Türkiye Bir Varoluş Krizinde
Türkiye, tarihinin en kritik eşiğinde duruyor. Bugün yaşadığımız şey basit bir siyasal kriz değil; ülkenin geleceğini belirleyecek bir varoluş krizidir. İktidarın adım adım inşa ettiği düzen, yalnızca muhalefeti susturmayı değil, tüm toplumu tek bir ideolojik kalıba hapsetmeyi hedeflemektedir.
1980 darbesiyle başlayan neoliberal yıkım, 2000’lerle birlikte AKP iktidarında yeni bir boyuta taşındı: otoriter neoliberalizm. Bu düzen, sermaye birikimini devlet gücüyle iç içe geçirirken emekçileri, kadınları, gençleri ve Kürt halkını daha ağır sömürü ve baskı koşullarına mahkûm etti.
Ancak mesele yalnızca neoliberal sömürü değildir. Bugün tanık olduğumuz şey, İspanya’da Franco’nun, Latin Amerika’da askeri cunta rejimlerinin yöntemlerini hatırlatan yeni bir yapılanmadır: İslam Falanjizmi. Lider kültü, parti-devlet bütünleşmesi, dini meşruiyet ve toplumsal muhalefetin sistematik bastırılmasıyla Türkiye, karanlık bir yola sürüklenmektedir.
Bu karanlık karşısında en büyük tehlike, halkın büyüyen hoşnutsuzluğunun siyasal bir alternatife kanalize edilememesi, yani “alternatifsizlik algısı”dır. İktidar, topluma sürekli şu mesajı dayatmaktadır: “Ya biz ya kaos.” Oysa gerçek tam tersidir: Bugün asıl kaos, iktidarın yarattığı bu düzenin ta kendisidir.
Türkiye’nin geleceği, bu alternatifsizlik duvarını yıkacak bir toplumsal güç birliği yaratılıp yaratılamayacağına bağlıdır. İşte bu yazı, tam da bu güç birliğinin imkanlarını tartışmakta ve bir çağrı yapmaktadır: Alternatif vardır – emek, özgürlük ve demokrasi cephesi!
Neoliberal yıkım ve otoriterleşme
Türkiye’de yaşanan bugünkü siyasal karanlığın kökleri 1980 darbesine uzanır. 24 Ocak kararlarıyla birlikte uygulamaya sokulan neoliberal dönüşüm, yalnızca ekonomik bir yön değişikliği değil, işçi sınıfının örgütlü gücünü kırmayı hedefleyen siyasal bir tasarımdı. Grevlerin yasaklanması, sendikaların kapatılması ve muhaliflerin susturulması; sermaye düzeni için gerekli görülen “ön koşullar”dı. Yani Türkiye, neoliberalizme kanla ve baskıyla sokuldu.
2000’lerin başında iktidara gelen AKP, bu süreci daha da derinleştirdi. Yüksek faiz ve sıcak para girişine dayalı ekonomi, özelleştirmelerle kamu varlıklarının yağmalanması, mega inşaat projeleriyle halkın sırtına yüklenen borç… Tüm bunlar kısa vadeli bir büyüme illüzyonu yarattı, ama uzun vadede yoksulluğu ve kırılganlığı artırdı. Halkın alın teri, bir avuç yandaş sermaye grubunun servetine dönüştü.
Bu dönemin en kritik boyutlarından biri de Körfez sermayesine bağımlılıktır. Katar başta olmak üzere Arap monarşilerinden gelen sermaye akışı, ekonomiyi ayakta tutmanın bir aracı haline geldi. Bunun karşılığı ise dış politikada ve içeride daha fazla İslamcı-milliyetçi tahakkümdü. Türkiye’nin kaderi, artık hem uluslararası sermayenin hem de bölgesel İslamcı blokların çıkarlarına ipotek edilmiş durumda.
Bugün işçilerin payına düşen nedir?
- En ağır gelir eşitsizliği (OECD ortalamasının üzerinde bir Gini katsayısı),
- Çifte basınç altındaki gençlik: işsizlik ve geleceksizlik,
- Kadınların hem evde hem işte katmerli sömürüye mahkûm edilmesi,
- Milyonların sosyal yardımlarla iktidara bağımlı kılınması.
Kısacası, neoliberalizm ile otoriterlik el ele yürümektedir. Sermaye birikimi devletin baskı aygıtıyla korunmakta; devlet, patronaj ve yandaş sermaye ağlarıyla kendini yeniden üretmektedir. Bu düzen, yalnızca bir ekonomik model değil, bir siyasal rejim tercihidir. Ve bu tercih, Türkiye’yi adım adım bugünkü “İslam Falanjizmi” tehlikesine taşımıştır.
İslam Falanjizmi’nin Yükselişi
Bugün Türkiye’de yaşanan şey, sıradan bir otoriterleşme değildir. Bu, tarihten bildiğimiz en karanlık rejimlerin yeniden üretimidir. İspanya’da Franco’nun, İtalya’da Mussolini’nin, Latin Amerika’da askeri diktatörlüklerin izlediği yolun yeni bir versiyonu: İslam Falanjizmi.
Bu kavram abartı değil, gerçeğin ta kendisidir. Çünkü tipolojik benzerlikler açıktır:
- Lider kültü: Tek adamın “Reis” figürü, milletin ve devletin kaderini kendi şahsında toplaması.
- Parti-devlet bütünleşmesi: AKP ile devlet arasındaki sınırların ortadan kalkması, bürokrasinin ve yargının bir parti organına dönüşmesi.
- Korporatist toplumsal örgütlenme: Sendikaların zayıflatılması, meslek örgütlerinin baskı altına alınması ve cemaatçi yapılar eliyle toplumun kontrol edilmesi.
- Anti-liberal siyaset: Kuvvetler ayrılığının tasfiyesi, basının susturulması, çoğulculuğun “ihanet” gibi gösterilmesi.
- Dini meşruiyet: Diyanet’in genişleyen rolüyle, devlet politikalarının kutsallaştırılması; toplumun muhafazakâr-İslami normlara göre yeniden şekillendirilmesi.
Üstelik bu süreç yalnızca içeride kalmamış, dışarıda da aynı ideolojik eksenle pekişmiştir. Körfez ülkelerinden gelen sermaye, bu rejimin maddi temelini güçlendirmiştir. İktidarın İslami silahlı örgütlerle kurduğu temaslar, bu sürecin güvenlik boyutunu açığa çıkarmıştır. Yani İslam Falanjizmi, yalnızca ideolojik bir tercih değil; ekonomik, siyasal ve güvenlik alanlarında bütünlüklü bir stratejidir.
Bugün baskı yalnızca muhalefet partilerine yönelmiş değildir. Bu rejim:
- Emekçileri sendikasızlaştırarak,
- Kadınları İstanbul Sözleşmesi’nden çekilerek,
- Gençleri üniversite özerkliğini gasp ederek,
- Kürt halkını kayyım ve tutuklamalarla,
- Ekoloji hareketini kriminalize ederek sindirmeye çalışmaktadır.
Kısacası, iktidarın hedefi muhalefeti yönetmek değil, toplumu topyekûn teslim almaktır. Bu teslimiyetin adı “İslam Falanjizmi”dir. Eğer buna karşı güçlü bir cephe kurulmazsa, Türkiye çok yakın bir gelecekte kurumsallaşmış bir faşist rejim gerçeğiyle yüz yüze kalacaktır.
Solun Dağınıklığı ve Alternatifsizlik
Bugün iktidarın en büyük gücü yalnızca devletin baskı aygıtları değil, aynı zamanda solun ve toplumsal muhalefetin parçalanmışlığıdır. Sosyalist hareket onlarca yılın mirasıyla bölünmüş, küçük gruplar halinde kendi içine kapanmış, ortak bir program ve mücadele hattı geliştirmekte zorlanmıştır.
- İdeolojik bölünmeler: Stalinist, Troçkist, Maoist ya da reformist çizgiler arasındaki ayrımlar, siyasal olarak yaratıcılıktan çok ayrışma üretmiştir.
- Örgütsel zayıflık: Sendikaların tasfiyesi, toplumsal taban erozyonu ve devrimci örgütlerin marjinalleşmesi, solun halkla bağını zayıflatmıştır.
- Stratejik parçalanma: Legal siyaset ile devrimci kopuş arasındaki bitmeyen ikilem, solun ortak bir siyasal yönelim geliştirmesini engellemiştir.
Sonuç ortadadır: Sol, toplumsal ölçekte alternatif olma kapasitesini kaybetmiştir. Oysa tam da bu boşluk, iktidarın işine yaramaktadır. Çünkü iktidar, karşısında birleşmiş bir cephe değil, birbirinden kopuk ve etkisiz yapılar görmekten memnundur.
Daha da önemlisi, bu dağınıklık toplumda bir “alternatifsizlik algısı” yaratmaktadır. Halk, iktidardan hoşnutsuz olsa da, mevcut muhalefetin kendi hayatına dokunan gerçek bir seçenek sunamadığını düşündüğünde, suskunluğa ve edilgenliğe sürüklenmektedir. İşte iktidarın en büyük dayanağı budur: İnsanlara “başka yol yok” duygusunu kabul ettirmek.
Ama bu kader değildir. Tarih defalarca göstermiştir ki, sol güçler birleştiğinde yalnızca iktidar blokunu zorlamakla kalmaz, aynı zamanda kitlelere umut ve güven aşılar. Bugün görev açıktır: dağınıklığı aşmak, alternatifsizlik duvarını yıkmak ve gerçek bir çıkış yolu sunmak.
Çıkış Hatları: Ya Birleşeceğiz Ya da Kaybedeceğiz
Bugün Türkiye’nin önünde iki yol vardır: Ya iktidarın dayattığı “İslam Falanjizmi”ne boyun eğilecek, ya da toplumsal güç birliğiyle yeni bir demokratik ufuk açılacaktır. Bu ikincisi için atılması gereken adımlar açıktır:
- Emek Hareketinin Yeniden İnşası
İşçi sınıfı olmadan hiçbir dönüşüm mümkün değildir. Grevlerin yasaklandığı, sendikaların etkisizleştirildiği bir ülkede gerçek özgürlükten söz edilemez. İşçi sınıfının yeniden örgütlenmesi, güvencesizlerin ve taşeron işçilerin mücadeleye katılması, bu cephenin omurgası olacaktır. - Feminist ve Ekolojik Mücadelelerle İttifak
Kadınların eşitlik mücadelesi ve doğanın talanına karşı direnen ekolojik hareket, bugünün en dinamik güçleridir. Sosyalist hareket, bu mücadelelerle yan yana gelmeden toplumun geniş kesimlerine ulaşamaz. Patriyarkaya ve doğa talanına karşı ortak direniş, geleceğin Türkiye’sinin temel taşlarından biridir. - Kürt Hareketiyle Stratejik Ortaklık
Türkiye’nin en kitlesel muhalefet gücü olan Kürt halkı ile stratejik bir ilişki kurulmadan hiçbir demokratik dönüşüm mümkün değildir. Kayyım rejimine, tutuklamalara ve eşitsiz yurttaşlığa karşı Kürt hareketiyle dayanışma, sadece bir etik sorumluluk değil, aynı zamanda siyasal bir zorunluluktur. - Anti-Neoliberal Program
Otoriter neoliberalizmin yarattığı enkaza karşı, emeği ve doğayı merkeze alan bir ekonomik program zorunludur. Kamusal ekonomi, sosyal hakların güvence altına alınması, servet vergisi, ekolojik adalet ve emeğin güvencesi… İşte halkın somut taleplerine yanıt verecek çıkış yolu budur.
Bu adımlar yalnızca ayrı ayrı değil, bir bütün olarak ele alınmalıdır. Ortak bir program ve birleşik bir cephe olmadan başarı mümkün değildir. Çünkü karşımızda parçalı bir iktidar değil, devletin tüm aygıtlarıyla örgütlenmiş bütünlüklü bir rejim vardır.
Görev açıktır: Ya birleşeceğiz ya da kaybedeceğiz.
Alternatif Vardır!
Türkiye, tarihsel bir yol ayrımındadır. Bir yanda otoriter neoliberal düzenin İslam Falanjizmi biçiminde kurumsallaşması; diğer yanda ise emek, eşitlik ve özgürlük temelinde yükselmesi mümkün bir demokratik geleceğin kapısı.
İktidar, halka sürekli şu mesajı dayatıyor: “Ya biz ya kaos.” Ama gerçek tam tersidir. Asıl kaos, işsizlik, yoksulluk, kadın cinayetleri, doğa talanı ve savaş politikalarıyla ülkeyi boğan bu rejimin kendisidir. Türkiye’nin geleceği bu karanlığa mahkûm değildir.
Bugün görev açıktır:
- Emekçiler, güvencesizler ve işsizler,
- Kadınlar ve gençler,
- Kürt halkı ve tüm ezilenler,
- Ekoloji mücadelesi veren köylüler ve şehir yoksulları,
- Aydınlar, demokratlar, sosyalistler…
Herkes aynı cephede buluşmak zorundadır. Bu cephe, yalnızca bir politik tercih değil, bir varoluş meselesidir. Çünkü ya birleşeceğiz ya da kaybedeceğiz.
Türkiye’nin geleceği teslimiyetle değil, direnişle yazılacaktır. Ve bu direnişin adı şimdiden bellidir:
Alternatif vardır: Emek, özgürlük ve demokrasi cephesi!