25 Aralık 2025 tarihinde yürürlüğe giren 11. Yargı Paketi’nin 27. maddesiyle birlikte, devletin kadınlara verdiği mesaj çok açık: “Sizi korumak önceliğim değil.” Bu mesaj bilinçli bir tercihin ifadesi. Yasal dille süslenip gerçek niyeti teknik ayrıntılarla görünmez kılınmaya çalışılan düzenleme, aslında kadına yönelik şiddetle mücadelede devletin nerede durduğunu açık ediyor.
Bu yasa değişikliğiyle birlikte, 31 Temmuz 2023 ve öncesinde işlenen birçok suç için infaz rejimi yumuşatıldı ve gevşetildi. Hükümlüler açık cezaevine daha erken geçebiliyor, denetimli serbestlikten de daha kolay yararlanabiliyor. “Toplumla yeniden bütünleşme” gibi kulağa hoş gelen ifadelerle meşrulaştırılmaya çalışılan yeni uygulama, kadınların güvenliği açısından bir çöküştür. Binlerce fail, cezasını tam olarak çekmeden serbest bırakılıyor.
Bu düzenlemenin sonuçları “bazı ağır suçlar kapsam dışı bırakıldı” denerek perdelenmeye çalışılıyor. Ancak gerçek öyle değil. Eziyet, kasten yaralama, psikolojik şiddet, intihara yönlendirme, tehdit, cinsel taciz gibi kadınların her gün, her yerde maruz kaldığı şiddet biçimlerinin pek çok faili bu düzenlemeden faydalanabiliyor. Dolayısıyla kadınların yaşadığı şiddetin “sıradan” görüldüğü bir sistemde, bu faillerin erken salıverilmesi bir istisna değil; düzenin ta kendisi.
Feminist bir perspektifle bakıldığında, bu mesele aslında çok net. Kadına yönelik şiddet bu ülkede hâlâ “özel alan”, “aile içi mesele” olarak görülüyor. Erkek şiddeti, siyasal ve yapısal bir sorun olarak tanımlanmadığı sürece, kadınların yaşam hakkı hiçbir yargı paketinde, hiçbir infaz rejiminde öncelik kazanamayacak. Devlet hâlâ “fail kaç yıl yatar” sorusuyla meşgul; “kadın hayatta kalır mı?” diye soran bir mekanizma yok.
Dahası var. Failin tahliye edilmesi durumunda mağdurun bilgilendirilmesi, mevzuatta yer alan açık bir yükümlülük. Ancak bu bildirimler çoğu zaman mağdura değil, sadece kolluk kuvvetlerine yapılıyor. Kolluk “gerekli görürse” mağduru bilgilendiriyor. Yani bir kadının hayatı bir memurun kanaatine bırakılıyor. Böylece kadınlar faillerin yeniden hayatlarına girmesini çoğu zaman ya tesadüfen öğreniyor ya da yeni bir şiddet dalgasıyla fark ediyor. Bu bir ihmal değil; kadınların hayatının önemsiz sayıldığı sistemik bir tercih.
Devletin geri çekildiği tek alan koruma değil, bilgiye erişim de öyle. Kadın, kendisi için potansiyel tehdit oluşturan birinin ne zaman salıverildiğini öğrenmek için dilekçe yazmak, kamu kurumları arasında koşturmak zorunda kalıyor. Yasalar var ama işletilmiyor. Koruma kararları, gizlilik, uzaklaştırma, iletişim yasağı gibi tedbirler kağıt üzerinde kalıyor. Ve bu sırada kadınlar, kendilerine haber verilmeden tahliye edilen faillerle aynı mahallede, aynı apartmanda yaşamaya mahkum ediliyor.
Devlet ise bu vahameti “Ama 6284 var” diyerek savuşturmaya çalışıyor. Evet, 6284 sayılı yasa hâlâ yürürlükte. Ama yasaların varlığı değil, uygulanması hayat kurtarır. Bu yasayı etkili biçimde işletmediğinizde, kadınlar kağıt üzerinde korunur, fiiliyatta ise ölüme terk edilir. Yine de kadınlara bir kez daha hatırlatmak zorundayız: 6284 hâlâ yürürlükte. Koruma, uzaklaştırma, gizlilik ve iletişim yasağı talep etmek hâlâ mümkün. Failin tahliyesini öğrenmek bir haktır. Yazılı başvurularla bu bilgiye erişmek mümkündür. Ama bu temel bilgiye ulaşmak bile kadınların omuzlarına yüklenmemeli.
Bu noktada asıl soruyu sormak gerekiyor: Eğer kadınlar, devletin yapması gerekenleri birbirlerine hatırlatmak zorundaysa, burada sadece hukuki değil, politik bir sorun vardır. Kadın dayanışması kuşkusuz hayatidir. Ama bu dayanışma, devletin yerini alacak şekilde kurgulanamaz. Kadınlar birbirlerinin arkasında durmalı, evet, ama devletin sırtını dönmesine de seyirci kalmamalı.
Bugün infaz düzenlemeleri toplumsal barış ya da suçlunun ıslahı gibi iddialarla savunuluyor. Oysa gerçek çok başka. Bu infaz rejimi faillerin önünü açarken kadınları daha yalnız, daha güvencesiz, daha fazla tehdit altında bırakıyor. Kadına yönelik şiddetin sıradanlaştırıldığı bir sistemde adalet yalnızca erkek fail için işliyor. Kadının yaşam hakkı ise “dengeler”e kurban ediliyor.
Bu bir hukuk meselesi değil, bir öncelik meselesi. Bu ülkede kimlerin yaşamı daha değerli görülüyor? Kimlerin güvenliği devletin gündeminde yer buluyor? Bu soruların yanıtı, yargı paketlerinin satır aralarında değil; cezaevlerinden çıkan faillerin ardında gizli. Kadınlar hâlâ bu ülkede öncelik listelerinin en altına yazılıyor. Hâlâ yaşayıp yaşayamayacakları şiddeti uygulayanın takdirine bırakılıyor.
Ama biz susmuyoruz. Kadınlar, yalnız olmadıklarını birbirlerine hatırlatıyor. Devletin terk ettiği yerlerde dayanışmayı büyütüyor. Erkek şiddetine karşı birlikte haykırıyor: “Alışmıyoruz!” Bu düzene razı olmuyoruz. Kadınların yaşamını, özgürlüğünü, güvenliğini tehdit eden her adımda ses çıkarıyoruz. Çünkü biliyoruz: Bu düzen böyle gitmeyecek. Gidecek olan, bizi yok sayan bu erkek-devlet aklıdır. Ve yerine, kadınların yaşamını önceleyen, adaleti gerçekten eşit dağıtan bir sistem kurulana kadar mücadele sürecek.
