inanmıyorum!
Bu yarışta sayısal/oransal fark kapatmanın, Macron'un Fillon'a karşı hatta hızla öne geçmesinin sebebinin başka yerde olduğunu düşünüyorum.
Bence farkı, ana akım medya sağlamıştır.
Çünkü, Fillon'un Macron karşısında bir temel “özürü”, eksiği ve “zaafı” vardır.
Fillon, Rusya'ya karşı ambargoya sıcak bakmamaktadır.
Macron ise, ateşli Atlantikçidir. Fark, bu kadar basit olabilir. Adayları; gelecekte ne yapacakları kadar, hatta daha çok “kim için”, “kimle beraber” iş yapacakları, “iş tutacakları” belirlemektedir.
Fillon'nun “güvenlik konsepti” Marie Le Pen'in güvenlik bakışını andırmaktadır.
Bu da, onun ana akım medya tarafından “sevgi görmemesini” ve sonuçta “oyun”dan düşmesini beraberinde getirmiştir.
Kaybeden aday Fillon, Marie Le Pen gibi NATO karşıtı değildir ama, ana akım medyaya yeterince “tad” vermemiştir.
Macron’u sermaye için çekici kılan ne?
Macron rüştünü ekonomi bakanı olarak aldığı kararlarla Fransa'yı Nuit Debout “tüm gece uyanık” eylemlerine sürükleyerek ispatlamıştır.
Sermaye düzeni, öyle her parlak siyasetçiyi, suyun başına getirmez.
Emmanuel Macron, “sıradışı” olduğunu, Hollande'nin hükümetinde SP'li bakan olarak görev yaparken gösterdiği “maharetle” belgelemiştir.
Bilindiği gibi Valls (1) hükümetindeki (solumsu) bakanlar Arnanaud Montebourg, Benoit Hamon (şimdi SP’nin cumhurbaşkanlığı adayı) ve Aurellie Filipetti hükümetten “siyasi yön“ tartışmaları nedeni ile ayrılmışlardır. Bu bakanlar SP'nin daha da sağ bir neo-liberal yol izlemesine karşı duruyorlardı.
Valls (2) hükümeti teşkil edildi. 28 Ağustos 2014'te Emmanuel Macron ekonomi bakanı olarak atandı. Bu yeni seçim ve atama Hollande'nin işverensever politikalarını daha görünür kılması ihtiyacı gereği idi. Macron da bu yönelimin bir unsuruydu.
“Loi Macron” adı ile bilinen kanun önerisi, Macron'un içinde yer aldığı, Hollande'nin cumhurbaşkanlığı, Valls'in başbakanlığı altındaki hükümetin “sosyal reformlar” adı altında bir neo-liberal denemesidir. Bu kanun tasarısı 17 Şubat 2015'te parlamentoya getirilmiştir.
14-15 Nisan 2016'dan itibaren Nuit Debout adı altında yükselen ve tüm dünyada, bu arada Türkiye’de de destek eylemleri yapılan bu sendikal ve kitlesel direnişe, ayrıca sokak hareketine (her gece uyanık kal!) yol açan sürecin başlangıcında Macron'un neo-liberal politika önerileri yer almaktadır.
Macron, bu manada “rüşt”ünü bu süreçlerde sermayeye ve egemenlere ispatlamıştır.
Marie Le Pen, hem nasyonalist hem sosyalist mi? Nasyonal-Sosyalist (Nazi) mi?
Irkçı sağın adayı Marie Le Pen ise, NATO'dan çıkılması gerektiğini ileri sürüyor.
Aynı biçimde Avrupa Birliği'nden çıkılması da programında yer alıyor (Frexit).
Le Pen, ayrıca TTİP/CETA/TİSA sözleşmeleri ile yeni bir serbest ticaret ve de-regülasyon sürecine girilmesine karşı duruyor.
Le Pen, 35 saatlik çalışma haftasını korumak isterken, salt Fransız vatandaşlarına iş hayatında öncelik/ayrıcalık tanımayı istiyor.
Le Pen, kontrolsüz, de-regüle serbest ticaret yerine: “akıllı korumacılık” diye adlandırdığı ekonomik politikayı hayata geçirmek istiyor.
Le Pen, devletin sağladığı sosyal destekleri azaltırken, buna paralel olarak üç alt gelir grubunun vergilerinde yüzde on iyileştirme yapmak niyetindedir.
Marie Le Pen, nasyonal (korumacı) ve olabildiğince toplumcudur (adaletçi). Yerleşik siyasal düzenin değerlerine burun kıvırmaktadır.
Marie le Pen'in kazanması halinde, onun ve Fransa'nın başına daha önce sağcı politikacı Avusturyalı Haider'in başına gelenler, (mutlaka) gelecektir, hatta fazlası… Uluslararası kurumlar, başta Avrupa Birliği, Marie Le Pen'in kazandığı seçim sonuçlarını uygulamaya sokmayacaklar ve ayak direteceklerdir.
Üstelik bu durum, şu an geçici olarak Trump'a burun kıvrılmasına, mızmızlanılmasına benzemez. Trump'a yapılanlar daha çok sıradan “rot-balans ayarı” yapılması karakterindedir.
Marie Le Pen'in kazanması ihtimalinde (ki bu, teorik olarak da, pratik olarak da mümkün görülmüyor) başına gelebilecekleri anlamak için müteveffa Avusturyalı Haider'in başına gelenleri tarihin tozlu raflarından çıkarıp hatırlamakta fayda olabilir.
Seçim sürecinde de gözlendiği üzere Marie Le Pen, “Sol” talepleri en çok aşıran ve kendi programına uyarlayan siyasal lider konumundadır.
O halde, Fransız emekçilerini “rahatlatıcı” talepler Marie Le Pen'in programına “sızmış mıdır”.
Bu, böyle söylenebilir mi?
Nasyonal-sosyalizm'in bu karakteri vardır, elbette.
“Front National” ve lideri Marie Le Pen, elbette faşistoid esintilere sahiptirler.
Ancak emekçileri, çalışanları, yoksulları “bölerek” (seçerek, birilerini-diğerlerine tercih ederek) destekleyeceklerini ilan etmektedirler.
Front National ve lideri Marie Le Pen göçmenleri, Yahudileri, eşcinselleri ve bir takım “ötekileri” dışlayarak geri kalan emekçileri, çalışanları, yoksulları desteklemeye söz vermektedir.
Front National ve lideri Marie Le Pen, nasyonal ve sosyalist bir hareket olarak örneğin Mussolini'nin Fascio'ları gibi bir ayrı yarı-askeri militan örgütlenme (henüz) ortaya koymamıştır.
Front National ve lideri Marie Le Pen, Yunanistan’daki “Altın Şafak” itleri gibi vurucu sokak çetelerini (henüz) kurmamıştır. Bazen faşizan hareketler, hükümeti ele geçirdikten sonra da kendi paramiliter organizasyonlarını oluşturabilirler. (Bakınız: Osmanlı Ocakları)
Ancak şimdiden, bu güçlerin -demagojik karakterleri ile mücadele etmeyi asla ihmal etmeden – “meşru olmadıklarını”, (anayasal) demokratik düzen içinde yer alamayacaklarını belirleyerek yürümemiz gerekir.
Bu manada, sistem içi güçlerin demokrasi adına Front National ve lideri Marie Le Pen ile aralarına koydukları mesafe, bu tavırları bizlerden farklı özellikler taşısa da, haklı ve doğrudur.
Fransız seçimlerinde sorunlu olan: Sistem içi güçlerin ve “düzen partileri”nin, Front National ve lideri Marie Le Pen'e karşı, ya da yükselmesi muhtemel diğer ırkçı-milliyetçi akımlara karşı, “meşru saymama” şeklindeki bu “açı farkı” uygulanırken, aynı zamanda, bu bahane ve vesileyle, Fransa'da emek yanlısı siyasi güçlerin de hep “dışarıda bırakılması” için gerekçe ve fırsat üretiliyor olmasıdır.
Bilhassa, Fransa’daki, -işi son aşamada en yüksek oy alan iki adaya bırakan seçim sistemi-, adeta Front National ve lideri Marie Le Pen gibileri bahane ederek “bizim takım”ı da sürekli dışarıda tutmaktadır.
Sosyalist parti adayının, ön seçimlerde % 6'yı aşamayacağı neredeyse “malûm”du. Ancak bu çevre, kaybedeceğini bile-bile, Melenchon'u desteklemekten imtina etti. Böylelikle Melenchon'un bir-iki puan oy daha alarak, Macron'la birlikte ikinci aşamaya kalması engellenmiş oldu.
Bu durum her seçimde aşağı-yukarı bu şekilde tecelli etmektedir. “Kötü” olanlara karşı blok karşı duruş çağrısı, sürekli olarak, “Sol'un kendi adaylarını ikinci aşamaya bile taşımalarını imkansız kılacak şekilde yürümektedir, bu hep böyle sonuç vermektedir.
Bu “döngü” bir yerinden artık kırılmalıdır.
Macron kazanacaktır, “düzen” rahat bir sonuç alacaktır
Sonuçta görünen köy kılavuz istemez.
François Hollande bile, partisinin eski üyesi, ve Hollande (kendi) hükümetinin eski ekonomi bakanı Macron'un, -aşırı-sağ'ı durdurmak için- desteklenmesini önermiş bulunuyor.
1968'in, Paris’teki gençlik ayaklanmalarının lideri “Kızıl Danny”, yani hem Almanya Grüne/Bündnis hem de Fransa Yeşillerinin bilinen ismi, ayrı zamanlardaki adayı, Daniel John Bendit de zaten “makûlün çağrısını” çoktan yapmış, Macron'un desteklenmesini önermişti.
Sistem partilerinin hepsi, bu arada Melenchon'u destekleyen Komünist Parti tabanı dahil diğerleri de hatta küçük oranlar kazansalar da varlıklarını hissettiren Troçkist partilerin tabanı da, şimdi Le Pen'e karşı gönülsüz olarak Macron'u destekleyeceklerdir.
Acı bir durumdur bu.
Fransa'da açık farkla Macron kazansa bile, ikinci bir “Cohabitation” kurulması gerekecek midir?
Hayır.
Cohabitation'un koşulları, yani iki güçlü ana siyasi akımın varlığı, Fransa siyasetinde artık yoktur.
Cohabitation: “Beraber yaşamak” birbirine tahammül ederek “bir arada durmak”tır.
Bu deyim, öncelikle Fransçois Mitterrand hala Cumhurbaşkanı iken, bu arada Meclis’teki çoğunluğu kaybetmesi üzerine yaygın olarak duyuldu. François Mitterrand, önce Jacques Chirac ile ardından ise Eduard Balladur ile “birarada iktidar” sürdürdü. Sosyalist Cumhurbaşkanı Mitterrand'ı atadığı hükümetin ve Meclis’in ağırlığı ise muhafazakarlardan oluşuyordu.
Tersi de gerçekleşti. Muhazafakar Jacques Chirac Cumhurbaşkanı olunca, bu kez Sosyalist Parti’den Lionel Jospin'in başbakanlığı ve Meclis gücü ile “Cohabitation” yaşadı.
“Cohabitation” iki ana siyasi blok'un parlamento varlığı üzerinde yükselmiştir. Cohabitation bu iki ana akımın birbirine üstün gelemediği koşulların ürünüdür.
Ancak, bu geleneksel iki “ana akım” Fransa (tahtırevalli) siyasetinde artık dağılmıştır.
Fransa'da muhafazakar cephe her zaman parçalı idi. Sosyalist partinin öncülük ettiği “Sol Blok” ise liderini kaybetmiştir. Sosyalist Parti ölmemiştir ama, komadan da çıkamayacaktır.
Macron kendi partisi/hareketi ile % 20 civarında oy ve dolayısıyla milletvekili çıkarabilir.
Ama her şartta Front National ve lideri Marie Le Pen, önemli bir oranda oy alacaklardır.
Ayrıca Melenchon'un temsil ettiği sol çatı yine % 20 oranında milletvekilini Meclis’e seçtirebilecektir.
Bu durumda Macron, geleneksel muhafazakar partilere ve kendi “En Marche” hareketine kısmen dayansa da Meclis’te karşısındaki “Front National” ve Sol blok iki ayrı rahatsız edici güç olarak onun başını ağrıtacaklardır. Hatta bu “rahatsız ediciler”in arasında Macron'un kendi eski partisi Sosyalist Parti’nin geride kalanları bile sayılabilir.
Bu anlamda, Fillon'un muhafazakar Republicans'ları yanı sıra, De Gaulle'cü ve diğer muhafazakar, ayrıca AB'ye tereddütlü duranlar ekibinin ne ölçüde parlamentoda temsil olanağı kazanacağı önemlidir.
Macron arkasına alacağı bu blok'un parlamentoda kırılgan da olsa, hangi oranda çoğunluk hatta mutlak çoğunluk sağlayacağını gördükten sonra, kendisine ait “program olmayan program”ı da uygulamakta sorunlar yaşayacağını görecektir.
Macron, ülke içerisinde yapacağı “bahar temizliği”nin kendi sınırlarının olduğunu, hareket alanının nasıl da kısıtlı olduğunu görecektir.
Macron ve dolayısıyla Fransız emperyalizmi, şimdi -çokça konuşulduğunun tersine- içeride değil asıl “dışarıda” iş tutmaya mahkum kalacaktır.
Bu manada, Macron'un programında yazanlar değil, asıl çok öne çıkarılmayanlar, hatta hiç yazılmayanlar Macron siyasetinin yakın gelecekte temel taşları olacaktır: “Daha fazla emperyalizm, daha fazla saldırganlık”.
Fransa, 10 uçak gemisi ve dünya çapında 700’ün üzerinde üssü olan büyük ağabeyle daha sıkı, daha yoğun birlikte “iş tutmak” durumunda kalacaktır.
Ana akım medya tarafından bizlere iyi pazarlanan, Macron'un piano çaldığı anlatılan o parmakları, şimdilik alay konusu yapılan abuk-sabuk / vulger Trump'la birlikte birçok emperyalist saldırının karar belgelerine imza atacaklardır.
Macron ile birlikte, önümüzdeki 4-5 yıl içerisinde Fransa, NATO içinde giderek daha aktif roller üstenecektir.
Ayrıca, Macron ile vay geldi, garibim Afrika'nın başına…