HTŞ ve SDG arasındaki 10 Mart mutabakatı ile Suriye’nin karmaşık denkleminde kesin olarak yeni bir sayfa açılmış bulunuyor. Bu beklenmedik anlaşma, kimilerine göre barışın ilk adımı, kimilerine göreyse tarafların birbirini sınayacağı ve nihayete ermesi mümkün gözükmeyen çelişkilerle dolu yeni bir denklem. Sonuç olarak, Suriye’de artık son perde yaşanıyor. Bu perdenin ardından her ne olacaksa, yeni bir oyunun başlangıcı olarak yazılacaktır. Şam’dan Rojava’ya uzanan bu anlaşmanın satır araları, Suriye’nin geleceği hakkında çok şey söylüyor.
Öncelikle belirtmek gerekir ki, bahsi geçen anlaşma yalnızca Rojava’da değil, bütün bir Kürt ulusu tarafından sevinç ve coşkuyla karşılanmıştır. Kürt siyasetinin iki önemli aktörü olan KDP ve YNK, bu anlaşma metnini Kürdistan Bölgesel Yönetimi adına selamlamış; Rojava’da ise Özerk Yönetim, SDG ve PYD yaptıkları açıklamalarla, imzalanan protokol metnini “tarihi bir kazanım” ve “Suriye devletine ortak olmak” biçiminde ajandalarına not etmiştir. Bir de bunların yanı sıra Rojava ve Suriye sokaklarının nabzı vardır. Uzun bir aradan sonra Kürtler ve Araplar, aynı anlaşmanın farklı tarafları olarak sevinç mermileri atmıştır.
Bahsi geçen mutabakat metninin maddelerine daha yakından bakmadan önce, anlaşma metninin ruhuna sinmiş bir dipnotu ifade etmek gerekiyor. Kürtler, HTŞ ve Colani’yi en güçsüz oldukları anda yakalamış ve protokol metnine kendi istek ve taleplerini öngördüklerinden daha güçlü bir biçimde yansıtmayı bilmiştir. Bu, yalnızca gelişmelerin ardından yapılan siyasal bir okuma değil, yaşanmış bir gerçek olarak sabittir. Colani, Alevi katliamının yarattığı meşruiyet ve yönetememe krizi anında SDG ile iletişim kanallarını yeniden açarak, “Gelin, istediğiniz çerçevede bir anlaşma imzalayabiliriz,” demiştir.
Bu hareket alanını kullanan SDG ise hem öncesinde bölge halklarının temsilcileri ile irtibata geçmiş hem de kendi özgün varlığını korumaya yönelik önlemleri resmiyete kavuşturmuştur.
Ayrıca bu anlaşmayı değerlendirirken gözden kaçırılmaması gereken başka bir husus daha vardır. Çünkü Rojava, Baas rejiminin yıkıldığı 8 Aralık’tan sonraki süreçte kendi tarihinin en kapsamlı tasfiye saldırılarından birini yaşamak durumunda kalmış ve manevra alanı olabildiğince daralmıştır. Hatırlanacağı üzere, Esad rejiminin ardından Türkiye-SMO ve HTŞ ortaklığının planına göre, Münbiç’ten başlayarak sırasıyla Kobanê, Rakka ve Deyrizor düşürülecek, Özerk Yönetim ise Cizire bölgesine sıkıştırılacaktı. Rojava bakımından bir yıllık savaşla kazanılan Münbiç’in birkaç günde kaybedilmesi, bu yöndeki kaygıları daha da artırmıştı.
Bu gelişmelere paralel olarak HTŞ ile SDG arasındaki ilk görüşmede Colani, karşısındaki muhataplarına, “Silahlarınızı bırakın, Haseke’ye geri dönün ve bizim gelmemizi bekleyin,” demişti. Arabulucuların ise SDG’ye söyledikleri, “İdeolojik taleplerde bulunmayın, yalnızca dil ve kültürel haklar isteyin ve Tişrin’den de geri çekilin,” biçimindeydi. Arap bölgelerinde SDG’ye karşı örgütlenmek istenen sokak hareketleri de bu amaçlıydı.
Ancak Tişrin ve Karakozak’ta yürütülen savaşta SDG’nin direnişi, bu planı büyük ölçüde işlemez kıldı. Rojava halkının bombaların altında gösterdiği kararlılık da sürecin rengini değiştirdi. Arap halkı ise Özerk Yönetim’e karşı ciddi bir harekete girişmedi. Bu üç aylık süreçte kendisini korumayı başaran SDG ve Özerk Yönetim, fırsatını bulduğunda da kendini koruma altına almayı başardı. Birileri bu sonuca ulaşılmasında İmralı sürecinin de belirleyici olduğunu söyleyebilir ve haklıdır. Ancak eğer bu üç aylık direniş olmasaydı, İmralı’da kurulan denklemin ağırlık merkezleri kesin olarak değişirdi.
Kimliksiz bir halktan kurucu ortaklığa
13 yıllık iç savaş, Kobanê savunması gibi tarihe yazılan direnişler, kadın orduları ve toprağa düşen on binler… Böylesi bir sürecin sonunda Kürtler, HTŞ hükümeti ile imzaladıkları protokolle birlikte Suriye’de ilk defa kolektif bir kimlik olarak kabul edilmiş, haklarının ve ulusal varlıklarının anayasal güvenceye kavuşacağının taahhüdünü almıştır. Daha kestirme bir tabirle, Kürtler eşit yurttaşlık hakkına kavuşmuştur.
Yine imzalanan protokol metni ile beraber, yalnızca Suriye içerisinde değil, Türkiye başta olmak üzere “Kürtler Suriye’de statü sahibi olmasın” diyenler, hiç istemedikleri bir şekilde Kürtlerin kurucu unsur olduğunu kabul etmek durumunda kalmıştır.
Elbette ki sonuçlanmış ve başarıyla nihayete ermesi garanti edilmiş bir süreçten bahsetmiyoruz. Ancak Rojava Kürtleri bu gelişmeyi “Devlete ortak oluyoruz,” diyerek okuyor. Bu okuma, yalnızca askeri ve siyasi kurumlara entegrasyon ve kimi devlet işlerinde söz sahibi olacak olmaktan kaynaklanmıyor. Bizzat devlet yönetimine ortak olmayı öngören bir görüş açısına dayanıyor. Öyle ki, herkes tarafından bilinen kimi SDG ve Özerk Yönetim temsilcilerinin gelecekteki Suriye hükümetinin yetkilileri olarak karşımıza çıkmasından bahsediliyor. Olası bakanlıklar ve devlet makamları üzerine konuşulduğu da iddialar arasındadır.
Cihatçıları demokratikleştirmek mümkün mü?
HTŞ ve SDG arasında imzalanan protokol metninin henüz mürekkebi kurumamışken, HTŞ’nin selefi cihatçı lideri Colani Suriye Anayasası’nın taslak metnine ikinci bir imza daha attı. Birkaç gün önce atılan ve karşılıklı vaat edilen sözlerin aksine Colani, Arap ve Selefi bir Suriye inşa edeceğini dünyanın gözlerinin içine bakarak ilan etti. Özerk Yönetim’in “demokratik Suriye’ye az kaldı” iddiası ile “BAAS rejiminin HTŞ eliyle devam ettiği” söylemleri arasında 72 saatten az bir süre bulunuyordu.
Yalnızca bu kadarı bile gösteriyor ki IŞİD artıklarının mevcut olduğu bir düzlemden Suriyenin farklılıklarını bir arada tutabilecek hiçbir şey çıkmaz-çıkmayacakktır. HTŞ, Rojava ve SDG’nin olumlu anlamdaki bütün sınırlandırıcı etkisine rağmen demokratik bir devlet inşasına girişmez. Böylesi bir beklenti eşyanın tabiatına aykırıdır. HTŞ’nin içerisinde olduğu hiçbir doğrultudan demokratik Suriye sonucuna varılamaz. Bu cihatçılar ancak karşısındaki gücün silahlı varlığıyla yola getirilir. Suriye sahilinde yaşananlar, Rojava’da yaşanmıyorsa bunun tek nedeni Kürtlerin örgütlü-silahlı varlığıdır.
Tam da bu yüzden protokol metninde HTŞ’nin SDG karşısında geri adım attığı her şey, “Müslümana zor durumdan kurtulması için helal kılınmış takiyeden” başka bir şey değildir. Masanın iki ucunda iki düşman vardır. Cihatçı HTŞ, hasmını yere çalmak için fırsat kollamaktadır.
Bu fırsatın HTŞ’nin eline geçip geçmeyeceği ayrı bir tartışma konusu. Ancak Suriye’de barış türküleri söylemek için çok erken olduğunu bilmek gerekiyor. HTŞ, belki öngördüğünden çok daha uzun bir süre fırsat bekleyecek, bir süre Rojava’dan olabildiğince uzak duracak, bu süre zarfında iç cephesini tahkim etmek isteyecek ve fırsat bulduğunda muhakkak saldıracaktır. Aynısı Rojava için de doğrudur. Eğer IŞİD artıkları Suriye’yi yönetilemez bir duruma sokup oyun kurucular tarafından da oyunun dışına atılma riski ile karşı karşıya kalırsa ne Rojava ne de Suriye’nin ezilenleri bu selefi artıklarına katlanacaktır.
Yeni Suriye’de silahların geleceği
Bu başlıkta ilk söylenmesi gereken şudur ki, 10 Mart mutabakatı olarak adlandırılan HTŞ ve SDG arasındaki uzlaşı çerçevesi, SDG’nin öngördüğü çizgiye daha yakındır. Basında SDG için ifade edilen “ikinci ordu” ve buna bağlı olarak verilen rakamlar, genel perspektifi ifade eden doğrulardır. Ancak taraflar, SDG’nin hangi isim altında Suriye Ordusu’na katılacağı ve bu kuvvetin muhtemel sayısı gibi birçok sürtünmenin yaşanacağı ayrıntıları henüz konuşmamıştır.
Ancak konuşulan daha somut şeyler var. SDG, henüz kapsam ve sınırları belirlenmemiş de olsa güçlü bir iç özerkliğe sahip olacak. Hatta şöyle söylemek de mümkün: Bir orduya tanınan bütün hak ve ödevler SDG’ye de tanınacaktır. Bunun anlamı, kendisine ait silah ve askeri güç bulundurabilmesi ve kapasitesini yükseltebilmesidir.
SDG, elindeki ağır silahları -[eski] Suriye rejiminin ardından rejim noktalarından elde edilen silahlar da dahil- HTŞ’ye teslim etmeyecektir. Ancak bunun karşılığında, Rojava Devrimi’nin mimarı kabul edilen ve bugünkü bütün kazanımların temelini atan YPG, muhtemeldir ki artık aynı isim ve askeri mekanizmalarla yoluna devam etmeyecek. YPJ için de aynı durum söz konusudur. Ancak SDG, kadınların önemli bir kazanımı olan silahlı varlığını güvencelemek için yeni yollar arıyor. Lakin henüz mutabık kılınmış bir çerçeveden bahsetmek mümkün değil.
Bununla beraber, Rojava’nın bir diğer askeri gücü olan Asayiş örgütlenmesi de yeni durumda kendisini bir dönüşüme tabi tutacaktır. İç güvenlik hizmeti yine Rojava’ya bağlı olmakla birlikte, Rojava yönetimi, dışarıdan bakıldığında ikili bir devlet örgütlenmesi izlenimi veren bütün kurumları yeni duruma uygun olarak dönüştürecektir.
Fırtınadan Rojava’ya kalan…
Taraflar arasında imzalanan protokol, en kaba tanımıyla bir entegrasyon çerçevesidir ve bu entegrasyonun askeri olduğu kadar idari, ekonomik ve toplumsal başlıkları da mevcuttur.
Ancak bu hususta ilk söylenmesi gereken, Rojava’da fiili özerkliğin bir süre daha devam edeceğidir. HTŞ, daha kesin bir anlaşma çerçevesi belirleyene kadar, bazı sembolik adımların dışında Rojava’nın ekonomik ve siyasal örgütlenmesine karışmayacağını taahhüt etmiş bulunuyor. Bu, sadece bir taahhüt değil, mevcut güç ilişkilerinin de sonucudur.
Ancak Rojava’da bir hükümet görevi gören Özerk Yönetim’in de aynı isimle yoluna devam edemeyeceği öngörülmelidir. İdari özerklik, taraflar arasındaki anlaşma metninde yer almadığı gibi, kavram olarak da İmralı’nın mektubunda reddedilmiştir. Aynı işlevi gören başka mekanizmaların kurulması mümkündür.
Ayrıca kamuoyuna yansımasa da Rojava yönetimi, kadın özgürlük mücadelesinin kazanımlarını korumayı kesin bir şart olarak ortaya koymuştur. Bu bakımdan, kadınların toplumsal-siyasal örgütlenmeleri ve eşit temsiliyetleri devam edecektir. Bu çizgi, cihatçı selefilerin altında ezilen Suriye’de seküler ve kadın özgürlükçü bir çizginin yeniden güç kazanmasının ve HTŞ’yi sınırlandırmasının da bir adımıdır.
Yine dikkatlerden kaçmamıştır ki Rojava yönetiminin HTŞ ile imzaladığı metinde, yabancı savaşçıların Suriye’den çıkarılması yönünde bir madde bulunmuyor. Zaten taraflar için bağlayıcı olduğu kabul edilen böylesi bir metne, on beş bine yakın yabancı cihatçıyı bünyesinde barındıran HTŞ’nin imza atması düşünülemez. Daha önce SDG adına kamuoyuna yabancı savaşçıların çıkarılabileceği yönünde açıklamalar yapılmış olsa da son görüşmede belirli bir uzlaşının sağlandığı ve bu talebin şimdilik masadan kaldırıldığı belirtiliyor. Ancak HTŞ’nin Türkiye’nin dayatmalarını nereye kadar öteleyebileceği şimdilik belirsiz.
HTŞ hükümetinin Rojava topraklarına olası geri dönüşü, ilk aşamada sembolik kimi girişimlerden öteye geçmeyecektir. Sınır güvenliği, kimi enerji kaynaklarının ortak yönetimi, Suriye devletine ait hizmet örgütlenmelerinin yeniden işlerlik kazanması gibi siyasi etkileri oldukça sınırlı bazı adımlar peşi sıra gelecektir.
Son bir soruya cevap: Kim kazandı?
Peki, Kürtler kazandı mı, kaybetti mi? Bu soruyu henüz oyunun bitmediğini hatırlatmak kaydıyla yanıtlayalım. Elbette ki meseleye Kürt ulusunun tarihsel penceresinden ve daha özelde Suriye’deki tarihinden bakıldığında Kürtler şimdilik kazanmıştır. Kimliği bile olmayan, varlığı kabul edilmeyen, birçok katliam ve saldırıya maruz kalan Kürtler, anayasal bir statünün sahibi olacakmış gibi duruyor. Ayrıca Kürtlerin bu kazanımının Suriye’nin Alevilerine, Dürzilerine, Hristiyanlarına ve kadınlarına da önemli bir yaşam alanı sunacağı açıktır. Ulusların kendi kaderini tayin hakkına inandığını söyleyenlerin, meselenin bu yanından rahatsızlık duymaması gerekir. Bundan rahatsızlığını dile getirenler ise alternatifini de söylemek gibi bir sorumlulukla karşı karşıya. Ne yazık ki Ortadoğu’da işler, kitabın ortasından verilen söylevlerle değil, gerçek politik zorunluluklara verilen cevaplarla yürüyor.
Lakin Suriye’den, Ortadoğu’dan ve öngörüleri değiştirebilecek dinamiklerden konuşuyoruz. Bu bakımdan tablo bir anda tersine dönebileceği gibi yeniden ve daha ağır bir savaş pozisyonuna da geçilebilir. Bunun belirleyicisi 10 Mart protokolünün imzacıları değil, İsrail, ABD, Türkiye ve İran’ın da içerisinde olduğu bölgesel ve küresel çelişkilerin ancak savaş yoluyla çözülebilecek bir merhaleye doğru ilerlemesidir.
Ancak her şey “sükunet” içerisinde giderse Rojava’nın kendi emekleriyle yarattığı “sınırsız özerklik” durumunun bir sınırlandırılmaya doğru gideceği açık. Bu sınırlandırmanın askeri, politik olduğu kadar ideolojik etkilerinin de olacağı görülmeli.
Nasıl ki egemen oyun kurucular IŞİD gömlekli Colani tayfasını hizaya getirmek istiyorsa, öngörülemeyen çıkışlarıyla dengeleri değiştirmeye hazır bulunan Kürtleri de bu haliyle kabul etmek istemeyecektir. Unutulmasın, Rojava’da Kürtleri müttefik olarak kabul eden ve bu ilişkide ciddi mesafeler kaydeden ABD, bir yandan da Rojava’nın halkçı-seküler ve demokratik karakterini iğdiş etmek için fazlasıyla uğraşmaktadır.
Ayrıca bu sürece, yalnızca Kürt hareketinin Rojava bölümü için değil, tamamı açısından bakmak ormanı görmek için daha uygundur. Öyle ya tarihteki bütün ezilen halk hareketleri egemen devletle anlaşmaya ve onun kurumsal varlığına doğru çekildikçe, devrimci ve düzen dışı dinamizmini yitirme tehlikesiyle karşı karşıya kalır. Rojava da bu tehlikenin dışında değildir.