Metin KAYAOĞLU yazdı – Varolan düzene bütünsel karşı duruş oluşturmayan ya Marksist değildir ya da eksikli bir Marksisttir. Bize göre İbrahim Kaypakkaya bütünsel karşı duruşa sahip ilk örnektir. O; Türkiye tarihinin eli, yüreği ve kafası bu düzene karşı silahlanmış ilk Marksisti olarak kurşuna dizildi düşmanları tarafından.
Eğri oturup doğru konuşalım. İbrahim Kaypakkaya adı, genel olarak sol çevrelerde rahatsızlık konusu olagelmiştir. Hakikaten, onda rahatsız edici, huzursuz edici, bozucu bir şeyler vardır. Ancak yiğit ölmüştür ve hakkını verelim; Kaypakkaya sol hareketin genel manzarasından fazlasıyla rahatsız olduğu için rahatsız ediciydi.
Kaypakkaya’nın rahatsızlığı neydi? Birkaç örnek üzerinden göstermeye çalışalım.
1927 yılında yargıcın sorusu üzerine TKP lideri Şefik Hüsnü şöyle diyordu: “Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’nun [Anayasanın] ilk maddesi milletin hâkimiyetini mutlak bir surette kabul eder. Bu hâkimiyeti komünistler herkesden evvel arzu ediyorlar. Ben, komünist olmakla Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’nun tamamî-i tatbikini [tam olarak uygulanmasını] isteyen bir ferdim.”
1968’de TİP lideri Behice Boran’a göre, “Anayasa kapitalizmi reddetmektedir, kapitalist yoldan kalkınmaya kapalıdır, sosyalizme ise açıktır. Getirdiği tam bir sosyalist düzen değildir, ama toplumun sosyalist yönde gelişmesine açıktır.” 1970 yılının sonlarında, TİP yöneticileri, silahlı mücadelenin siyasi mücadelenin biçimlerinden biri olduğunu, ama Anayasa barışçı yollardan sosyalizme geçişe olanak verdiğinden buna gerek olmadığını söylüyordu.
Şu sözler de 1971’deki yargılamada THKP lideri Mahir Çayan’a aitti: “Eylemlerimizin hedefi, 27 Mayıs Anayasasını ihlal etmek değil, tam tersine ihlal edilmiş, fiilen işlemez hale getirilmiş 27 Mayıs Anayasası’nın öngördüğü nizamı tesis etmektir. 27 Mayıs Anayasası milli ve demokratik nizamı öngörmektedir. […] Hakim sınıflar 27 Mayıs Anayasası’nı fiilen işlemez hale getirerek, her çeşit gayri hukuki tedbirlere başvurmuştur. Bizler de bu şartlar altında 27 Mayıs Anayasası’nın öngördüğü milli ve demokratik nizamı tesis etmek amacıyla başka hiçbir yol kalmadığı için silaha başvurduk.”
THKO’lu devrimcilerin 1971’deki ortak savunmalarında şöyle deniyordu: “Bizler Amerikan emperyalizmine karşı mücadeleyi ilk şart gördüğümüz, bu işin de mutlaka silahla kazanılacağına inandığımız için silaha sarıldık. Tek amacımız budur; bunun için Nurhak Dağlarında mücadeleye başladık. Yoksa Anayasa’yı ortadan kaldırmak için değil… Emperyalizme karşı mücadele suç değildir. Silahlı mücadele ise Anayasa’yı ihlal değildir.”
Bunların cımbızla seçilen, bağlamından koparılan örnekler olduğu, ya da aynı dönemde bunlara çok aykırı şeyler söyleyen örgüt ve kimseler olduğu hiç sanılmasın.
Düşman
İşte bu sözlerden, bu sözleri ettiren zihniyetten, bu sözlerin dayandığı politika anlayışından isyan edecek ölçüde rahatsız oluyordu Kaypakkaya. O, sol hareketin “pasifist”i ya da “devrimci”si, eskisi ya da yenisi fark etmeksizin tamamında yapısal, iliklere sinmiş bir olumsuz nitelik olduğunu söylemek zorunda hissediyordu kendini. Sol hareketin istisnasız tamamını karşıya aldığı için de bu kez sol hareket tarafından o tuhaf bir istisna muamelesi görecek ve, ya görmezden gelinecek ya da lütfedip hayırhah olanlarca parantez veya dipnotlarda yer bulabilecekti kendine.
Oysa o, kendini merkeze alarak bir teori-politika dünyası kurmaya iddialıydı.
İbrahim Kaypakkaya, meselenin Kemalizm adı verilen tarihsel ve güncel nesnede düğümlendiğini görüyordu. Sol hareket, Kemalizmi değerlendirirken, kendi politik, ideolojik, teorik karakterinin önemli bir belirtisini yansıtıyordu ve Kaypakkaya, bu belirtiden başlamanın zorunlu olduğunu anlamıştı. Öncelikle vurgulanmalıdır; Kaypakkaya Kemalizmle ilgili görüşlerini ifade ederken, aslında bunun salt Kemalizmle sınırlı olmadığını, Kemalizmin koca bütünün bir belirtisi olduğunu derinden duyuyor, düşünüyordu. Kemalizm sol hareket bakımından tarihsel bir sorundu ve bu sorunun aşılması kategorik başlangıç anlamına gelecekti.
Kaypakkaya, 1972’de şunları yazıyordu: “Şimdi iyi biliyoruz ki, bizim Kemalizm konusundaki yargılarımız, Çetin Altan, Doğan Avcıoğlu, İlhan Selçuk’tan tutun da, TİP, Mihri Belli, Hikmet Kıvılcımlı, TKP, THKP-C, THKO ve Şafak revizyonistlerine [şimdiki Vatan Partisi] kadar, bütün burjuva ve küçük-burjuva örgüt ve akımlarını ayağa fırlatacaktır.”
Kaypakkaya’ya göre, burjuvazinin önyargıları sol saflarda öylesine etkili olmuş, burjuvazinin görüşleri sol saflara öylesine sinmiştir ki, Kemalizmin komünistçe değerlendirilmesi olanaksız hale gelmiştir.
Kaypakaya’nın yaptığı aslında gayet basit bir işlemdi: Kemalizmi düşman saymak ve bunun politik gereğini yerine getirmek. Kemalizm, Kurtuluş Savaşının başından beri bir düşmandı ve devlete hâkim olduğu sürece de fiilen savaşılacak baş düşmandı.
Düşmanın iki kanadı
Bütün fırtına bu önerme üzerinden koptu. Ancak Kaypakkaya son derece kritik bir uyarı daha yapmayı bilinçli bir şekilde gerekli gördü. Bu uyarı da, öyle satır aralarında ya da ima yoluyla değil, Kemalizme ilişkin olduğu şekilde apaçık dile getiriliyordu: Türkiye’de baştan beri egemen sınıflar iki kampa ayrılmıştı. Bu kamplardan birine karşı mücadele ederken ötekiyle uzlaşmak, ittifak kurmak suçtu. İkisi de düşmanlıkta şaşmaz bir nitelik gösteriyordu. Sadece, devlete hâkim olan kanat baş düşman mertebesindeydi ve asıl mücadele ona karşı yürütülmeliydi:
“Bir komünist hareket için elbette iki gerici klikten birini tercih etmek söz konusu olamaz. Komünist hareket, ikisini de düşman olarak görür; ikisini de devirmek için mücadele eder; ama bunlar arasındaki mücadeleye de gözlerini yummaz; bu boğuşmadan kendi hesabına azami derecede fayda sağlamak için, bunların birbirine göre durumunu iyi tespit eder, en gerici olanı tecrit eder, ilk ve en şiddetli saldırılarını ona yöneltir, bu arada diğer gerici kliğin mahiyetini teşhir etmekten, onunla kendi arasındaki düşmanlık çizgisini sıkı sıkıya muhafaza etmekten de geri kalmaz. Bilir ki, hakim sınıflar arasındaki bu boğuşma her an halka karşı bir birleşmeye dönüşebileceği gibi, bugün en gerici olan kliğin yerini, yarın diğeri de alabilir. Bu, gericiler arasında durmadan değişen güç dengesine, iktidara hangi kliğin hâkim olduğuna, iktisadi ve siyasi buhranın mevcut olup olmamasına ve benzeri şartlara bağlıdır.”
Bir kez daha vurgulansa yeridir; Kaypakkaya’nın önermeleri gayet yalın ve sağlam bir mantığa dayanıyordu.
Amacınız bu düzene karşı devrim yapmak ise, düzeni yapısal unsurlarıyla karşınıza almak zorundasınız. Kemalistler ve öteki kanadın ikisi de düzenin yapısal / özden unsurlarıydı.
Devrim yapmak amacındaysanız gerçekçi olmak zorundasınız. Düzenin aklını ve çıplak gücünü hafife alamazsınız. Burjuvaziyi bizatihi onun düşüncesiyle mi yeneceğinizi; onunla, çelişkilerini ve açmazlarını göstererek mi mücadele edeceğinizi sanıyorsunuz? Düzenin sahiplerine onların argümanıyla karşı çıkabileceğinizi sanıyorsanız, onların ideolojisi, Anayasası ya da başka kurumlarının mantığını, onların tarihsel mirasını onlara karşı kullanacağınızı sanıyorsanız ya safsınız ya da devrimci değilsiniz. Siz kiminle aşık attığınızı sanıyorsunuz!
Kaypakkaya, sol hareketin genel olarak bu tutumunda teorik, ideolojik, politik hatta pratik birtakım gerekçelerin olduğunu anlıyordu ama bunların tümünün geçersiz ve gerçeksiz olduğunu kuvvetle savunuyordu. O, eli silahlı devrimcilerle silahtan aman aman uzak duran sosyalistleri birleştiren bu zihniyetin, eğer devrim ise mesele, iflah olmazcasına sakatlanmış olduğuna yürekten inanıyordu.
Devrimcilik
Kaypakkaya’nın görüşlerini oluşturduğu ortamda Türkiye solunda bir iç devrim olmuştu. Sol hareketten, Cumhuriyet tarihinde ilk kez, silahlı mücadele yürüten örgütler çıkmıştı. Bu, sol hareketin onyılları bulan ama bir tek kurşun atılmayan mücadele çizgisinden fiili bir kopuştu. 1970’in son ayında THKO ve ‘71’in başında da THKP-C, ilk silahlı eylemlerine başlamıştı.
Silahlı mücadele ezilenlerin binlerce yıldan beri bildiği bir yoldu ve Türkiye’de Kürtler Cumhuriyetin ilk döneminde birkaç kez başvurmuştu silaha. Beri yandan, Komünist Manifesto’nun son sözleri de apaçık bu yolu işaret ediyordu: “Komünistler, amaçlarına ancak bugüne kadarki tüm toplumsal düzenin zorla yıkılmasıyla ulaşabileceklerini açıkça bildirirler. Varsın egemen sınıflar bir komünist devrim ürküntüsüyle tir tir titresinler.” Manifesto, “hedeflerine barışçı yollardan varmak isteyenler” ile “devrimci eylem” yoluyla varmak isteyenleri belirgin şekilde ayırıyordu ve Türkiye’de devrimci yola giren olmamıştı o zamana kadar.
Artık sol hareketin içinde devrimci bir yol başlatanlar vardı ve bunlar, eylemleriyle fiziksel denebilecek bir kopuş yarattı. Buna, bir ara form olarak “68”den yani öğrenci gençliğin yaygın politik/toplumsal hareketlenmesinden özel olarak ayırmak için, “71 devrimciliği” diyoruz.
Ezilenler için barışçı mücadele çeşitli dönemlerde zorunlu olabilir, ama bu hiçbir zaman hakiki politika değildir; onlar için politika yapmak yani iktidar olmaya kudretlenmek şiddet politikası alanına geçmektir. Bu, elbette her an ve an silah sıkmak anlamına gelmiyor; silah, elde değilse belde bulunmalıdır. Tarihin evrimci yolu ve devrimci yolu vardır. Her bir yolun gerekleri ve özneleri de elbette farklı olacaktır.
Bu bakımdan, silahlı insan gruplarının varlığına bağlanan bir Marksizm -ve buna bağlı Marksizm anlayışı- ile bunları zorunlu gerek olarak kabul etmeyen bir Marksizmin epeyce farklı Marksizmler olduğu da apaçıktır. Bu bağlamda, görüşler olarak birçok konuda ileri olmasına karşın TİP, THKO ve THKP’den politik olarak farklı ya da gerideydi.
71 devrimcileri, silahlı mücadeleyle “politik Marksist” olmanın önkoşulunu ortaya koyuyordu. Kaypakkaya, bu devrimci kopuşu veri aldı. Kıyasıya eleştirdi bu iki örgütü, ama devrimciliklerine toz kondurmadı. Bir avuç yoldaşıyla kuruluş çalışmaları yürüttükleri TKP(ML)’yi ilan etmeden TİKKO adını verdikleri örgütle şiddet eylemlerine başladılar. İki devrimci örgütün önderlerinin ölümlerini yaşadı. THKO’lu Sinan Cemgil ve arkadaşlarını Nurhaklarda ihbar eden muhtarı kendi elleriyle öldürdü.
Ama politik Marksist olmak için silahlı mücadele tek başına yetmezdi.
Marksizmin devrimci diyalektiği
Kaypakkaya’ya göre, pratik devrimci kopuşa benzer bir kopuşu ideolojide, teoride ve politika anlayışında da yapmak gerekiyordu. Kaypakkaya’nın dedikleri aslında gayet yalın ve temel bir şeye denk düşüyordu. Bu düzenle mücadele için düzenin tamamen dışında ve onu her şeyiyle düşmanlaştırabilmiş bir zihniyet oluşturulmalıydı. Kemalizmin düşman kategorisine alınması böyle bir zihniyeti kurmak için ilk kavranılacak halkaydı.
Kaypakkaya, öncelikle Kemalizmin niteliğini saptadı: O, egemen sınıfların bir ideolojisi ve pratiğidir. Bu, aslında ilk kez onun ulaştığı bir sonuç değildi. Ama Kemalizmin Anayasasının sosyalizmi işaret ettiğini söyleyenlerin bu sözü yarım yamalak bir söz olabilirdi ancak. Yapılan bir ulusal kurtuluş savaşıydı ama egemen sınıfların önderliğindeydi ve bu yüzden dolaysızca içinde yer almak gerekmiyordu. Kurulan bir cumhuriyetti ve birtakım tarihsel ilerlemeler kaydedilmişti. Ancak egemen sınıflar bu tarihsel ilerlemeleri daha etkin egemenlik, daha güçlü devlet için gerçekleştiriyordu ve “cumhuriyetin kazanımları”yla politik ilgi ancak onun öznesiyle düşmanca mücadele edilerek kurulabilirdi. Kaypakkaya’nın “cumhuriyetin kazanımları”yla, söz gelimi laiklikle, hiçbir şekilde ilgilenmeyişi sol hareketin zihniyeti bakımından çetin bir sorundu. Zira bu sorunun öğretinin tarihiyle taşınması söz konusuydu. Burjuva devrimciliğiyle, burjuvazinin feodalizme ya da daha ilerideki burjuvanın gerideki burjuvaya karşı mücadelesiyle ilgili Marksizmde baştan beri bir sorun olagelmiştir.
Kaypakkaya’nın sol harekete bu konudaki eleştirisi, Marksizmi Aydınlanma liberalizminin ilkelerini tutarlı olarak ilerleten ve onu aşan bir yapı olarak tanımlayanların görüşlerine karşı yine Marksizm içinden yapılan eleştiriyle aynı evrendeydi. Bu benzerlik, Kaypakkaya’da dolaysızca yer almıyordu elbette, ama onun görüşlerinin bu tartışmadaki tarafların birine bu kadar uygun olması rastlantı olamazdı. Çünkü Kaypakkaya, teorik olarak ifade etmeden bir şeyi izliyordu. Buna, “Marksizmin tarihsel devrimci diyalektiği” diyeceğiz.
Burada paradoksal bir gerçekle karşılaşacağız. Çünkü Kaypakkaya’nın Kemalizmle ittifak aradığı için eleştirdiği Mahir Çayan, Marksizmin tarihsel devrimci diyalektiğini Türkiye’de bildiğimiz kadarıyla ilk dile getiren kişidir.
Çayan, Kesintisiz Devrim II-III (1971’in sonu 72’nin başında yazdı) diye anılan yazısında şu sözlerle anlatıyordu bu diyalektiği: “Diyalektiğin en elemanter iki unsuru olan zaman ve mekân kavramları dikkate alınmazsa, Marx ve Engels’e göre Lenin’in, Lenin ve Stalin’e göre Mao Tse Tung’un ve Mao’ya göre de emperyalizmin üçüncü bunalım döneminin muzaffer proleter devrimcilerinin revizyonizminden bahsetmek mümkündür.”
Marksizmin tarihsel devrimci diyalektiği, aslında Marksizm içinde Marx-Engels’e kadar uzanan bir ayrım arayışıdır. Bu, burjuvazinin tarihsel devrimciliğiyle ve işçi sınıfı dışındaki devrimci ezilen hareketleriyle (başta köylüler ve ezilen halklar olmak üzere) nasıl ilişkilenilmesi gerektiği gibi başlıklar ihtiva eder. Mahir Çayan, Marksizmin tarihini bu bakımdan berrak bir şekilde değerlendirir. Fakat yine aynı berraklıkla, o, Türkiye’ye gelince zınk diye duruverir! Nitekim, Mahir Çayan’ın Türkiye’ye ilişkin görüşleri döneminin sol atmosferinin ortalamasından ileride değildir.
Mahir Çayan’ın sözünü ettiği Marksizmin tarihsel devrimci diyalektiğini Türkiye gerçeğinde ilk kez uygulayan, özgülleştiren Kaypakkaya’dır. O, Marksizmin devrimci diyalektiğinin belli başlı öğeleri olan burjuva devrimciliğinden kesin olarak kopmayı ve onu karşıya almayı gerçekleştirmiş, işçilere saplanıp kalmayı aşmış ve köylüler ile ezilen ulusun yani Kürtlerin devrimci potansiyeline dikkat çeker hale gelmişti.
Yarım yüzyıldan sonra mazeretçi açıklamalar getirilebilir. Ama Kemalizm ile ilgili hesabı Marksist şekilde görmediği için, buna bir türlü yanaşmadığı için Mahir Çayan ile döneminin THKO’su, Mihri Belli’si, ‒o yıllarda tamamen bu ortalamada yer alan‒ Hikmet Kıvılcımlı’sı ve Kaypakkaya’nın sıraladığı ötekiler arasında anlamlı ve önemli bir ayrım bulamayız. Örneğin, bunda acil bir etmenin, Kemalist askerlerle ittifak beklentisinin olduğu kesindir. Ama bu bir açıklama sayılamaz. Çünkü iddia, burjuvazinin bir kanadının temsilcileri ile bağlaşıp öteki kanadına karşı mücadele yürütmek değildir; iddia Marksist-Leninist bir konumdan devrim yapmaktır. Hoş; devrimciler bunun da çözümünü bulmuşlardır elbette ve Kemalizmi egemen sınıfların değil, küçük-burjuvazinin en radikal kesiminin ideolojisi kılmışlardır!
Fatih Sultan Mehmet ile Mustafa Kemal
Söz konusu devrimci diyalektiği tutarlı bir şekilde izleyen Kaypakkaya, Mustafa Kemal’le ilgili bütün sol hareket için çok sert gelecek bir söz etti. Mustafa Kemal’in halkımızın ilerici tarihinin bir parçası olduğunu söylüyorlar, oysa Osmanlı padişahı Fatih namıyla bilinen II. Mehmet halkımızın ilerici tarihinin ne kadar bir parçasıysa Mustafa Kemal de o kadar parçasıdır dedi.
Kaypakkaya, bu çarpıcı ifadeyle, bize göre, bir tarih teorisinin işaretini çakmıştır. O, bir feodal imparatorluğun kurucusu ile bir burjuva devriminin liderini ve cumhuriyetinin kurucusunu aynı kategorik uzaklıkta kabul ediyordu. Egemenlerin birbiri ardı sıra ilerleyen devrimci izini takip eden tarih ve ona bağlı politika anlayışı ile yolları kesin olarak ayırıyordu böylece. Dolayısıyla ne bir burjuva cumhuriyetinin kuruluşunun, ne de bir beylikten merkezi imparatorluğa geçişin tarihsel ileriliğiyle ilgileniyordu.
Ona göre politik olarak izlememiz gereken tarih, feodal devrimler, burjuva devrimleri ve ardından proleter devrimleri sırasıyla gitmemeliydi. Bu tarih ile kısmen paralel ilerleme olanağı olan bir devrimci ezilenler tarihi vardı ve bizim politik olarak ilgimiz ezilenlerin devrimci tarihine yönelmeliydi. Dolayısıyla, her burjuva devriminde onun nasıl destekleneceğine değil, konjonktürün yaratacağı olanakla, bir ezilen devrimi olasılığına yoğunlaşmak gerekiyordu. Burjuvazinin devrimci misyonu ile proletaryanınki arasında bir muris-varis ilişkisi kurmayı reddeden Kaypakkaya, ezilenlerin devrimci tarihine yöneltiyordu dikkatini.
Bunun, o zamana kadar benzeri olmayan bir işlem olduğunu ifade ediyoruz. Kaypakkaya, burjuvazinin devrimci tarihinden devrolunmuş bir devrimciliğe tekmeyi basıyordu. Buna karşılık Kaypakkaya, aşağıda kalan ve yukarıyı aşağıdan yok etmeyi hedefleyen tarih anlayışını da reddediyordu. O, aşağıdan yükselen kitlelerin dinamiğinin çapraz bir hareketle yukarıya çıkmasını, muktedir olması gerektiğini savunuyordu.
Politik bağlaşımın vakti
Devrimciler daha örgütlenmelerini bile oluşturmamışken ittifaklar arayışındaydı. Kaypakkaya, bu yönelimin de sol harekete özgü bir sorun olduğunu ve TKP’nin bu anlayış doğrultusunda, ezilen yığınlara yönelmek yerine, zahmetsiz başarı beklentisiyle güya devrimci egemen kesimlerle ittifak arayıp durduğunu belirtti.
Kaypakkaya, ittifak kurulması umulan kesimlerin niteliğini tartışmak yanında, ittifaka ilişkin mantıksal zorunluluğu ele aldı. Ona göre, ülkesel bir güç olmadan hiçbir başka kesimle ittifak kurulamazdı. Aksi halde, güçlerin rasyonalitesi devreye girer ve güçlü olan güçsüz olanı ardında sürükler ya da gereksizleştirirdi. Bu aslında devrimci kesimlerin elini rahatlatması gereken bir anlayıştı. Kaypakkaya’nın ittifak yaklaşımı, devrim yapmak isteyenin çeşitli yan yollarda oyalanacağına devrimci potansiyel taşıyan kitlelerle özdeşleşmeyi öneriyordu. Bu yaklaşım, güç açığını “zinde güçler”, demokrat güçler, ilerici burjuva güçlerle giderme anlayışına kesin ve yalın bir darbe anlamına gelmekteydi. Bunun bir tür sekterlik olduğu açıktı ama Kaypakkaya zaten açıkça bunu demeye getiriyordu. Sekt iken değilmiş gibi davranılamaz. Öncelik kendi başını kendi omuzlarında taşıyan bağımsız bir güç olmaktır.
Kürt sorunu
İki devrimci örgüt (Mihri Belli ile Hikmet Kıvılcımlı’yla birlikte), başka nedenler yanında, ittifak beklentisi içinde oldukları Kemalistleri ürkütmemek için Kürt sorununa uzak durdular. Buna karşılık “reformist” ve “pasifist” TİP, 1970 Kasımındaki kongresinde “Türkiye’de Kürt halkı vardır” saptaması yapıyor ve Kürtlerin Cumhuriyetin başından beri ağır baskılara uğradığını söyleyebiliyordu. Çayan’ın Kürt sorunuyla ilgili iki paragraftan ibaret yazdıklarından derin anlamlar çıkarılmıştır. Oysa bunlar, mesela Mihri Belli’ye göre ileri olsa da Leninizmin ulusal soruna ilişkin yaklaşımının öncesine –yani devrimci diyalektiğin dışında bir yere‒ aittir. Benzer şekilde, Deniz Gezmiş’in idam sehpasında haykırdığı “Yaşasın Türk ve Kürt halklarının bağımsızlık mücadelesi” sözü, açıkça Kemalist bir sorunsaldan hareket etmeyi sürdürmekte, Türk Kurtuluş Savaşına gönderme yapmaktadır. Buna karşın bu söz de çokça ilgiye konu olmuştur.
Kaypakkaya’nın Kürt sorununa ilişkin konumunu genişçe anlatmaya burada gerek olacağını sanmıyoruz. O, açık ve kapsamlı bir program çizdi bu konuya ilişkin. Yaklaşımı, Leninizmin bütün katkılarını özgül bir şekilde kapsıyordu. Kaypakkaya, solun bütün öteki kesimlerinin yaklaşımıyla ilişkisiz bir yerden yaklaşıyordu konuya.
Onun meseleyle ilgili çarpıcı değerlendirmesini aktarmak yeterli olacaktır. Ona göre, Kürt isyanları emperyalistlerle ilişki içinde olsa bile meşruydu, çünkü Kürt ulusunun dolaysız düşmanı kendini ezen TC’nin kendisiydi.
Neden ve nasıl Kaypakkaya?
Peki, Kaypakkaya nasıl Kaypakkaya oldu? Hiç kimsenin yapamadığı bir şeyi neden ve nasıl yapabildi? Köylü olduğu güya kasketinden anlaşılan bu taşralı gencin, sol hareketin ancak sonraki yıllarda düzensizce ulaşabildiği bu görüşleri nasıl oluşturduğu, nedenselliği çözülememiş bir sorun olarak kaldı. Bu konuda rivayet muhteliftir. Rivayetler arasında onun Dersimli bir Alevi, bir Kürt olduğu da vardır. Bazılarına göre görüşlerini Kemal Tahir’den aşırmıştır. Bir üniversitede çalışan yabancı akademisyenlerin çalışmalarından ilham almış olabileceği de söylendi yakın zamanlarda. Hatta, hakikatte bu görüşlerin o yıllarda hiç de ona özgü olmadığı, birçok kesimin aynı görüşlere ulaşmış olduğu bile söylendi.
Kaypakkaya, Dersimli değil Çorumlu Türk Alevi bir köylü ailenin çocuğudur. Ancak onun Kürt ya da Dersimli olmasının nasıl bu fikirleri üreteceği hâlâ muammadır. O zamanlarda sol harekette birçok Kürt ile Dersimli vardı ve bunların hiçbirinden bu türden ürünler çıkmamıştı!
Görüşlerinin Kemal Tahir ile İdris Küçükömer gibi Kemalizm eleştiricilerine dayandırılması ancak kötü niyetli ya da toy birilerine özgü olabilir. Çünkü o, açıkça, pek çok açıkça, egemen sınıfların öteki kanadını kesin olarak düşman kabul etmiştir. “Adnan Menderes köpeği” demiştir örneğin… Onun Osmanlı devletine düşmanlığına ilişkin de en küçük bir kuşku yoktur.
O yıllarda Boğaziçi Üniversitesinde çalışan birtakım ABD’li akademisyenlerin Kemalizme ilişkin görüşlerinden etkilenmiş olabileceğine ilişkin söylenti ise bulandırıcılığı dışında ancak kanıtlandıktan sonra tartışma konusu olabilir.
Öte yandan, Kaypakkaya’nın Kemalizm ve Kürt sorununa ilişkin görüşlerini o yıllarda biz de şöyle böyle savunuyorduk diyenlerin ocak başı hikâyeleri anlatan avcılar mertebesinde olduğunu söylemek zorunludur. Tarihe kaydolmayan görüş yok hükmündedir ve tevatür gerçeğin yerine geçemez.
Dolayısıyla, Kaypakkaya’nın görüşlerinin nasıl ortaya çıktığına bir türlü anlam verilemedi. Oysa yakından ama kaçınmacı olmayan bir bakış, onun hiç de mucizevi bir beliriş olmadığını, açık bir nedenselliğin ürünü olduğunu görecektir.
Kaypakkaya, döneminin sol hareketinin her şeyini her yönüyle biliyordu. TİP’teki Emek Grubunun ileri görüşlerinden haberdar olmak yanında, içinde olduğu TİİKP’in de görece ileri ortamında yoğrulmuştu. Pratik devrimcilik niyeti kesin olduğundan üniversite çevrelerinden çok, işçi ve köylü hareketlenmelerinin olduğu alanlarda bulunuyordu. Çin’den başlayan ve bir boyutunu da Kültür Devriminin oluşturduğu devrimci dalga onu da içine almıştı. Marksizmin devrimci diyalektiğinin ondaki yansımasıydı bu. Lenin, Stalin ve Mao’nun Türkiye üzerine Türkçe yayınlanmış yazıları yanında, Komintern’in “üçüncü dönem” denilen yıllarına ait eseriyle Şnurov’un Türkiye üzerine kitabını da titizlikle okumuştu.
Aslında bu sayılanların Kaypakkaya gibi bir sonuç vermesi hiç de zor değildir. (Nitekim, Şnurov’la aynı dönemde TKP ve onun atak teorisyeni Kıvılcımlı da Kemalizm ve Kürt sorununda benzer yola girmişlerdi.) Bu koşullarda, anlamlandırılmaya ihtiyaç duyulacak olan Kaypakkaya’nın görüşleri değil, Marksist olduğunu ileri süren onca akım ve kişinin bu yola girmeye Marksizm dışındaki nedenleri öne sürerek onlarca yıl boyu neden direndiğidir.
İşte burada, “Kaypakkaya adındaki eser”e ilişkin kişisel bir etmeni de eklemek gerekli. İbrahim Kaypakkaya’nın gidimli bir düşünce yapısı olduğu gözleniyor. Gidimli düşünme düşünsel zorunluluklar yaratır ve sağlam muhakemelerle girdiği yolda sağlamalar yaparak ilerler. İlerlemenin zorunlu yolundan kendini alıkoymaz ve bu yüzden geriye dönüşe de kapatır kendini. Bir anlamda, düşünsel gemileri yakar. Kaypakkaya, bütün varlığını düşünsel zorunluluğun gösterdiği yola sakınmadan bırakmıştır. Kaypakkaya’nın yazıları sistematiktir; bir parçasından merkezine, oradan başka bir parçasına tutarlılıkla gidebilirsiniz.
Bu durumda, gidimli düşünme tarzını izlersek, Kaypakkaya’nın fikirsel olarak Kemalizmin bütünsel reddi konusunda biricik olduğu açıktır; bu bütünsellik bize göre “Marksist görüş”ü verir. Beri yandan, onun politik devrimciliği de çıplak gözle izlenebilecek kadar açıktır. Marksist yaklaşım ile politik devrimciliğin bileşimi Kaypakkaya’yı verecektir. Kaypakkaya’nın Marksizmine mantıksal zorunlulukla ulaşılabilmektedir.
Yanlışları
Devrime ilişkin öznellik 71 devrimcilerinin ortak yanılgısıydı. Ancak paradoksal olarak onları devrimci kılan önemli bir etmen bu yanılgıydı. Türkiye devrimci hareketi, yarım yüzyıl oldu, 71 devrimcilerinin açtığı makası kapatmamak için giderek zayıflayan bir uğraş veriyor.
Kaypakkaya’nın görüşlerini “Maocu şematizm” olarak toplayanların ondan hiçbir şey anlamadığını söylemek gerekiyor. Evet, Kaypakkaya’da bir şematizm vardır, fakat bu onun toplamının konjonktüre içkin bir parçasıdır ancak. Kaypakkaya, yakalanmadan bir ay önce yazdığı bir iç yazıda, sağcılığa tepki olarak sola savrulduklarını söylüyordu. Devletin eline geçtiğinde bulduğu ilk fırsatta bir “Savunma Taslağı” hazırlamaya girişmişti. Bu taslakta görülen bir başlık “Anılar / Özeleştiri”ydi.
Deniz, Mahir, İbo
Devrimci Deniz Gezmiş, Türkiye devrimciliğinin parlak ve karizmatik başlatıcısıdır. Devrimci Mahir Çayan, evrensel devrim teorisine ilişkin Marksizmin kurucularıyla karşılaşacak bir ataklığa sahiptir. Komünist devrimci İbrahim Kaypakkaya, Marksizmin devrimci diyalektiğinin Türkiye’de ‒Hikmet Kıvılcımlı’nın teorik bakımdan başlattığı‒ özgülleşmesinin politik başlangıcıdır.
Deniz, yakalandığında karşısına çıkarıldığı İçişleri Bakanına devrimci vakarla kafa tuttu. Mahir, Kızıldere’deki kuşatmada “Biz buraya dönmeye değil ölmeye geldik” diyerek meydan okudu. Kaypakkaya, 21 Nisan 1973 tarihli sorgusunda şunları söyledi: “Ben buraya kadar anlattıklarımı samimiyetle inandığım Marksist-Leninist düşünce uğruna yaptım. Ve sonuçtan asla pişman değilim. Ben bu uğurda her türlü neticeyi göze alarak ve can bedeli bir mücadeleyi öngörerek çalıştım ve neticede yakalandım. Asla pişman değilim. Bir gün sizin elinizden kurtulursam gene aynı şekilde çalışacağım.”
Varolan düzene bütünsel karşı duruş oluşturmayan ya Marksist değildir ya da eksikli bir Marksisttir. Bize göre İbrahim Kaypakkaya bütünsel karşı duruşa sahip ilk örnektir. O; Türkiye tarihinin eli, yüreği ve kafası bu düzene karşı silahlanmış ilk Marksisti olarak kurşuna dizildi düşmanları tarafından.