Anadolu’nun ortasında, rüzgârın tozu göğe savurduğu bir coğrafyada doğdu Neşet Ertaş.
Bir köy çocuğu, bir yoksulluk hikâyesi değildi sadece onunki, bağlamanın tellerine doğrudan yazılmış bir kaderdi. Daha küçük yaşta, babasının dizinin dibinde öğrendi türküyü, acıyı, sevinci. Babası Muharrem Ertaş, bozkırın en eski hikâyelerinden biriydi, oğul Neşet de o hikâyenin başka bir sözü oldu.
O yıllarda köy düğünleri sadece eğlence değil, hayatta kalma biçimiydi. Neşet, o düğünlerde saz çalar, sesini yoksul sofralara taşırdı. Saz, onun için bir geçim kaynağı değil, yaşamın kendisiydi.
Ama bir gün, yaşadığı toprak, ona dar gelmeye başladı. 1970’lerin sonlarında parmaklarında bir felç baş gösterdi. Tellerden gelen ses kısılmaya, türküler yarım kalmaya başladı. Sağlık sorunlarıyla birlikte, memleketin yoksulluğu ve hoyratlığı birleşince, Anadolu’nun bozkırından kopmak zorunda kaldı.
Gurbetin yolları açıldı önüne.
1979’da Almanya’ya gitti. Berlin’in soğuk sokaklarında, Köln’ün göçmen mahallelerinde yeni bir hayat kurmaya çalıştı. Çocuklarını da yanına aldı. Bu göç, sadece ekonomik bir mecburiyet değildi, bir tür sürgündü. Neşet’in türkülerinde memleketle arasına giren mesafe hep bir sızı olarak kaldı.
Türkiye’de susturulan, görmezden gelinen halkın sesi, o yıllarda Almanya’da, gurbetin kahvelerinde yankılandı. Oradaki işçiler, özlemle onun sazına sarıldı.
Bir bakıma, bozkırdan kopup Avrupa’ya taşınan bir türküye dönüştü Neşet’in yaşamı.
Yaşar Kemal, bir gün ona imzaladığı bir kitabın kenarına “Bozkırın Tezenesi” diye yazdı. O günden sonra bu isim, halkın dilinde bir efsaneye dönüştü. Çünkü Neşet Ertaş’ın sazından çıkan her ses, bozkırın rüzgârı, gurbetin kokusu, yoksulluğun türküsüydü.
“Zahidem”de gençlik sevdasını, “Yalan Dünya”da hayatın gelip geçiciliğini, “Gurbet”te ayrılığın sızısını, “Hasret Beni”de memleket özlemini anlattı.
O türküler, Anadolu’nun en ücra köyünden Almanya’nın en kalabalık işçi mahallesine kadar herkesin dilinde yankılandı. Neşet, sazının tellerinde sadece notalar değil, insanların hikâyelerini taşıdı.
Yıllar sonra Türkiye’ye döndüğünde, devlet onu sahiplenmek istedi. “Devlet Sanatçısı” unvanı teklif edildi.
Neşet’in cevabı kısa ve netti;“Ben halkın sanatçısıyım. Devletin sanatçısı sıfatı bana ayrımcılık geliyor.”
Bu söz, sadece bir reddiye değildi, bir tavırdı. Çünkü devlet, halkın acısını sıklıkla görmezden gelir ama halkın sesini kendi vitrini için kullanmak ister. Neşet, bu oyuna gelmedi.
Onun sazı, köy odalarının, işçi kahvelerinin, düğünlerin ve yalnızlıkların sazıydı.
Resmi sıfatlarla bağlanamazdı.
Bir televizyon programında Erdoğan’la karşılaştı. Erdoğan, sigara yasağını hararetle savunuyordu. Neşet, hafifçe gülümsedi ve şöyle dedi; “Zengin ise bıraksın, fukara ise sigara içmezse ne yapacak? Şu sokaklarda sel gibi zehir akıtan arabalarımızın egzozlarına bir çare bulunsun efendim, havamızı zehirliyor.”
O an, sadece bir sigara değil, bir yaşam biçimi savunuluyordu aslında. Devletin her alana sirayet eden yasakçı dili karşısında, bir ozan kendi varlığını, nefesini savunuyordu.
Erdoğan gülümsedi belki ama o gülümseme, Neşet’in sözündeki isyanı silemedi.
25 Eylül 2012’de, bozkırın sesi sustu.
O gün Anadolu’da rüzgâr bile başka esti. Televizyonlar, gazeteler, devlet erkânı, hepsi birden Neşet Ertaş’ı anmaya başladılar.
Bir zamanlar halkın sesini bastıranlar, şimdi o sesi kendi hikâyelerinin parçası gibi sunuyorlardı.
“Garip ozan,” dediler, “bu toprakların çocuğu,” dediler. Ama Neşet’in türkülerini halktan koparmak, onun en çok karşı çıktığı şeydi.
Bugün, ölümünden yıllar sonra, Neşet Ertaş’ın türkülerini dinlerken sadece bir ozanı değil, bir halkın hikâyesini dinliyoruz.Bozkırın yoksulluğunu, gurbetteki işçinin sessizliğini, devletin soğuk yüzünü, köyün sıcak sobasını…Her tınıda bir acı, her sözde bir direniş var.
Neşet, hiç gitmedi aslında.O hâlâ Berlin’in bir göçmen kahvesinde, Kırşehir’in bir köy odasında ve şimdi, biz sürgünlerin yüreğinde çalmaya devam ediyor. Çünkü onun türküsü, halkın türküsüdür.