Etienne Balibar’dan Paris saldırıları sonrası: Savaşın içinde – Seçtiklerimiz
Çeviri: Barış Satılmış
Bu göçebe, tanımsız, çok şekilli ve asimetrik savaşta Akdeniz’in “her iki yakasındaki” toplumlar da rehin alınmış durumda. Ve Avrupa’nın neredeyse yeri doldurulamaz bir işlevi var.
Evet, savaştayız. Ya da daha çok bundan böyle hepimiz savaşın içindeyiz. Darbeler vuruyoruz ve karşılığında darbeler alıyoruz. Bu korkunç olayların sonuçlarının acısını yaşıyor ve yas tutuyoruz ve üzülerek başkalarının da olacağını biliyoruz. Öldürülenlerin hiçbirinin yeri doldurulamaz.
Ama hangi savaştan bahsediyoruz? Bu savaşı tanımlamak kolay değil çünkü zaman içinde birbirine katılmış ve bugün içinden çıkılmaz gibi görünen çeşitli türlerden oluşuyor. Devletlerarası savaşlar (‘IŞİD’ gibi sözde devlet bile olsa); ulusal ve uluslararası iç savaşlar; “medeniyet” savaşları (veya kendini böyle görenleri); çıkar ve emperyalist hegemonya savaşları; din ve mezhep savaşları (veya bu şekilde açıklananlar). Bu, (sağlam kurtulabilirsek) bir gün çok eski tarihli paralelleri olan Peloponez Savaşı, Otuz Yıl Savaşları veya daha yakın tarihli olarak 1914-1945 arası “Avrupa iç savaşı” ile karşılaştıracağımız, yirmi birinci yüzyılın büyük statis’i veya ‘bölünmüş şehri’…
Kısmen Ortadoğu’daki ABD saldırısının (11 Eylül öncesi ve sonrası) bir sonucu olan savaş, her biri kendi hedeflerine sahip olan Rusya ve Fransa’nın artık esas rolü oynadığı saldırılardan sonra yoğunlaşmış durumda. Savaşın, aynı zamanda, hepsi de bölgesel hegemonya kurmak isteyen devletler arasındaki şiddetli rekabette yatan kökenleri var: İran, Suudi Arabistan, Türkiye, hatta Mısır ve kısmen bu grup içinde şu anda tek nükleer güç olan İsrail. Bu savaş, şiddetli ve kolektif bir dışavurumla kolonileşme ve imparatorluğun çözülmemiş tüm meselelerini kızıştırıyor: bastırılmış azınlıklar; keyfi sınırların oluşturulması, sömürülmüş yeraltı kaynakları, tartışmalı etki alanları, devasa silah anlaşmaları. Gördüğümüz gibi savaş, “diğer taraftaki” toplumlar arasında destek arıyor ve arada sırada buluyor da.
Ama belki de daha kötüsü, antik “teolojik nefretleri” yeniden aktif hale getirmesi: İslam içindeki bölünmeler, tek tanrılı dinler ve seküler ikameleri arasındaki çatışmalar. Açık olalım; hiçbir din savaşının nedeni tek başına dinin kendisi değildi: her zaman gizli baskı eğilimleri, iktidar çatışmaları, ekonomik stratejiler, aşırı varlık ve aşırı fakirlik oldu. Ama dinin (veya “karşı dinin”) “yasaları” işin içine girdiğinde düşman lanetlenmiş olduğundan bunu izleyen zalimlik tüm sınırları aştı.
Korkunç barbarlık kafasını kaldırdı, kendisini IŞİD’in kafa kesmeleri, köleleştirilen kadınlara tecavüz ve insanlığın kültürel hazinelerinin yok edilmesi gibi kendi şiddetinin deliliği ile güçlendiriyor. Ama bunların dışında, şimdi öldürülen her teröriste karşı dokuz sivilin öldürülmüş olduğunun kanıtlandığı, Nobel ödülü sahibi Obama’nın “drone savaşları” gibi görünüşte daha “mantıklı” zalimlikler de üretiliyor.
Bu göçebe, tanımsız, çok şekilli ve asimetrik savaşta Akdeniz’in “her iki yakasındaki” toplumlar da rehin alınmış durumda. Madrid, Londra, Moskova, Tunus, Ankara ve Beyrut saldırılarından sonra Paris saldırılarının kurbanları ve sevdikleri ve komşuları; hepsi rehin alınmış durumda. Sığınak arayan veya Avrupa kıyılarında binlercesi kendi ölümüne giden mülteciler rehine. Türk ordusu tarafından bombalanan Kürtler rehine. Devlet terörünün, fanatik cihat ve yabancı ülkelerin bombardımanın demir kıskaçları arasında sıkışmış Arap ülkelerinin tüm vatandaşları rehine.
Peki, ne yapabiliriz? Öncelikle her ne pahasına olursa olsun birlikte düşünmeli ve intikama yönelik her türlü korku, bileşim ve dürtüye direnmeliyiz. Elbette terörist eylemleri engellemek ve bunları etkisiz hale getirmek ve mümkünse failleri ve dahil olan suç ortaklarını yargılamak ve cezalandırmak için istihbarat ve güvenlik, sivil ve askeri koruma açısından gerekli tüm önlemleri almalıyız. Ancak bunu yaparken, kendini vatansever olarak niteleyenler tarafından kökleri, inançları veya yaşam biçimleri nedeniyle “iç düşman” olarak dışlanan vatandaşlara ve ikamet eden insanlara karşı nefret eylemleri konusunda “demokratik” devletlerin tam olarak uyanık olmasını talep etmeliyiz. Ve dahası: aynı devletlerin -güvenlik aygıtlarını güçlendirirken- kendi meşruluklarının da temeli olan kişisel ve kolektif haklara saygı duyması gereklidir. “Vatanseverlik Yasası” ve Guantanamo örnekleri bize bunun kolay olmadığını gösteriyor.
Ama hepsinden öte barış, başarması ne kadar zor görünse de yeniden gündeme alınmalıdır. Barıştan bahsediyorum; “zaferden” değil: Korkaklıktan veya ödün vermekten veya kontr-terörden değil; cesaretin ve inadın kalıcı, adil barışından. Medeniyetlerimize ama aynı zamanda ulusal, dini, kolonyal, neokolonyal ve postkolonyal çatışmalarımıza sebep olan, paylaşılan bu denizin iki yakasında, ilgilenen herkes için barış. Bu hedefin yerine getirilebilirliğiyle ilgili kendimi kandırmıyorum. Ama bunun yaratabileceği ahlaki tepki dışında, felakete direnebilecek politik inisiyatiflerin nasıl daha net biçimde canlandırılabileceğini veya açıkça anlatılabileceğini anlayamıyorum. Üç örnek vereceğim.
Zincirin bir ucunda uluslararası hukukun etkinliğinin yeniden sağlanması ve bunun sonucu olarak (ABD’nin tek taraflı “egemenlik” talepleri, insani ve askeri amaçların birbirine karışması, küresel kapitalizmin “denetimine” boyun eğmekle ve blokların yerini alan bağımlı ülkelerin politikaları ile sıfıra inen) BM otoritesinin yeniden sağlanması var. Bu nedenle örgütün temellerini yeniden çalıştırmak anlamına gelen ve başlangıç olarak birbiri ile ancak olumsuz hedeflerde fikir birliğine varan birkaç gücün diktatörlüğü yerine, Genel Kurul ve “bölgesel koalisyonlara” yetki vererek kolektif güvenlik ve çatışmayı önleme gibi fikirleri yeniden canlandırmalıyız.
Zincirin diğer ucunda sınırları aşmak, ve ilk ve en önemli olarak, bunları kamusal alanda ifade etme kapasitesini gerektiren, inanç ve zıt varlıklar çatışmasını aşacak vatandaşlar inisiyatifi var. Hiçbir şey tabu olmamalı ama tanım gereği gerçek muhakeme veya çatışmadan daha önce var olmadığı için hiçbir şey de tek bir bakış açısından görülmemeli. Bu nedenle seküler ve Hıristiyan Avrupalılar totaliter girişimleri meşrulaştırmak için cihatın kullanımına dair Müslümanların ne düşündüğünü ve buna karşı “içerinden” direnmek için ne gibi araçlara sahip olduklarını bilmeliler. Aynı şekilde Güney Akdeniz’in Müslümanları (ve Müslüman olmayanları) daha önce baskın olan “Kuzeyli” ulusların ırkçılık, İslamofobi ve neokolonyalizm anlamında neler düşündüğünü bilmeliler. Hepsinden öte “Batılılar” ve “Doğulular” birbirlerinin adına konuşmanın riskini alarak yeni bir evrensellik dilini birlikte inşa etmeliler. Sınırların kapatılması, bunların yükü, tüm bölgedeki toplumlarımızın çok kültürlülüğünün hiçe sayılması zaten bir iç savaş.
Ancak bu perspektiften bakılınca, Avrupa’nın, şu anki çöküntüsünün tüm semptomlarına rağmen veya daha çok bunları acil olarak iyileştirmek için, yerine getirilmesi gereken neredeyse yeri doldurulamaz bir işlevi var. Her ülkenin geri kalanların hepsini çıkmaza sürükleme becerisi var ama her ülke birlikte çıkış stratejileri oluşturabilir ve koruma inşa edebilir. “Mali kriz” ve “mülteci krizinin” ardından gelen savaş, Avrupa bu savaşa karşı koymazsa, onu yok edecek. Demokrasilerin güvenliğinin hukukun üstünlüğü pahasına olmadığını garanti edebilecek ve kendi toprağı üzerinde yaşayan toplumların çeşitliliği içinde yeni bir kamuoyu oluşturmak için malzeme arayabilecek uluslararası hukukun yeniden inşası için çalışabilecek olan Avrupa’dır. O halde vatandaşlarının (yani hepimizin) bu gereksinimlere uygun yaşamasını talep etmek imkânsız mıdır? Belki. Ama hala mümkün olanı yapmak veya bunu yeniden mümkün hale getirmek bizim sorumluluğumuzdur.