Almanya’da yayın yapan ve oradaki Sol Parti (Die Lİnke) çevresinde yakından takip edilen Die Junge Welt’in muhabirleri Süheyla Kaplan ve Nick Brauns Ertuğrul Kürkçü ile konuştular, Kürdistan İşçi Partisi’nin (PKK) cezaevindeki lideri Abdullah Öcalan ile devlet yetkilileri arasında süregiden müzakereler, PKK’nin silahlı mücadeleye son vermesi ve Kürt hareketinin Türkiye’deki sosyalistlerle stratejik ittifakı hakkında sorular sordular. Bu söyleşiye dün Junge Welt‘in hafta sonu ekinde yer verildi. Ancak gazete, yer darlığı ve diğer teknik sebeplerle Kürkçü’nün söylediklerini kısaltmış, bazı sorularda de buna göre değişiklik yapmıştı. Biz söyleşinin tümünü orijinal haliyle yayımlıyoruz. – SH
• Şubat ayı sonunda Abdullah Öcalan PKK’ya silahlarını bırakıp dağılma çağrısında bulundu. PKK’nın 12. Kongresi Mayıs ayında bu çağrıyı kabul etti ve buna uygun kararlar aldı. Ancak Öcalan ve PKK’ya Türk devleti tarafından ne tür bir karşılık verileceği ve hangi güvenlik garantileri verildiği henüz belirsiz. Şu ana kadar somut bir reform adımı atılmadı. Buna karşılık, Türk ordusunun Kuzey Irak’taki gerillalara yönelik saldırıları devam ediyor. Kürt hareketi aldatılmış mı oldu??
“Aldatılmışlık” ciddi bir siyasi tartışmanın dışarıda bırakması gereken bir varsayım. Sonuçta 40 yıl aralıksız sürerek yaşam ve siyaset tarzı haline gelen bir mücadele biçiminin ve bunun tarafından belirlenen bir toplumsal ve politik ilişki tarzının kategorik olarak terki hakkında konuşuyoruz. Bu, stratejik, varoluşsal bir karar. On binlerce insanın onayına tabi olan bu mahiyetteki bir karar ancak derin bir muhasebenin ürünü olabilir. Öte yandan, Öcalan ve -bu sürecin başlangıcında devlet/hükümet cephesinde adı en çok öne çıkan kişi olarak- Devlet Bahçeli kararların herhangi bir vaade dayalı olarak alınmadığını açıkça ifade ettiler. Ben bu olayda quid pro quo’nun [bir şey karşılığında başka bir şey-SH] her iki taraf için de çatışmaya son verilmesinden doğan durumun ima ettiği bütün olasılıklar olduğu kanaatindeyim. Böylece Öcalan ve devlet arasında bu sürecin önünü açmak üzere varılan zımni anlaşmanın (implizite Vereinbarung) şu olduğunu düşünmek yerinde olur: Kürtlerin hak ve özgürlükleri ve bu hak ve özgürlüklerin sınırlarının nereden geçeceğine ilişkin mücadele meşru kabul edilecek bu meşruiyet tartışması açık siyaset alanında ve silahsız yapılacaktır.
Öcalan 27 Şubat 2025 deklarasyonunda bu bağlamı şöyle ifade etmişti: “Kimliklere saygı, kendilerini özgürce ifade edip demokratik anlamda örgütlenmeleri, her kesimin kendilerine esas aldıkları sosyo-ekonomik ve siyasal yapılanmaları ancak demokratik toplum ve siyasal alanın mevcudiyetiyle mümkündür.”
Bu zımni anlaşma, çatışmasızlığın Kürt sorununun çözümü doğrultusunda bir politik açılıma dönüştürülmesine yönelik bir “iklim” yaratma imkânı dışında kamuoyuna beyan edilmiş hiçbir somut vaade dayanmıyor. O nedenle kimsenin kimseyi aldattığını söylemek mümkün değil. Burada elbette herkes Öcalan ve PKK’nin dönem tahlilleri ve teşhislerinin doğruluğu veya yanlışlığı konusunda epistemolojik bir eleştiride bulunma hakkına sahip, ancak varılan sonucu aldatma-aldatılma geriliminin içerdiği etik bağlama taşımak konuyu çözümlemekte bir işe yaramaz.
• Gerilla üyelerinin Türkiye’ye dönmelerini sağlayacak bir af veya siyasi tutukluların serbest bırakılması gibi bazı önlemler, hükümet ve parlamento tarafından iktidardaki AKP-MHP ittifakının çoğunluğu ile kararlaştırılabilir. Neden bu tür adımlar bile şimdiye kadar atılmadı?
Doğrusu, PKK/Öcalan ve devlet arasındaki ilişkilerin Kürt kamuoyunu tatmin edecek düzeyde olmasa da, özellikle PKK’nin “silah bırakma” kararının sembolik olarak kuvveden fiile geçtiği (von der Möglichkeit zur Wirklichkeit) 11 Temmuz sonrasından başlayarak, bazı başkalaşımlara uğramakta olduğu söylenebilir. Örneğin birinci soruda yer alan “Kuzey Irak’taki gerillalara yönelik saldırılar”ın miktar ve şiddetinde gözle görülür bir düşüş var. Buna karşılık, Kuzey ve Doğu Suriye’deki Özerk Yönetim (DAANES) ile Şam arasındaki merkeziyetçilik-ademi merkeziyetçilik (Zentralismus – Dezentralismus) ihtilafı yükseldikçe Dışişleri Bakanı Hakan Fidan ve Savunma Bakanı Yaşar Güler’in Kuzeydoğu Suriye’deki Kürt varlığına yönelik harekât hazırlıklarından söz ettikleri işitiliyor. Türkiye ve Şam yönetimiyle yakın bağlar içindeki Kürt düşmanı Arap aşiret liderlerinin son zamanlarda Suriye Demokratik Güçleri’ne dönük saldırı planlarını dillendirdikleri de bir gerçek.
Özetle rejimin “çatışma çözümü” (Konfliktlösung) doğrultusundaki kendi zihniyet sınırlarının da ötesinde, güvenlik ve savunma elitleri arasında “çözüm”e nereden başlanıp nerede durulacağı konusunda bir mutabakat olmadığı anlaşılıyor. Öte yandan Kürt sorununun esasen İran, Irak, Suriye ve Türkiye topraklarında cereyan etmekte olan bir uluslararası sorun olmasından ötürü, Kuzey Kürdistan’da (Türkiye) atılacak bir adımın Batı Kürdistan’da (Rojava=Doğu ve Kuzey Suriye) yol açabileceği karşılıklı sonuçlar Ankara’yı tereddüde sürüklüyor. Üçüncüsü, şu ana kadar yaklaşık bir yıllık bir döneme yayılan görüşmeler sonrasında kamuoyu yoklamaları AKP lehine hiçbir olumlu gelişmeyi işaret etmiyor. Tersine milliyetçi oyların AKP ve MHP’ye rakip ve sürece karşı olan alternatif milliyetçi partilere kaydığı görülüyor. Milliyetçi kampta gelişmelerden PKK’nin kazançlı çıktığı algısı yükseliyor. Nihayet, en başta söylediğim gibi rejimin zihniyeti hak tanıma konusundaki geleneksel “çok az ve çok geç” formülünün ötesine geçemiyor.
Bununla birlikte, süreci esasen politik zeminlerde değil istihbarat ve güvenlik zeminlerinde yürütmeyi esas aldığı için, rejimin geleceğe dönük tasavvurlarını kamuoyunda tartışmaya açmaktan çok MİT üzerinden PKK ve Öcalan ile müzakereyi tercih ettiğini ve kimi olumlu adımların gerisinde bu tür temasların rol oynadığını varsayabiliriz. Eski bir Türkçe özdeyişe göre “ateş olmayan yerden duman çıkmaz”. Süreci algılamak açısından laflardan çok, dumanı takip etmek daha yerinde olabilir.
• MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, geçen sonbaharda Öcalan’ın PKK’nın dağılmasını ilan etmek üzere parlamentoya davet edilmesi önerisiyle mevcut süreci başlattı ve böylece o zamana kadar idamını talep ettiği Kürt temsilcisinin otoritesini tanıdı. Bunun için Bahçeli, sağdan – İYİ gibi MHP’den ayrılan gruplar tarafından – “hain” olarak saldırıya uğradı ve MHP, aşırı milliyetçi kesimde daha fazla oy kaybetme tehdidiyle karşı karşıya kaldı. Peki, Bahçeli’nin Öcalan ile birlikte böyle bir girişim başlatmasının nedenleri neydi?
Devlet Bahçeli’yi devlet cephesinde tek başına ele almak doğru olmaz. Bahçeli’nin Erdoğan ile bu konuda tam mutabakata varmaksızın adım attığını düşünmek Türkiye siyaseti, devletin işleyişi ve iktidar blokunun mekaniği göz önünde tutulduğuna anlamlı sayılmaz. İmralı’nın anahtarı Erdoğan’da. Ordu, güvenlik, istihbarat, yargı ve yasama süreçleriyle kamu medyası ve ana akım medyanın yanı sıra din ve diyanet işlerinin tamamı Erdoğan ve Erdoğancıların kontrolünde. MHP ve diğer sağcı ve milliyetçi kadrolar kimilerinde belli ağırlıklara sahip olsalar da bu kurumları yönetmiyorlar. O nedenle Türkiye’nin en önemli ihtilafının gidişatında dramatik bir dönüşüm anında rol paylaşımının bu sürecin yönetimi hesaba katılmadan yapılmış olacağını düşünmek zorlama olur. Bununla birlikte, Bahçeli’nin, yaslandığı “Türk Milliyetçiliği” müktesebatına (Erfahrungsschatz) dayanarak daha kararlı ve kapsayıcı ifadelerle konuştuğu, özellikle Öcalan’ın Kürtlerin bugünü ve geleceğinde oynadığı ve oynaması muhtemel rolü ve kabiliyetlerini daha iyi okuyarak, Kürtler için akılda kalıcı ve onurlandırıcı ifadelerle konuştuğu muhakkak. Bundan da önemlisi Bahçeli’nin öne çıkarak bir anlatı oluşturması, devletin toplumsal ölçekte yeterli psikolojik hazırlık olmaksızın başlattığı diyalog girişimine karşı milliyetçi tabanda uyanması muhtemel reaksiyonu en aza indirmek ve “proje”ye milliyetçi bir fasad (Fassade) oluşturmak açısından rakipsiz olmasıyla ilgili.
Devletin (hem büyük hem küçük harfle), bu manevraya girişmekteki amacı bir sır değil: Kürtlerle bir “tarihsel ittifak oluşturmak”. Bahçeli ve Erdoğan olumlu bir popüler anlam kazandırmak ihtiyacıyla bunu “Türk-Kürt kardeşliği” olarak adlandırdılar. Öcalan da bu adlandırmayı içermeyi tercih etti.
Rejim açısından bu “ittifak”ın iki temel gerekçesi var: Birincisi, uluslararası siyasal iklimdeki sertleşme ve İsrail-Filistin, İsrail Suriye ve İsrail-İran çatışmalarının Türkiye sınırlarına yaklaşması karşısında Türkiye’nin askeri kapasitesinin tamamını sınırların ötesine yönlendirebilecek şekilde içeride Kürtlerle 40 yıldır süregiden silahlı çatışmaya son vermek. Bunu Tayyip Erdoğan sık sık “iç cepheyi” tahkim etmek olarak niteliyor. İkincisi, iç politikada özellikle PKK’nin hitap alanındaki Kürtlerin desteğini kazanamasa da onları tarafsızlaştırmak.
2015 yerel seçimlerinden beri AKP tek başına hükümet kuramıyor. 2024’ten bu yana da, bütün büyükşehirlerin yerel yönetimlerini CHP’ye kaptırmış olmanın da ötesinde, kamuoyu yoklamalarının hemen hiçbirinde birinci parti olarak görünmüyor. Enflasyon kontrol altına alınamadığı, işsizlik önlenemediği gibi, gelir dağılımı eşitsizliği derinleşti. 2015’te en zengin yüzde 20’nin milli gelirdeki payı yüzde 46,5 iken, en yoksul yüzde 20’nin payı yüzde 6,1 idi. 2023’te en yoksul yüzde 20’nin gelirleri yüzde 6,1’de sabit kalırken en zengin yüzde 20’nin payı yüzde 48,7’ye yükseldi. Bu “en yoksul yüzde 20” içinde Kürtler’in yanında AKP seçmeninin bir bölümü de var. Kürtler’in 2015’ten bu yana iktidar bloku karşısında, fiilen ya da “demokrasi ittifakı” yaklaşımı çerçevesinde, seçimlerde siyaseten ana muhalefetin desteğini alma veya ona destek verme eğiliminin süregitmesi Cumhur İttifakı için bir ölüm korkusu halini aldı.
AKP ve MHP için konunun kamuoyuna takdiminde öne çıkarılan “iç cephe kardeşliği”nin sahici bir askeri ya da stratejik önceliği yok. Bu, konuyu bir “ulusal dava” bağlamına oturtarak Kürtlerin özgürlük mücadelesinin radikal demokratik çekirdeğinin çevresindeki ikincil ve üçüncül halkaların oy verme yaklaşımını değiştirmeye ve milliyetçi tabanda meşruiyet ve rıza üretmeye yönelik bir kurgu. Nitekim Tayyip Erdoğan, geçtiğimiz ay partisinin fonksiyonerleriyle yaptığı bir toplantıda süreci istismar eden bir yorumla “AK Parti, MHP ve DEM Parti beraber yürümeye karar verdik; bir adım atana her türlü kolaylığı sağlarız, çıkış yolu arayana kapıyı ardına kadar açarız” diyebildi. DEM Parti’den gelen kategorik itirazın ardından AKP sözcüsü, bu ifadenin siyaseten değil, çatışma çözümü kapsamında sarf edildiğini söyleyip bu sözleri geri almak zorunda kaldı.
Ancak Türkçe’deki deyimle “mızrak çuvala sığmaz”. Erdoğan başından beri bu süreci başlatmasının adil ve demokratik bir dönüşümle değil, 2028 seçimlerinde iktidarı ve tek adam rejimi koruyacak bir politik yığınak oluşturmak ve muhalefetin bütünleşik bir ittifak kurmasını güçleştirmek için Kürtleri muhalefetten uzaklaştırmakla ilgili olduğuna ilişkin aklımızla gördüğümüz gelişmeyi ve muhalefetin iddialarını nihayet bir lapsus ile doğrulamış oldu.
• Bu sürece girme motivasyonu konusunda Bahçeli ile Erdoğan arasında farklılıklar var mı ve bunlar çözüm sürecini nasıl engelleyebilir?
Bence aralarında bir ihtilaf ya da bir motivasyon farkı yok. Kaldı ki, Anayasal olarak Cumhurbaşkanlığına bir kez daha aday olması imkânsız olduğu halde, Erdoğan’ın “tekrar aday olma derdim yok” demesine Bahçeli’nin kategorik olarak karşı çıktığını biliyoruz. Bahçeli, bu olasılığı şöyle değerlendirmişti: “Türkiye Cumhuriyeti’nin ve Türk milletinin, yeni yüzyılın yol haritasını çizen Sayın Recep Tayyip Erdoğan’a çok ihtiyacı olduğu tartışmasız bir tarih ve hayat gerçeğidir. Derdi vatan ve millet olan bir Cumhurbaşkanının yolundan caymaya hakkı yoktur. Kaldı ki bu durum, bugünkü şartlarda ne ülke ne de bölgesel ve küresel gelişmelerle uyumludur.”
• PKK’nın dağılma açıklamasının ardından Türk devleti tarafından atılan az sayıdaki pratik adımlardan biri, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde “Ulusal Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu”nun kurulmasıdır. Böyle bir komisyon hakkında ne düşünülmelidir ve bu komisyonun Kürt sorununun gerçek bir çözümüne ne gibi fırsatlar sunacağı düşünülmektedir?
Bu süreçle birlikte Türkiye’nin siyasal rejimi değişmedi. 2017 Anayasa değişikliğiyle birlikte Türkiye’nin siyasal rejimi -eğer faşizm demeyeceksek- Rusya’dakine benzer bir biçimde Cumhurbaşkanı merkezli ve yürütme odaklı, denge ve denetleme mekanizmaları kağıt üzerinde görünse de işlemeyen, alaturka bir otokrasiye dönüştü. TBMM bu otokrasinin incir yaprağı. Öte yandan komisyonun kendi başına kanun yapma yetkisi yok. Teklif edeceği kanun tasarıları ya da alacağı kararlar parlamentoda basit çoğunluk esasına göre oylanacağı için, Komisyon’dan çıkan Saray’ın istemediği hiçbir kanun teklifinin TBMM’den geçmesi söz konusu değil.
Bununla birlikte bu komisyon özellikle ana muhalefet partisi CHP’nin de katılımıyla, Kürt Sorunu çözülmedikçe Türkiye’nin demokratik bir dönüşüm geçiremeyeceğine yönelik “çözüm ve barış” paradigmasının parlamentodan başlayarak tüm kamuoyunda meşru ve olumlu olarak yankılanması açısından önemli bir platform, bir yüksek kürsü oluşturuyor. Sivil toplumun, akademi, medya, insan hakları kuruluşları ve uzmanların düşüncelerini Komisyon’da paylaşmaya davet edilerek resmiyet dışındaki alternatiflere de bir mecra sunulması, hükümeti “çözüm” yönünde manevi baskı altına alabilir ve çatışma ve savaş yanlılarının seslerinin kısılmasına katkıda bulunabilir. Kurulan Komisyon bu nitelikleriyle esasen Kürtlerin talebiydi ve iktidar bloku “silahların yakılması” sonrasında Komisyonu kabul noktasına gelmeye kendisini mecbur hissetti. Komisyondan “genel af” çıkartılması ve “Terörle Mücadele Yasası”nın düşünceyi terör sayan hükümlerinin kaldırılması yönünde çıkacak kanun teklifi tasarılarının olumlu bir kamuoyu oluşmasına katkı yapması mümkün. Ancak çözüm yeri bu Komisyon değil, genel siyasal ve toplumsal mücadelelerin bağrı.
• Bahçeli, bu süreçte hızla değişen Ortadoğu’da devletin çıkarlarını göz önünde bulunduruyor olabilir. Kendisi de hedef olarak “terörden arındırılmış bir Türkiye”den söz ediyor. Bazı DEM Parti üyeleri gibi, Türkiye’nin demokratikleşmesi için bir faşist liderden itici güç gelmesini beklemek naiflik değil mi?
Retorik ile gerçek düşünceler arasındaki farkı gözden kaçırmamak gerekir. TBMM’de olsun, TBMM dışında olsun son 50 yılda “faşist lider” ve militanlarının gerek sözel gerek fiili, gerek resmi gerek gayriresmi şiddetinden payını almamış pek az DEM Parti üyesi vardır. Her DEM Parti milletvekili, ailesinin en azından bir ferdini faşist ve sömürgeci şiddete, kontrgerilla operasyonlarına, Hizbullah cinayetlerine şehit vermiştir. Süreci aksatmamak kastıyla siyasal karşıtlarla müzakerede “olumlu bir dil kurma” düsturunun ifrata vardırıldığı birkaç örnek dışında “faşist liderden itici güç gelmesini beklemek” diye benimsenmiş bir kurumsal siyaset yok, bu uygulanmıyor ve tavsiye edilmiyor.
• CHP, şu anki aşamada kaybeden taraf gibi görünüyor. Bu partinin belediye başkanları ve diğer politikacıları birer birer görevden alınıyor, tutuklanıyor veya yargılanıyor. CHP’ye yönelik bu saldırılar, DEM Parti ve Kürt seçmenlerle işbirliğini engelleyerek muhalefetin dengesindeki ağırlığını azaltmayı da amaçlıyor. CHP’nin rolünü ve perspektiflerini nasıl değerlendiriyorsunuz?
CHP’nin, Özgür Özel’in başkanlığıyla birlikte, gerek politik söylem gerek kitlelerle diyalog, gerekse Kürt sorununa yaklaşımın esası bakımından olumlu bir değişim geçirmekte olduğunu görüyoruz. Şu an CHP tarihsel bir sınavdan geçiyor ve hepimizin gözleri önünde rejim gerek belediyelerde gerekse partinin iç ilişkilerinde “yolsuzluk ve hile” iddiasıyla mevcut yönetime karşı silah haline getirilmiş yargı eliyle amansız bir saldırı yürütüyor. Partinin, çoğu Kemal Kılıçdaroğlu döneminde önemli mevkilere getirilmiş olan sağ kanadının iftiralarının AKP savcılarının başlıca dayanağı haline gelmiş olması, Özgür Özel yönetiminin Türkiye’nn demokratik dönüşümü için CHP’yi dönüştürme çabasının anlamını daha da belirgin hale getiriyor.
Özgür Özel yönetiminin bu saldırılara kitle seferberliğiyle ve rejimin yolsuzluk ve suçlarını kitlesel buluşmalarda teşhir ederek sokaktan verdiği yanıt, son 40 yıldır Türkiye’de merkez siyasette bir örneği görülmemiş çok önemli bir meydan okuma. Marttan bu yana CHP çok önemli bir dönüşüm geçiriyor ve tabandan ve gençler arasından partinin kendisini yeniden kuracağı insan kaynaklarına erişiyor.
Bununla birlikte CHP’nin Kürt sorunu’nun çözümünde Avrupa Birliği müktesebatının ötesine giden bir söylemi olduğunu söylemek imkânsız. CHP’nin en önemli kısıtı, çözüm için “kolektif haklar” alanına girme eğiliminin zayıflığı ve bu parti çevresinde oluşmuş halk yığınağı içindeki ultra milliyetçi ve devletçi damarın zaman zaman paranoyaya varan Kürt şüpheciliği.
• Kemalist eğilimli “ulusal sol” kesiminde, mevcut süreçte iktidardaki AKP-MHP ittifakı ile Kürtlerin Sünni çoğunluğu arasında, hükümetin ömrünü uzatan, ancak Aleviler gibi azınlıklar ve seküler solcuların ezildiği gerici, cumhuriyet karşıtı bir blok oluşacağına dair endişeler hâkim. Bu suçlamaları ne kadar doğru buluyorsunuz?
“Kürtlerin Sünni çoğunluğu” yekpare bir blok değil, AKP ve DEM Parti arasında ortadan yarılmış durumda. DEM Parti seçmenlerinin mezhepsel ve inanç temelli kaygılarla oy kullandıklarına ilişkin hiçbir kanıt yok. Yerel yönetim ve milletvekili seçimlerinde bütün Kürt Alevi yerleşimlerinde Kürt Alevi seçmenin oyları DEM Parti’ye yöneliyor. Alevi kanaat önderlerini, Süryani, Ezidi, Çerkes, Ermeni temsilcileri TBMM’ye taşıyan DEM Parti. “Seküler solcu” politik güçler TBMM’ye Kürt hareketinin desteği olmasa giremezlerdi. 7 Haziran 2015’ten başlayarak önce HDP sonra DEM Parti, genel seçimlerde ve yerel yönetim seçimlerinde demokratik muhalefetle bakışan bir siyasal hat izledi. 2015 genel seçimlerinde bir kısım CHP seçmeni ve “stratejik oy” kullananlar HDP’ye yüzde 10 barajını aşırttılar. 2018 genel seçimleri, 2019 yerel seçimleri, 2023 genel seçimleri ve 2024 yerel seçimlerinde batıdaki metropollerde DEM Parti’nin hitap alanındaki Kürt seçmenler AKP adaylarının temsil ettiği sömürgeci ve diktatoryal seçeneğe karşı Kürt karşıtlığı sicili olmayan CHP adayları için oy kullandı. Bunca tarihsel kanıt dururken, bir “müzakere süreci”nin zorunlu kıldığı sınırlı temasların “tarihsel kuşkular”ın dayanağı olarak ileri sürülmesini ve sonuçta DEM Parti seçmeninin “otokrasiye evet” diyebileceği varsayımını ciddiye almak güç.
Hükümetin her durumdan ömrünü uzatmak için yararlanmak istediğini yukarıda anlattım. Bu böyledir ama, Cumhuriyetin bütün tarihi boyunca -1960-65 dönemi istisna edilirse- işçileri, Alevileri, azınlıkları, Kürtleri, kadınları, komünistleri ezmemiş ya da ezilmelerine rıza göstermemiş bir tek hükümet olmadığı da en az bunun kadar doğrudur. Kürt sorununun çözümü ve emeğin, kadının, Kürdün, LGBTİ’nin toplumsal ve politik kurtuluşu için oligarşik bir cumhuriyetten demokratik ve sosyal bir cumhuriyete geçiş zorunluluğunu kabul etmedikçe tarihin doğru tarafında durulmuş olmaz.
• HDP ve şimdi de DEM’de gerçekleşen Kürt hareketi ile Türkiye’deki sosyalistler arasındaki ittifakın, Kürt tarafının devletle yürüttüğü mevcut müzakere süreci nedeniyle ne ölçüde tehlikeye girdiğini düşünüyorsunuz?
Birincisi, bizim HDP’de “stratejik ittifak” kurduğumuz Kürtler’in de ezici çoğunluğu sosyalistlerdi ve hala öyledir. HDP ve DEM Parti, altı sosyalist parti ve hareket ile Kürtlerin özgürlük hareketinin bir araya geldiği konfederal bir partidir. 2023’te HDP dışındaki üç-dört sosyalist partiyle de bir seçim ittifakı kuruldu. Ancak stratejik ittifak birincisidir. Bu ittifakın güncel önceliği, sosyalizm hedefine ulaşmak için tüm demokratik taleplerin tüketilmesini kapsayan bir “geçiş programı”nın gerçekleşmesindeydi. Kürtlerin kendi kaderlerini tayin hakkının gerçekleşmesi de bu demokratik taleplerin başında geliyordu. Bugün de öyledir. 2011’de başlayan bu ittifakın Kürtlerin sosyalist güçleriyle kurulmuş olması ve onlarla aynı açık politik partide gerçekleşmesi öncelikle Kürtlerin tercihiydi. Onlar istemese olmazdı. Kürt siyaseti durum ve şartlara bağlı olarak tercihlerini değiştirebilir, ancak bu Türkiye’nin demokratik dönüşümü için Kürdistan ve Türkiye’nin demokratik ve sosyal muhalefet güçlerinin tarihsel ittifak zorunluluğunu değiştirmez. Marx’ın dediği gibi, “başka bir halkı ezen bir halk özgür olamaz” ve Kürtlerin demokratik ya da sosyalist siyasetinin şu ya da bu tercihi, ezen ulusun enternasyonalistlerinin tarihsel misyonunu değiştirmez. Kürtlerin sömürge statüsü son buluncaya kadar enternasyonalistlerin görevi Kürtlerin ve hakları inkâr edilen bütün milletlerin özgürlüğü için mücadeleye devam etmektir. Mücadeleyi sürdürmek isteyen bunun çaresini bulur. Çözümsüz bir sorunla karşı karşıya değiliz.
• Erdoğan, 1982 darbesiyle getirilen anayasayı değiştirmek için yeni bir anayasa tartışması başlattı. Yeni anayasa için parlamentoda DEM’in oylarına ihtiyacı var. Bir yandan Kürtlerin desteğini almak için azınlık hakları konusunda bazı kozmetik düzeltmeler yapan, ancak diğer yandan tek adam yönetimini ve neoliberal birikim rejimini kalıcı hale getiren yeni bir anayasanın tehlikesini görüyor musunuz?

Erdoğan’ın aklından tam da böyle bir şey geçiyor ama; DEM’e oy veren Kürtlerin üstesinden gelmeleri gereken son derece sahici bir sorunları ve bunu ortadan kaldırmak için son 40 yılda en az 50 bin insanlarının hayatlarını verdikleri bir mücadeleleri var. “Kozmetik” onların sorunlarını çözmez. Bu bir onur isyanı. Başka bir şeye benzemez. Kürt halkı, özellikle kadınlar bu 40 yıl içinde uzaktan bakanların havsalasının alamayacağı bir politik, kültürel ve medeni değişim geçirdi. Bilfiil özgürlüğü kendisine sunmayan hiçbir düzenlemeye evet demek için hiçbir mecburiyeti olmadığını bilen en az 7-8 milyon “seçmen”den, aileleriyle birlikte 30 milyona yakın bir insan topluluğundan söz ediyoruz. Kürtlerin bu güçlerinin farkında olmadığını, ancak Kürtlerin farkında olmayanlar düşünür.
• Siz kendiniz 1970’lerin başında gerilla gruplarının silahlı mücadelesinin geleneğinden geliyorsunuz ve 1980’lerin ortasından itibaren hapisten çıktıktan sonra siyasi mücadeleye yöneldiniz. PKK’nın silahlı mücadelesini sonlandırma kararını nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu bir teslimiyet mi?
Yukarıda anlatmıştım. Pratiğe bakacaksak, Bahçeli “teslim olun” dediğinden beri kimse teslim olmadı. Kendi iradeleriyle başlattıkları silahlı mücadeleye kendi iradeleriyle son verdiler. Bir kere silahlı mücadeleye başlayınca, karşıdaki orduyu yenene kadar savaşılmasını zorunlu kılan bir tarih yasası yok. Bir mücadele biçiminden diğerine geçip geçmemek çatışan güçlerin tarihsel durum ve koşulları nasıl okuduklarıyla ilgili. Teslimiyet, mücadele biçimini değiştirmekle değil, kendisini karşıtının terimleriyle yargılamakla başlar. Onlar bunu yapmıyorlar. Çatışmanın ve tartışmanın terimlerini ve sırasını değiştiriyorlar. Kürtlerin kendi kaderlerini tayininin bir başka yolunu deniyorlar. Buna en çok ve sadece onların hakkı var.
• PKK, dağılma açıklamasında Deniz Gezmiş’in darağacında söylediği “Türk ve Kürt halklarının kardeşliği ve tamamen bağımsız Türkiye yaşasın” sözlerini benimsedi. Kürt hareketi şimdi siyasi olarak 1970’lerin başında Türkiye’deki devrimci anti-emperyalist hareketin köklerine geri mi döndü?
PKK’nin fesih deklarasyonunda Deniz Gezmiş’in darağacındaki sözlerinin bir bölümüne yer verilmiş. Tamamı şöyledir: “Yaşasın tam bağımsız Türkiye! Yaşasın Marksizm Leninizmin yüce ideolojisi! Yaşasın Türk ve Kürt halklarının bağımsızlık mücadelesi! Kahrolsun emperyalizm! Yaşasın işçiler, köylüler!”
Bütün Kürt siyasi hareketleri veya Kürdistani siyasetler değil ama özellikle PKK, başından beri kendisini 1968-71 Türkiye devrimci ve sosyalist kopuşunun devamı sayageldi. Bu atıfta bir geri dönüşten çok -çünkü zaman geriye akmaz, akamaz- Türkiye sosyalist hareketine bu kopuş anının devrimci dinamizminin anımsatılması ihtiyacını okuyorum.
Öcalan bu konuda cezaevinden yeni yolladığı mektupta şöyle yazıyor: “Bizim devrimcilik iddiamız 1970’ler Türkiyesi’nde şekillendi […] Benim yaptığım büyük bir devrimci geleneğin Kürdistan’a taşırılması, sosyalist devrimin Kürdistani gerçekleşmesini sağlamaktır.” Öcalan ve hareketi, “çatışma sonrası” Türkiye’nin politik topoğrafyasında Türkiye ve Kuzey Kürdistan’ın tarihsel içiçeliği bağlamında kendi konumlarını güncellemek için bir arayış halindeler ve bu çok doğal ama yerellikle sınırlı bir geri dönüşün akıllarından geçtiğini hiç sanmıyorum, tersine sosyalizmin küresel gelişiminde bir rol üstlenerek dünyaya açılmaya öncelik verdiklerini anlıyorum ve bunu çok önemli buluyorum.
• Siz Almanya’da sürgünde yaşıyorsunuz. Mevcut barış süreci kapsamında, siyasi zulüm tehlikesi olmadan Türkiye’ye dönebileceğinizi umuyor musunuz?
Ummuyorum. Özgür Özel, son mitingler sürecinde bizim sloganlarımızdan birini, CHP gençliğine ve halka taşıdı ve yeniden popülerleştirdi: “Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiçbirimiz.” Bir büyük değişiklik olmadıkça, kişisel bir değişiklik olmayacak kimse için, benim için de. Bu günlerde bu slogan çoklu anlamlar ediniyor. Ama sizin sorunuz bağlamında, bütün siyasal mahpuslar ve sürgünler için bir “genel af” veya başka bir genel çözüm yoksa, benim için de bir dönüş kapısı yok, ya da bu kapı doğruca beni bekleyen hükümlerin infazı için bileklerime bağlanacak kelepçelere götürüyor.
Ancak öyle zamanlardan geçiyoruz ki, hepimizin hayatında büyük çaplı değişiklikler olacağının kokusu da havada dolaşıyor. Bu, her zaman ve her yerde olumlu olarak mı gerçekleşecek, bunu bilmiyorum. Umuyorum ki, Öcalan’ın 1970’ler Türkiyesinden alıp “Kürdistan’a taşırdığı devrimci gelenek” şimdi Kürt halkının yaratıcı katkılarıyla zenginleşip Türkiye’ye iade olurken işine cezaevlerinin kapılarını açarak başlayacak ve bizlere tarihin yapımına katılmak için bir fırsat daha sunacaktır.
Junge Welt, söyleşinin yayımlandığı sayfada ilk sorunun yanına açtığı bir kutu içinde, Ertugrul Kürkçü ile ilgili olarak şu bilgileri veriyor:
Ertuğrul Kürkçü (5 Mayıs 1948, Bursa doğumlu) Türkiye’deki 68 kuşağı hareketinin en tanınmış aktivistlerinden biridir. 1970 yılında devrimci gençlik hareketi Dev-Genç’in başkanlığına seçildi. Mahir Çayan ile birlikte “Türk Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi” (THKP-C) gerilla örgütünün kurucuları arasındadır. Kürkçü, 1972 yılında Kızıldere köyünde ordunun bir gerilla birimine düzenlediği katliamdan tek kurtulan kişidir. 1986 yılına kadar hapis yattı.
1986’da serbest bırakıldığından beri Kürkçü, çeşitli sosyalist partilerde ve sol gazetelerde liderlik görevlerinde bulundu. 2012 yılında kurulan Halkların Demokratik Partisi’nin (HDP) kurucu ortağı ve eş başkanıydı. HDP, Kürt hareketini, sosyalist örgütleri, Alevi gibi dini azınlıkların temsilcilerini, kadın ve LGBTI hareketini bir araya getirdi.
Haziran 2011’de Mersin’de bağımsız aday olarak ilk kez milletvekili seçildi ve 2015’te yeniden seçildikten sonra 2018’e kadar HDP milletvekili olarak görev yaptı.