Elbette böyle bir değerlendirme, faşizmi nasıl kavradığımız ve ona karşı nasıl mücadele etmemiz gerektiği sorularından bağımsız yapılamaz. Bu nedenle günümüzde faşizme dair iki baskın yaklaşımı hatırlamak gerekir. Birincisi, faşizmi demokratik kurumların erozyonu, hukukun üstünlüğünün çöküşü ve yürütme yetkisinin tek elde toplanması gibi gelişmelerle açıklayan kurumsalcı okumadır. İkincisi ise faşizmi, kapitalizme kuruluşundan itibaren içkin olan ve özellikle kriz dönemlerinde yeniden devreye sokulan kolonyal şiddet biçimleriyle ve zora dayalı birikim süreçleriyle birlikte ele alan anti-kolonyalist Marksist yaklaşımdır. Faşizmi yalnızca kurumsal çöküşe indirgediğinizde—ona “faşizm” adını verseniz bile—mücadeleyi “kurumsal onarım” düzeyine sıkıştırır, faşizmin maddi altyapısına dokunamazsınız. CHP’nin yeni parti programı tam da bu açmazın güncel bir örneğidir.
Özgür Özel’in meydanlarda “faşizme meydan okuyoruz” sloganıyla yaptığı konuşmalar ve yeni parti programında parlamenter güçlenme, şeffaflık, denetim ve liyakat gibi normlara verilen ağırlık, bir demokratik restorasyon perspektifinin ifadesidir. Ancak programın sadece enerji, madencilik, savunma sanayi gibi bölümleri incelendiğinde bile, bu demokratik söylemle önerilen ekonomi-güvenlik politikaları arasındaki yapısal çelişki hemen görünür hâle gelir. Çünkü CHP, otoriterleşmeyi büyük ölçüde kurumların çöküşüyle açıklayan dar bir kurumsalcı çerçeveyi hem siyasal hem ekonomik düzeyde benimsemektedir. Bu çerçeve, hukukun üstünlüğünü yeniden tesis etmeyi ve devleti kalkınmacı-düzenleyici bir aktör olarak konumlandırmayı hedefler. Bu yaklaşımın kör noktası, faşizmin yalnızca siyasal krizlerden değil, savaş, ekstraktivizm ve zor yoluyla örgütlenen bir birikim rejiminden beslendiğini görmemesidir.
Kurumsalcılık ve Kalkınmacı Devlet
Bu sınırlılığın arka planında CHP’nin benimsediği ve son yıllarda özellikle Daron Acemoğlu gibi iktisatçıların popülerleştirdiği kurumsalcı yaklaşım bulunur. Bu yaklaşım, kapitalist küresel rekabetten söz ederken analiz birimi olarak ulusal ekonomileri esas alır ve rekabet gücünü artırma sorumluluğunu doğrudan ulus-devletlere yükler. Devletin artan düzenleyici rolü “kamu yararı” ve “kurumsal kapasite” çerçevesinde sunulurken, küresel rekabeti belirleyen asıl gerilimlerin, yani sermayenin farklı kesimleri arasındaki çelişkilerin üzeri örtülür ve kapitalist rekabet ulusal ekonomilerin güçlendirilmesi üzerinden meşrulaştırılır.
Bu teori faşizm bağlamına taşındığında tamamen sorunlu hâle gelir. Zira günümüz faşizmlerinde devletin zor aygıtları belirli sermaye kesimlerini yaratmak, genişletmek veya tasfiye etmek için ekonomi alanına doğrudan müdahale aracı olarak kullanır. Birikim süreci ekonomi dışı zorun bizzat kurucu aktör hâline geldiği bir çerçevede işler. Kurumsalcı yaklaşım ise bu dönüşümü teknik bir bozulma — “rant ekonomisi”, “eş-dost kapitalizmi”, “yolsuzluk”— olarak okuyup çözümü şeffaflık ve liyakatte arar. Oysa zorun bizzat birikim mekanizması hâline geldiği bir rejimde bu öneriler ya tamamen işlevsiz kalır ya da örtük biçimde büyük sermayeye kaynak aktarımını yeniden üreten düzeneklere dönüşür. Dolayısıyla mesele yalnızca kurumsal tasarım değil; stratejik alanlarda hangi birikim rejiminin yeniden kurulduğudur. Bu noktada enerji, madencilik, savunma sanayii, güvenlik ve dış politika gibi alanlara bakmak, kurumsalcı söylem ile geç faşist birikim mantığı arasındaki uyumu açıkça görünür kılar.
Enerji ve Madencilik Politikaları: Faşizmin Ekstraktivist Mantığı
CHP’nin enerji ve madencilik politikalarına yakından bakıldığında ekstraktivist mantığın büyük ölçüde sorgulanmadan korunduğu görülür. Kamu yararı, ekolojik denge ve sürdürülebilirlik gibi ilerici ifadelerle çevrelenen bu bölüm, özünde devletçi bir ekstraktivist modernizasyon modelini savunur. Türkiye’nin enerjide “koridor değil merkez ülke” olması hedefi, ülkenin enerji-jeopolitiğinde daha proaktif ve müdahil bir pozisyon üstlenmesini öngörür. Nadir Toprak Elementleri ve kritik madenler ulusal güvenlik ve ekonomik bağımsızlığın stratejik altyapısı olarak sunulur; çıkarma, rafinasyon ve ileri teknoloji üretiminin bütünüyle ülke içinde gerçekleştirilmesi planlanır. Savunma sanayiinin yerlileştirilmesi ve teknolojik atılım kapasitesi doğrudan bu madencilik modeline bağlanır. Bu çerçeve “yeşil dönüşüm” söylemiyle paketlenmiş olsa da savaş-ekstraktivizm ilişkisinin tam merkezindedir. Dolayısıyla CHP programı geç faşizmin savaş ekonomisi, enerji-jeopolitiği ve madencilikle iç içe yürüyen birikim rejimini “kamucu” bir makyajla yeniden üretmektedir.
Savunma, Güvenlik ve Dış Politikada Alt-Emperyal Süreklilik
Programın savunma sanayii bölümünde de benzer bir süreklilik vardır. CHP savunma sanayiini hem ekonomik kalkınmanın lokomotifi hem de teknolojik dönüşümün ana ekseni olarak tanımlar. Yerlileşme, ihracat artışı, yüksek teknoloji AR-GE’si ve savunma-sivil sanayi entegrasyonu, TBMM denetimi gibi kurumsalcı bir çerçeveye yerleştirilir. Savunma sanayiinin böyle tanımlanması geç faşizmin mantığına bütünüyle uygundur: savunma sanayii yalnızca güvenlik üretmez; sermaye birikimini hızlandırır, toplumsal militarizasyonu derinleştirir ve dış politikada bölgesel nüfuz kapasitesini artırır. CHP’nin programı bu yapıyı sorgulamayıp daha rasyonel ve kurumsal bir formda genişletmektedir.
Güvenlik ve dış politika bölümleri de içeride kolonyal düzenekleri, dışarıda alt-emperyal bir vizyonu yeniden kurar. “Terör”, “düzensiz göç”, “organize suçlar”, “siber tehditler” gibi farklı olgular tek bir militarize güvenlik çerçevesinde bir araya getirilir. Sınır güvenliğinin “tavizsiz” biçimde sürdürülmesi, mevcut militarize sınır rejiminin aynen devamı anlamına gelir. Kolluk reformu ise kolonyal güvenlik mimarisini sorgulamayan, yalnızca onu daha öngörülebilir ve denetlenebilir hâle getirmeyi hedefleyen bir çizgide kalır. Dış politikada AB-NATO eksenine güçlü vurgu, Doğu Akdeniz’den Orta Asya’ya uzanan geniş bir coğrafyada etkinlik iddiası ise klasik bir alt-emperyal stratejinin güncellenmiş versiyonudur.
Kürt Meselesi, Savaş Ekonomisi ve Programdaki Sessizlik
Bu bütünlük içinde bakıldığında CHP’nin programında Kürt meselesine dair kapsamlı bir çözüm önerisinin bulunmaması tesadüf değildir. Çünkü savaş ekonomisi, sınır güvenliği rejimi, kolonyal iç yönetim ve ekstraktivist büyüme modeli üzerine kurulu bir kalkınmacı devlet tahayyülü, Kürt meselesinde demokratik bir çözüm perspektifiyle yapısal olarak çelişir. Programdaki sessizlik bir ihmal değil, CHP’nin benimsediği birikim stratejisinin mantıksal sonucudur. Kürt meselesi bu modelin kurucu eksenlerinden biri olduğu için, çözüm önerisi sunmak bizzat üzerinde yükseldiği ekonomik ve güvenlik politikalarını sorgulamayı gerektirir. Sonuç olarak CHP programının siyasal hattı, faşizmin yalnızca kurumsal yüzünü bir ölçüde hedef almakta; onun ekonomi-politiğini kuran maddi ilişkilere ise dokunmamaktadır. Parti ne savaş merkezli birikim modeline, ne ekstraktivist enerji stratejilerine, ne de kolonyal güvenlik rejimine karşı gerçek bir alternatif sunmaktadır. Bu nedenle anti-faşist bir kopuş, hem iktidar blokunun sürdürdüğü birikim rejimiyle hem de bu rejimi kurumsal restorasyonla yeniden üretmeye çalışan çizgiyle eşzamanlı bir hesaplaşmayı gerektirir. Böyle bir kopuşun yönü, üçüncü yolu stratejik
04.12.2025
