Bu makale, Kürt ulusal mücadelesinin tüm aktörlerini değil, son yirmi yılın en çok tartışılan iki ismi olan Abdullah Öcalan ve Selahattin Demirtaş’ın Kürt siyasetindeki etkilerini incelemektedir. Her iki aktör, Kürt toplumunun siyasal özneleşme sürecinde farklı tarihsel ve yapısal koşullar altında öne çıkmış; biri silahlı mücadelenin lideri, diğeri ise demokratik siyasetin simgesi olarak temsili bir konum edinmiştir. Ancak Türkiye’deki siyasal iktidar ve ona bağlı medya, bu iki ismi sıklıkla birbirine karşıt biçimde konumlandırarak Kürt siyasetinin bütünlüğünü zayıflatmayı amaçlayan bir söylem üretmiştir. Bu çalışma, söz konusu “Demirtaş–Öcalan karşıtlığı”nın toplumsal ve siyasal bağlamlarını çözümleyerek, Kürt siyasal alanının iç dinamikleri ile devletin hegemonik stratejileri arasındaki etkileşimi irdelemeyi amaçlamaktadır.
Hegemonya, Temsil ve Devletin Söylemsel İnşası
Antonio Gramsci’nin hegemonya kavramı, devletin sadece zor yoluyla değil, aynı zamanda rıza üretimi yoluyla da toplumsal alanı şekillendirdiğini ortaya koyar. Türkiye’de Kürt meselesi bağlamında bu hegemonik süreç hem güvenlik paradigması hem de ideolojik söylem düzeyinde yürütülmektedir. Devletin resmi söylemi, Kürt siyasal hareketini sürekli olarak “şiddet” ve “terör” kategorileriyle tanımlarken, Kürt toplumunun demokratik temsiline yönelik her türlü girişimi bu kategorilerle özdeşleştirerek meşruiyetini zayıflatmayı hedeflemektedir.
Bu bağlamda Selahattin Demirtaş, “yasal siyaset” alanında yükselen bir aktör olarak Kürt toplumunun demokratik temsil potansiyelini görünür kılmış; ancak aynı zamanda devletin hegemonik söylemi için yeni bir “iç düşman” inşasına da zemin sağlamıştır. Abdullah Öcalan ise, silahlı mücadelenin tarihsel lideri olarak uzun yıllar boyunca devletin güvenlikçi politikalarının merkezinde konumlandırılmıştır. Bu iki aktörün birbirine karşı konulması, aslında devletin siyasal aklının Kürt siyasetini içeriden bölme ve kontrol altına alma stratejisinin bir uzantısıdır.
Tarihsel Arka Plan: Kürt Siyasetinin İki Kanadı
Her ne kadar Kürt siyasi tarihinde, PKK’den önce hem silahlı hem de legal-demokratik alanda faaliyet gösteren birçok örgütlü Kürt yapısı ve toplumsal potansiyel mevcut olmuşsa da bu girişimlerin siyasal kazanımları sınırlı kalmıştır. 1977 seçimlerinde bağımsız adaylarla yürütülen çalışmalar ve TKSP’nin desteğiyle Diyarbakır’da Mehdi Zana’nın, 1979’da ise Ağrı’da Urfan Alpaslan’ın belediye başkanlıklarını kazanması, Kürt siyaseti açısından önemli demokratik adımlar olmuştur. Ancak 1980 askeri darbesiyle birlikte bu tüm demokratik kazanımlar bastırılmış, Kürt siyasal hareketi ağır bir darbe almıştır.
1980 sonrasında PKK’nin yürüttüğü silahlı mücadele, Kürt meselesinin Türkiye kamuoyunda yeniden görünür ve tartışılır hale gelmesini sağlamıştır. Bu dönem, Kürt kimliğinin bastırıldığı koşullarda, “dağ siyaseti” olarak nitelendirilebilecek bir temsil biçiminin yükselişine sahne olmuştur. Abdullah Öcalan’ın liderliğinde gelişen bu hareket, uzun yıllar boyunca devletle karşılıklı bir şiddet döngüsü içinde varlık kazanmıştır.
2000’li yılların ortalarından itibaren ise Kürt siyasetinde “parlamento” ya da “legal siyaset” hattı güç kazanmaya başlamıştır. Demokratik Toplum Partisi (DTP), Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) ve nihayetinde Halkların Demokratik Partisi (HDP), Kürt meselesini demokratik siyaset zeminine taşıyan yeni bir politik dil geliştirmiştir. Bu dönemde Selahattin Demirtaş hem Kürt hareketinin hem de Türkiye solunun ortak bir demokratik zemin inşa etme arayışının sembolü haline gelmiştir.
Demirtaş’ın Konumu: Demokratik Siyasetin Yeni Dili
Demirtaş’ın siyasal liderliği, klasik etnik söylemin ötesine geçerek özgürlük, eşit yurttaşlık, kadın temsiliyeti ve çoğulculuk gibi değerleri merkeze alması bakımından dönüştürücü bir karakter taşır. Bu yönüyle Demirtaş, Kürt siyasetinin sadece etnik temsili değil, aynı zamanda Türkiye’nin demokratikleşme sorunsalının da taşıyıcısı olmuştur.
Bununla birlikte Demirtaş, hiçbir zaman PKK liderliği ya da örgütsel otorite arayışı içinde olmamıştır. Aksine, özellikle 2015 sonrası dönemde PKK’nin şehir eylemlerine ve sivillere zarar veren eylem tarzlarına karşı açık bir şekilde eleştirel tutum almış; bu nedenle hem örgüt çevrelerinden hem de devlet yetkililerinden tepkiler görmüştür. Ancak Demirtaş, Öcalan’ın Kürt sorununun çözümünde belirleyici bir aktör olduğunu her zaman vurgulamış; barışın, ancak Öcalan’ın dâhil olduğu müzakere süreciyle mümkün olabileceğini savunmuştur.
Devlet Stratejileri ve Medya Söylemi
Türkiye’de siyasal iktidar, Kürt siyasetinin bu iki kanadını birbirine karşı konumlandırarak hem hareketin iç bütünlüğünü zayıflatmak hem de toplumsal meşruiyetini kırmak istemektedir. Bir yandan Öcalan’ı “tek muhatap” olarak gösterip, diğer yandan Demirtaş’ı “örgütten kopuk” ya da “devletle pazarlık yapan” bir figür gibi sunmak, bu stratejinin tipik örneğidir.
Bu karşıtlık, Kürt halkının politik öznesini “meşru” ve “gayrimeşru” olarak ikiye ayırır. Böylece devlet, Kürt siyasetinin kendi içindeki tartışmaları manipüle ederek, onu bölünmüş ve kontrol edilebilir bir hale getirir. Bu durum, Türkiye’deki otoriterleşme sürecinin bir parçası olarak değerlendirilebilir: yargının siyasallaşması, kayyum politikaları, Gezi ve Kobani davaları gibi örneklerde olduğu gibi, Demirtaş’ın ve diğer siyasal tutukluların rehin tutulması, hukuk sisteminin araçsallaştırılmasının en görünür biçimidir.
“Öcalan istemedi” türü söylemler, bu bağlamda yalnızca manipülatif değil, aynı zamanda hukuk dışılığı meşrulaştırma aracıdır. Demirtaş’ın, Osman Kavala’nın veya diğer siyasi tutukluların hâlâ cezaevinde tutulması, yargının değil, siyasal iradenin belirlediği bir durumdur.
Toplumsal ve Siyasal Sonuçlar: Kürt Siyasetinde Temsil Krizi mi?
Demirtaş–Öcalan karşıtlığı manipülasyonu, Kürt halkı içerisinde zaman zaman kafa karışıklığına neden olsa da toplumsal enerjisini bölüp yönsüzleştiren bir etki yaratamamıştır. Ancak demokratik siyaset hattının bastırılması, yeniden güvenlikçi politikaların egemenliğini pekiştirmiş görünmektedir. Bu durum, yalnızca Kürt toplumunun değil, Türkiye’deki tüm demokratik dinamiklerin toplumsal gücüyle de doğrudan ilişkilidir.
Günümüz Türkiye’sinde İmralı’yla görüşmeler sürüyor, TBMM Komisyonu çalışıyor olsa da “Kürt meselesi” yeniden kriminalize edilmekte; müzakere, diyalog ve çözüm kavramlarının yerini cezalandırma, baskı ve sessizleştirme politikaları almaktadır. Bu bağlamda Selahattin Demirtaş’ın tutukluluğu, yalnızca bireysel bir mağduriyet değil, aynı zamanda demokratik temsilin tasfiyesi anlamına gelmektedir.
Sonuç: Süreklilik ve Yeniden İnşa İhtiyacı
Abdullah Öcalan ve Selahattin Demirtaş, Kürt siyasetinin iki farklı tarihsel evresini temsil etmektedir. Ancak bu iki evre, birbirine karşıt değil; bir sürekliliğin, aynı tarihsel hattın farklı halkalarıdır. Öcalan’ın direniş eksenli politik çizgisi ile Demirtaş’ın demokratik siyaset odaklı dili, Kürt halkının eşitlik, özgürlük ve onurlu barış taleplerinin iki farklı ifadesidir.
Demirtaş–Öcalan karşıtlığı, esasen devletin hegemonik söyleminin bir ürünüdür ve Kürt halkının kendi politik gerçekliğiyle örtüşmemektedir. Gerçek çözüm, bu yapay karşıtlıkları aşarak Kürt siyasal iradesinin özgürce örgütlenebildiği demokratik bir zeminin inşasından geçmektedir. Bu zeminin tesis edilmesi, yalnızca Kürt halkı için değil, Türkiye toplumunun bütünü için demokratikleşmenin temel koşuludur.
Zeynel A. Göçer / 22.10.2025