Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşü ve Birinci Dünya Savaşı’nın ardından ulusal bir devlet inşa etme çabasının sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Cumhuriyetin ilanı; halk egemenliği, laiklik, eşitlik ve modernleşme gibi ideallerin bir araya gelmesini simgelemektedir. Mustafa Kemal Atatürk ve kurucu kadro, bu idealleri temel aldıklarını ileri sürerek yeni bir devlet kurmuşlardır. Ancak bu ideallerin uygunlamasında birçok eksiklik ya da çarpıklık vardır.
Günümüz Türkiye’sinin yaşadığı sorunların önemli bir kısmının kökenlerinin, cumhuriyetin kuruluş dönemindeki yapısal ayarlarda bulunduğunu söylemek yanlış olmaz. Cumhuriyet, gerek ekonomik, gerek siyasi, gerekse sosyal açılardan halkın geniş kesimlerinin yaşamına beklenen ölçüde olumlu katkılar sunmaktan uzak kalmıştır. Kuruluş yıllarında belirlenen “muasır medeniyetlerin üzerine çıkma” hedefine erişildiği söylenemez. O dönemde eksik de olsa uygulamaya konulan laiklik, kadın-erkek eşitliği, yoksulluğun ortadan kaldırılması, bilim ve sanatın toplumun her düzeyine ulaşması gibi amaçlar tam anlamıyla hayata geçirilememiştir. Sadece Cumhuriyetin kazanımlarına vurgu yaparak siyaset üreten ana muhalefet partisi CHP ile bazı sol partilerin, Cumhuriyetin mağdur ettiği ve dışladığı kesimleri de görmezden gelmemesi gerekir. Gerçek hedef, demokrasiyle taçlanmış sosyal bir cumhuriyet olmalıdır.
Cumhuriyetin kuruluşu ve kurucu ideoloji
Cumhuriyetin kuruluşuyla birlikte benimsenen kurucu ideoloji Atatürkçülük olarak adlandırılır. Atatürkçülük, modernleşme, laiklik, milliyetçilik, halkçılık, devletçilik ve inkılapçılık gibi temel ilkeler üzerine inşa edilmiştir. Bu ilkelerle, sadece siyasi ve hukuki alanlarda değil, toplumsal yaşamın tüm boyutlarında köklü dönüşümleri hedeflemiştir. Örneğin laiklik, sadece din ve devlet işlerinin ayrılmasını değil, aynı zamanda eğitimden hukuka kadar toplumun modernleşmesini de sağlamayı amaçlamıştır. Milliyetçilik anlayışı ise, çok etnili Osmanlı mirasının yerine ortak bir ulusal kimlik inşa etmeye yöneliktir.
Milliyetçilik, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş ideolojisinin temel taşlarından biri olarak, ulusal birliği ve bağımsızlığı koruma iddiasıyla şekillenmiştir. Ancak bu milliyetçilik anlayışı pratikte kültürel çeşitliliği göz ardı eden, hatta bastıran bir ideolojik çerçeveye dönüşmüştür. “Ne mutlu Türküm diyene” ifadesi, eşit yurttaşlık ilkesini sembolize etmek için kullanıldığı söylense de, etnik, dini ve kültürel farklılıkların görünmez kılınmasına neden olmuştur. Kürtler, Ermeniler, Rumlar, Yahudiler, Süryaniler, Aleviler ve diğer halk ve inanç grupları, bu ideolojinin kapsayıcılığının sınırlı olduğu bir ulus kimliği içinde, ya asimile olmaya ya da sessizleşmeye zorlanmıştır. Böylece Atatürkçü milliyetçilik, her ne kadar modernleşmeci ve ilerici bir iddiaya sahip olsa da, uygulamada homojen bir toplum yaratmayı amaçlayan devletçi bir milliyetçilik biçimine bürünmüştür.
Diğer yandan Atatürkçü milliyetçilik çoğu zaman eleştiriye kapalı, sorgulanamaz bir doktrin hâline gelmiştir. Cumhuriyetin erken döneminden itibaren eğitim müfredatı, tarih anlatıları ve resmî ideoloji bu milliyetçiliği kutsal bir referans noktası olarak sunmuş; farklı düşünce biçimleri “devlet düşmanlığı” ya da “bölücülük” suçlamalarıyla bastırılmıştır. Bu durum, demokratik bir toplumda olması gereken fikir çeşitliliğinin ve eleştirel düşüncenin gelişmesini engellemiştir. Günümüz Türkiye’sinde de Atatürkçülük ve milliyetçilik kavramları çoğu zaman otoriter politikaları meşrulaştırmak için araçsallaştırılmaktadır. Oysa gerçek bir ulusal bilinç, tek tipleştirici değil, farklı kimlikleri tanıyan, eşit yurttaşlık temelinde kapsayıcı bir anlayışı gerektirir.
Atatürk’ün vizyonunda laiklik, sadece dinin devlet işlerinden ayrılması değil, aynı zamanda toplumsal modernleşmenin bir aracıydı. Ancak uygulamada kimi zaman dini inançları sınırlayan bir mekanizma olarak algılanmış ve toplumsal gerilimlere yol açmıştır. Görünürde muhafazakâr ama özünde siyasal İslamcı ideolojiye sahip AKP’nin 23 yıllık iktidar döneminde ise, laiklik, her ne kadar anayasada değiştirilemez madde olarak kalsa da, pratikte tamamen ortadan kalkmak üzeredir.
Laikliği kısaca devletin dininin olmaması, hiçbir dini inancı halkına dayatmaması olarak tanımlarsak, günümüz Türkiyesi’nde bunun tam aksi siyasi iktidar tarafından hayata geçirilmekte ve ana muhalefet herhangi bir tepki göstermemektedir. Bu duruma somut örnekler verecek olursak, devletin bir kurumu olan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın sadece Sünni İslamı toplumda yayan ve destekleyen faaliyetlerde bulunmasını, teokratik bir düzen kurmak istediğini açıktan söyleyen kimi tarikatların devletin çeşitli kurumlarını ele geçirmesini, ilkokuldan üniversiteye kadar din derslerinin zorunlu olmasını ve bu dersin içeriğinin Sünni İslam’ın diğer inançlara üstünlüğünü anlatacak şekilde belirlenmesi, dünyanın tüm saygın bilim insanları tarafından kabul edilen Darwin’in Evrim Teorisi’nin biyoloji müfredatından çıkarılmasını, Sünni İslam inancına sahip olmayan ya da inancı olmayan halk kesimlerinin doğrudan hedef gösterilmesini, sanat eserlerinin dini kurallara saygısızlık bahanesi ile yasaklanmasını, ve son yıllarda ekonomi politikasının Kuran’daki nas ilkesine göre düzenlenmeye çalışılmasını sayabiliriz. Cumhuriyetin kazanımlarına sonuna kadar sahip çıktığı iddiasında bulunan ve bizzat Atatürk tarafından kurulmasını bir övünç nedeni olarak gören CHP ise, rejimin bu uygulamalarına ses çıkarmadığı/çıkaramadığı gibi, laiklik karşıtı siyaseti tescilli parti ve çevrelerle de ilişkileri iyi tutma politikası izlemektedir.
Devletçilik ilkesi, Cumhuriyet’in erken döneminde özel sermayenin zayıf olduğu bir zamanda ekonomik bağımsızlığı güvence altına almak için gerekli bir model olarak savunulmuş; sanayi yatırımları, altyapı projeleri ve ekonomik planlamalar büyük ölçüde devlet eliyle yürütülmüştür. Ancak bu model kalkınmayı halkın geniş kesimlerinin ihtiyaçlarından çok ulusal burjuvazinin ve devlet bürokrasisinin çıkarları doğrultusunda yönlendiren bir yapıya sahiptir. Üretim araçlarının mülkiyeti devlette kalsa da işçi sınıfı üzerindeki denetim güçlü biçimde sürmüş, sendikal örgütlenme önce yasak sonra kısıtlı olmuş ve emekçiler karar süreçlerinden dışlanmıştır. Bu anlamda Atatürkçü kalkınma modeli, kapitalist üretim ilişkilerini devlet eliyle düzenleyen bir tür “bürokratik kapitalizm” pratiğine yakındır.
Atatürkçülüğün kalkınmacı paradigması halkçı bir görünüm taşısa da üretim ilişkilerinde gerçek bir dönüşüm yaratmamıştır. Devlet, sosyal adalet ve gelir eşitliği hedeflerini retorik düzeyde savunmuş, ancak iktisadi planlamada önceliği üretim hacmine ve ulusal sermaye birikimine vermiştir. İşçi ve köylü sınıfları, kalkınmanın öznesi değil nesnesi hâline getirilmiş; refahın tabana yayılması gecikmiştir. Böylece ekonomik modernleşme, toplumsal eşitlikten çok verimlilik ve millî çıkar temelli bir anlayışa dayanmıştır. Bu durum, Atatürkçülüğün halkçılık iddialarının dayanaksız kaldığını; devletin, halkın değil burjuvazinin, bürokratik ve elit bir kesimin çıkarlarını önceleyen bir aktöre dönüştüğünü göstermektedir.
Halk egemenliği ve demokratik açmazlar
Ulusal egemenlik Türkiye Cumhuriyeti’nin temel ilkelerinden biridir. 1923 yılında kurulan Cumhuriyet, saltanatın kaldırılması ve halkın seçme-seçilme hakkının tanınmasıyla, bu ilkeye dayandırılmıştır. Ancak 1923-1945 yılları arasında ülke tek parti rejimi altında yönetilmiş, örgütlenme yasakları ve iki dereceli “seçim”lerle demokratik katılım engellenmiştir. Farklı görüşlerin temsiline ve ifade özgürlüğüne meydan verilmemiş, devletin belirlediği dar çerçevede halkın siyasi yaşamda aktif rol alması mümkün olmamıştır.
1946 yılında başlayan çok partili hayat, halkın demokratik haklarını daha etkin kullanmaya başladığı bir dönemi işaret eder. Ancak bu süreç, çeşitli yapısal ve kurumsal sorunlarla kesintiye uğramıştır. 1946 ve 1950 seçimleri, halkın siyasi iradesinin önem kazandığı anlar olsa da, seçim süreçlerinde teknik aksaklıklar ve siyasi baskılar demokratik mekanizmaların tam işleyişini engellemiştir. 1950 sonrası Demokrat Parti döneminde de çoğu zaman halk iradesi ile devlet politikaları arasında çelişkiler yaşanmış, bu durum halk egemenliğinin uygulanabilirliğini sınırlamıştır.
Türkiye’nin demokratik tarihi askeri müdahaleler ve siyasi krizlerle defalarca kesintiye uğramıştır. 1960, 1971 ve 1980 darbeleri, yalnızca hükümetleri değil, aynı zamanda demokratik kurumları da ciddi biçimde zayıflatmıştır. Bu darbeler, halkın seçme ve seçilme hakkının askıya alınmasına, parlamenter yapının etkisizleşmesine ve siyasi katılımın azalmasına yol açmıştır. Özellikle 1980 darbesi sonrasında kabul edilen anayasa demokratik özgürlükler üzerinde sıkı kontrol mekanizmaları yaratmış, sivil toplumun gelişimini sınırlamıştır. Bu süreçler, halk egemenliği ile devlet iktidarı arasındaki gerilimin tarihî bir örneğini sunmaktadır.
Türkiye, 16 Nisan 2017 tarihinde yapılan referandumdan sonra başkanlık sistemine geçmiş ve bu tarihten itibaren halk egemenliği yerini kısa süre içinde seçimli bir tek adam rejimine bırakmıştır. Devlet başkanı sadece yürütme yetkisini değil, fiiliyatta yasama ve yargıya çok önemli müdahalelerde bulunma imkanını da elde etmiştir.[1] Yeni sistemde başkan seçilen Recep Tayyip Erdoğan ülkenin kaderini belirlemede neredeyse tek söz sahibi olmuştur. En genel devlet politikalarından en özel detay konuları düzenlemeye kadar tek karar vericidir. Devlet kurumları başkanın mutlak otoritesi dışında karar alamaz duruma gelmiştir. Yasama işlevi gören Millet Meclisi’nin yetkileri son derece sınırlanmıştır. Yüksek yargı mensuplarının da doğrudan başkan tarafından belirlendiği bu yeni düzende klasik liberal demokrasinin olmazsa olmazı sayılan kuvvetler ayrılığı prensibi, yani yasama, yargı ve yürütmenin birbirinden bağımsız hareket edebilme ve birbirini denetleyebilme işlevleri tamamen ortadan kalkmış durumdadır.
Birçok önemli anayasa profesörünün de üzerinde mutabık kaldığı gibi, Türkiye aslında seçimli bir diktatörlük sistemine geçmiş gözüküyor. Seçimler ise iktidar partisinin ve başkanın devletin tüm olanaklarını kullandığı, son yirmi yılda yaratılan yandaş medya ile kamusal alanın büyük bölümünün manipülatif yollarla denetim altına alındığı, muhalefetin kamusal alanı son derece kısıtlı bir biçimde kullanabildiği ve sık sık cezai yaptırımlara maruz kaldığı bir ortamda gercekleştiği için, halkın iradesini yansıtmaktan oldukça uzakta kalıyor. Böyle bir ortamda yapılan seçimlerin iktidar lehine sonuçlanmaması ancak mucizelere bağlı bir durum oluyor. Tüm bunlar cumhuriyetin kurucu kadrolarının söylemsel düzeyde vurguladığı ulus egemenliği ilkesinin gerçeklikte ortadan kalktığını işaret etmektedir.
Etnik ve inançsal azınlıkların durumu
Cumhuriyetin kuruluş yıllarında azınlıkların kültürel ve politik hakları büyük ölçüde sınırlandırılmıştır. 1915 Ermeni ve Süryani Soykırımı, hemen akabinde Pontus Rum Soykırımı, Dersim Alevi Katliamı devletin homojenleşme politikalarının tarihsel örnekleri olarak öne çıkar. Bu süreçler, sadece geçmişte yaşanan acıları değil, günümüzde de farklı topluluklar üzerinde süregelen etkilerini göstermektedir. Azınlıkların kimliklerini ifade etme alanlarının kısıtlanması aynı zamanda toplumsal çeşitliliğin görünürlüğünü de azaltmıştır.
Kürt meselesi, Cumhuriyet’in modernleşme ve ulusal bütünleşme politikalarının en belirgin örneklerinden biridir. Dil ve kültür haklarının kısıtlanması, eğitimde Türkçe’nin zorunlu hâle getirilmesi, Kürtçe yayın ve eğitim faaliyetlerinin engellenmesi uzun yıllar boyunca toplumsal gerilimlerin temelini oluşturmuştur. Ayrıca siyasi temsilin sınırlı olması, Kürt topluluklarının devlet mekanizmalarında söz sahibi olmasını engellemiş, toplumsal eşitsizliği derinleştirmiştir. Bu süreç, sadece siyasal alanla sınırlı kalmamış; kültürel ve sosyal yaşamda da Kürt topluluklarının kendilerini özgürce ifade etmelerini güçleştirmiştir.
Alevi toplulukları da hem kültürel hem de dinsel açıdan marjinalleştirilmiş, çoğu zaman devletin tek tip vatandaşlık anlayışına uyum sağlamak zorunda bırakılmıştır. Tekke ve dergahların kapatılması, çok sonra kurulan cemevlerinin resmi statüye kavuşamaması, dini eğitimde farklılıkların göz ardı edilmesi ve kamu hizmetlerinde eşitsiz uygulamalar, Alevilerin kendi kimliklerini açıkça yaşama olanaklarını sınırlamıştır.
Günümüzde de eğitim, kültür ve siyaset alanındaki eşitsizlikler devam etmektedir. Azınlıklar, kendi dillerini öğrenme, kültürel değerlerini yaşatma ve siyasi temsil konusunda sayısız zorlukla karşı karşıyadır. Medyada ve eğitim programlarında homojen bir anlatının baskın olması toplumsal farkındalığın ve eşit temsilin önünde bir engel teşkil etmektedir. Bu da halk egemenliği ve demokratik katılım ilkesinin tüm toplumsal kesimleri kapsayacak biçimde hayata geçirilmediğini göstermektedir. Tarihsel politikaların ve mevcut uygulamaların etkisi, azınlıkların eşit haklara sahip olma mücadelesini hâlâ güncel ve kritik bir mesele hâline getirmektedir.
Kadın hakları ve toplumsal cinsiyet şitsizliği
Cumhuriyetin kadınlara yönelik reformları, dönemin koşulları dikkate alındığında, ilerici bir nitelik taşır. 1934 yılında kadınlara seçme ve seçilme hakkının kapatılması, tanınması, Medeni Kanun’un yürürlüğe girmesi, kız çocuklarına eğitim fırsatlarının açılması ve kadınların kamusal alana daha fazla katılımının teşvik edilmesi, toplumsal yaşamda onların görünürlüğünü artıran önemli adımlar olmuştur. Bu reformlar, kadınların yalnızca aile içinde değil, eğitim, siyaset ve iş hayatında da varlık gösterebilmelerinin önünü açmıştır. Ancak aynı dönemde bağımsız kadın örgütlerinin rejim tarafından tasfiye edilmesi, öncü feminist aydınlardan Nezihe Muhiddin ve arkadaşlarının kurduğu Türk Kadın Birliği’nin 1927’de kapatılması, kadınların gerçek bir hak mücadelesi yürütmelerine imkân tanınmadığını da göstermektedir.[2] Bu durum Cumhuriyetin kadınlara tanıdığı hakların temelde devletin modernleşme projesinin bir parçası olduğunu, onların kendi siyasal ve toplumsal taleplerini tam anlamıyla yansıtmadığını ortaya koymaktadır.
Günümüzde toplumsal cinsiyet eşitliği hala sağlanmamıştır. Kadınların iş gücüne katılım oranı düşük, üst düzey yöneticilik ve karar alma pozisyonlarındaki temsili sınırlı kalmaktadır. Siyasette kadın kotası ve yasal düzenlemeler bulunmasına rağmen bu haklar çoğu zaman hayata geçirilememektedir. Toplumsal cinsiyet eşitsizliği, aile içi şiddet, iş yerinde ayrımcılık, eğitim ve sağlık hizmetlerine erişimdeki engeller gibi çeşitli alanlarda kendini göstermektedir.
Modern Türkiye’de kadın hakları konusunda hukuki altyapı büyük ölçüde tamamlanmış olsa da toplumsal pratiklerde önemli eksiklikler bulunmaktadır. Geleneksel toplumsal normlar, kadının rolüne dair kalıplaşmış bakış açıları ve ekonomik eşitsizlikler, kadınların elde ettikleri hakları etkin bir biçimde kullanmasını engellemektedir. Siyasette, iş dünyasında ve akademik alanlarda kadınların daha görünür hâle gelmesi, sadece yasal düzenlemelerle değil, aynı zamanda toplumsal bilinç ve kültürel dönüşümle mümkün olabilir.
Değişen demografi ve sınıfsal çelişkiler
Türkiye coğrafyasının demografik yapısı, 20. yüzyılın başlarından bu yana olağanüstü bir dönüşüm geçirmiştir. Cumhuriyetin ilanından önceki son 10 senede ve cumhuriyetin ilanının akabinde Müslüman olmayan halkların yaşadığı büyük katliamlar, kırımlar, zorunlu göç ettirme politikaları ve buna mukabil Balkanlar’dan ve Kafkasya’dan gelen büyük Müslüman halk göçü nüfusun yapısında çok ciddi bir değişime yol açtı. 1915 Ermeni ve Süryani Soykırımı, 1914’de başlayan ve 1919-22 arası Ege ve Karadeniz bölgelerindedevam eden Rum Pontus Soykırımları, 1923′-24’ten itibaren Rumların zorunlu göçe tabi tutulması sonucunda nüfusun yaklaşık yüzde 30’u yok olmuştur.[3] Bu nüfus Osmanlı’nın en ileri kesimini teşkil ediyordu. Yok edilen, köklerinden kopartılan Ermeniler, Rumlar ve Süryaniler hem Osmanlı burjuva sınıfının, hem işçi sınıfının hem de aydınlarının büyük bölümünü ioluşturuyordu. Cumhuriyet’in ilk sermayedar sınıfı da, yeni kurulan devlet tarafından bu halkların birikimlerine el konulup onlara aktarılmasıyla ortaya çıktı.
Avrupa’da yüzyıllar içerisinde ve çoğunlukla da devlet gücünü elinde tutan aristokratlara karşı çıkan burjuva sınıfı 17. ve 18. yüzyıllar boyunca güçler ayrılığı, hukuk devleti, bireysel özgürlükler gibi ilerici kavramların bayraktarlığını yapmış ve ancak 19. yüzyılda işçi sınıfının sahneye çıkışıyla muhafazakârlaşıp ilerici vasfını yitirmişti. Türkiye’de devlet yardımıyla oluşturulan milli burjuvazi ise devletin karşısında hep başı eğik, korkak ve batılı muadilleri gibi ilerici hiçbir burjuva değerine sahip çıkamayan bir sınıf oldu. Sonraki yıllarda da bu durum fazla değişmeden devam etti. Her askeri darbede cuntacıların karşısında büyük burjuvaziyi temsil eden TÜSİAD hazırola geçip selam duruyor ve, örneğin 12 Eylül 1980 cunta yönetimi sırasında dönemin en etkili iş insanlarından Vehbi Koç cuntanın lideri Kenan Evren’e mektup yazarak, yakalanan sol görüşlü eylemcilerin mahkemelerinin uzatılmaması, cezalarının süratle verilmesi, polis teşkilatını teçhiz edecek ve kuvvetlendirecek imkânların genişletilmesi tavsiyelerinde bulunuyordu.[4] Türkiye’de örgütlü işçi sınıfının ortaya çıkışı için ise 1960’ları beklemek gerekecekti. Osmanlı’nın son döneminde Ermeni, Rum, Yahudi isçilerin örgütlediği grevlerin sayısına ya da özellikle Ermeni aydınlarının kurduğu sosyalist partilerin örgütlülük düzeyine, nüfusunun en az yüzde doksanı köylü olan Müslüman halklar gene 1960’lara kadar erişemeyecekti.
Cumhuriyetin ekonomik politikaları devlet merkezli kalkınma ve kapitalist sınıf yaratma hedefi üzerine kurulmuştur. Sanayileşme, altyapı projeleri ve devlet teşvikleri ekonomik büyümeyi desteklerken işçi hakları ve sosyal adalet konuları es geçilmiştir. İşçi sınıfı ve emekçiler, uzun yıllar boyunca örgütlenme ve grev haklarından yoksun bırakılmıştır.
Günümüzde Cumhuriyet’in eksikleri
Türkiye’de günümüz politikaları Cumhuriyet’in temel eksikliklerini yeniden görünür kılmaktadır. Laikliğin ve demokratik denetim mekanizmalarının sınırlanması halk egemenliği ilkesinin etkisini kırmaktadır. Eğitim sistemi kültürel çeşitliliği yansıtmazken, medyanın ve akademinin güdümlü olması özgür düşüncenin ve eleştirel bakış açısının gelişimini engellemektedir. İşçi hakları, kadın hakları, azınlık hakları ve ekonomik eşitsizlikler, uzun vadeli toplumsal sorunlar olarak varlığını sürdürmektedir.
Türkiye Cumhuriyeti 2025 itibariyle politik anlamda antidemokratik, iktisadi bakımdan gelişmiş ülkelerin bir hayli gerisinde, sosyal adaletten yoksun ve sınıfsal sömürünün üst düzeyde olduğu bir ülke konumundadır.[5] Bu özellikler cumhuriyetin kuruluşundan beri çok degişmedi. Son yüz yıllık tarihinde nüfusun Türk-Sünni İslam halkasına ait olmayan kesimleri ile işçi sınıfının ve aydınlarının önemli bölümü katliamlara, ayrımcılığa, baskılara maruz kaldılar. Cumhuriyetin sosyal ve demokratik vasıfları başından itibaren eksik oldu.
Sosyal vasfının eksik olmasından kastımız sosyal devlet olgusunun oturmamışlığı ve emeğinden başka satacak bir şeyi olmayan geniş halk kesimlerinin kendi hakları için örgütlenmesi önünde konulan engellerdir. Demokratik vasfının eksik olması ise, kendini hem etnik olarak Türk hem de inançsal olarak Sünni-İslam olarak tanımlayan kesim dışındaki nüfusun, ki bu en az yüzde kırka yakın bir halklar topluluğudur, sürekili degişik derecelerde ayrımcılığa maruz kalmasıyla doğrudan orantılıdır. Daha somut konuşacak olursak, dinsel yönden Sünni İslam olmayan tüm inanç sahipleri, yani Aleviler, Hiristiyanlar, Yahudiler, ve inanmayanlar, etnik olarak Kürtler, Ermeniler, Rumlar, Yahudiler, Süryaniler, Çerkesler, Araplar, Lazlar ve Romanlar gibi Türk olmayan halklar ve LGBTQ+ bireyler siyasi rejim tarafından sistematik olarak ötekileştirildiler. Bu ötekileştirme kimi dönem açıktan katliamlar, kimi dönem vatan haini damgası yemek şeklinde vuku buldu. Bunlara özellikle sosyalist solda siyaset yapan emekçilerin ya da fikir üreten aydınların maruz kaldığı büyük baskılar, işkenceler, idamlar da eklemlenmelidir.
Sonuç: Gelecek perspektifi
Sonuç olarak cumhuriyet, kavrama sadık kalınacaksa, halkın bir kesiminin değil tümünün egemenliği önündeki engellerin kaldırıldığı siyasi bir düzen olmalıdır. Bu da ancak, mevcut statükoyu savunan iktidardaki ve muhalefetteki siyasi partilerin yerine, statükoyu değiştirmek isteyen düzen karşıtı siyasi hareket ve partilerin toplum içinde güç kazanması, etkisini artırması ve, nihayet, iktidara gelmesiyle mümkündür. Günümüzde bunun özneleri, milliyetçiliğe bulaşmamış, temel insan haklarını merkezine koyan demokratik, sol, sosyalist siyasi örgütler, sınıf kimlğinin bilincine varmış işçiler, ülkenin ezilen en büyük halkını oluşturan Kürtler ve diğer ezilen tüm etnik kimlikler, soykırım inkarcısı resmi ideolojinin karşısında duran aydınlar, kadın hareketi ve ekolojik hareketlerdir. Bu özneler güçlendikçe ve birlikte mücadele pratikleri geliştikçe eksik kalan Cumhuriyet projesi tamamlanacak ve ortaya gerçek anlamda sosyal ve demokratik bir cumhuriyet çıkacaktır.
[1] Turkey elections: How powerful will the next Turkish president be? – BBC News
[2] 2 https://www.metiskitap.com/catalog/interview/36575
[3] Minorities (Ottoman Empire/Middle East) | International Encyclopedia of the First World War (WW1) (1914-1918-online.net)
[4] 4 Nisan’da TÜSİAD da Yargılanmalı – Rojda Duygu Yeşilgöz – bianet
