Avrupa’da siyaset sahnesinde “Şehnaz Tango”
Bizler “Yavuz Bingöl olayı”nı konuşurken, Avrupa’da neler oluyor?
“Namuslu” ve “becerikli” Başkan Babamız Bay Juncker’in uluslararası tekellerle harika ve uyumlu dansı nasıldır?
Neden Avrupa emekçileri bu dans gösterisine “dur” diyememektedirler?
Ruhunu Mephisto’ya teslim eden Avrupa Sol’u sa(ğ)lak mıdır? Yoksa kurnaz mı?
Avrupa’da Yeni Sağ “biz”lerden nasıl kolayca “rol” çalabilmektedir?
“Ben ne yaptımsa ülkem için yaptım” diyebilirdi.
Ama demedi, ağırbaşlılığını sürdürdü.
“Benim boğazımdan bir tek kör lokma geçmedi” diyebilirdi.
Ama söylemedi. O, devlet adamlığı vakarını korudu.
Juncker, ne yaptıysa kendi şahsi çıkarı için değil “vatanı” için yaptı.
Vatan? Luxemburg?
Sözü edilen kişi bizim bay başkan Jean-Claude Juncker, şu an “Avrupa Komisyonu Başkanlığı” yapıyor. Bu görev, ismi başka konulsa bile, bir tür “Avrupa Birliği Başbakanlığı”dır.
Başkan babamız bay Juncker, bu göreve bu yaz döneminde yapılan 2014 Avrupa Parlamentosu seçimleri sonrasında geldi. Juncker, seçimlerde, Almanya SPD’den Avrupa Sosyal Demokratlarının adayı olan Martin Schulz’a karşı mücadele etmişti.
Sonrasında Martin Schulz, Avrupa Parlamentosu başkanlığına “razı oldu”
Bu durum, Almanya’daki CDU/CSU ile SPD’nin kurduğu “büyük koalisyonun” (GroKO) bir türevinden başka bir şey değildir.
Jean-Claude Juncker “Komisyon Başkanı” Martin Schulz ise “Parlamento Başkanı” olmuşlardır. Bu aynı zamanda “Avrupa Hristiyan Demokrat Halk Partileri Fraksiyonu” ile “Avrupa Sosyal Demokrat Partilerinin İlerici Kooalisyonu Fraksiyonu”nun üstü örtülü evliliğidir.
Avrupa Parlamentosu’nda oluşmuş olan bu eksen “Real Capitalism” “Yaşayan Kapitalizm”in Avrupa’daki ana gövdesini teşkil etmektedir. Bu, göz ucu ile bakıp geçilemeyecek, üstünden atlanmaması gereken önemli bir “eksen”dir. Bilinmeli.
“Kim korkar hain kurttan?” tiyatro / sinema eseri yeniden sahneye konulmuştur. Jean-Claude Juncker kimden korkar? Juncker devrilebilir mi?
Önce Vikipedi’den biraz okuyalım:
“Kim Korkar Hain Kurttan? 1966 ABD yapımı dramatik filmdir. Özgün adı Who’s Afraid of Virginia Woolf? olan film Türkiye’de ilk kez 30 Ocak 1967’de sinemalarda gösterime girmişti.”
“Başlıca rollerinde Elizabeth Taylor, Richard Burton, George Segal ve Sandy Dennis’in oynadıkları, sadece bir iki mekânda ve dört kişi arasında geçen film uyarlandığı oyunun ruhuna uygun olması için özellikle siyah beyaz çekilmiştir.”
“Orta yaşlı bir karı kocanın ızdırap verici aşk-nefret oyunlarının içerisine yeni tanıştıkları genç bir çifti de çekmeleri ve alkolün de körüklediği sabaha dek süren fırtınalı zaman zaman da gülünç bir didişme, acı çektirme oyunu sonunda içlerindeki her şeyi ortaya dökmeleri anlatılmaktadır.”
Şimdi bunları neden mi aktardım?
Çünkü Avrupa parlamentosu seçimleri ardından, bütün yaz ayları boyunca süregiden Jean-Claude Juncker ile Martin Schulz arasındaki bunalımlı “sahte çekişme” bana bu eseri anımsatıyor.
Hepimiz sanki kapışacaklarmış (ilgili filme atıfta bulunursak ayrılacaklarmış gibi) sunulan tartışmayı sinema tadında izledik.
Kah ağladık, kah üzüldük. Aman AB ayrılmasındı, aman AB tıkanmasındı.
Ancak, her şey “fiction” idi. Her şey “kurgu” idi. Gerçekte Jean-Claude Juncker ile Martin Schulz arasında “hakiki” bir ayrım ve aynı anlama gelmek üzere “sorun” bile yoktur.
İkisi de “büyük koalisyonun” birer unsurudurlar.
Bu olguyu uzun uzun anlattım, çünkü bu bilgi yazının ileri aşamasında anlatılan, “27 Kasım’da AB Parlamentosu’nda yapılan Güvensizlik Oylaması”nda Juncker’in “sıyrık” bile almadan kurtulmasının gerçek nedenini anlamamızı sağlayacaktır.
Bir ara belirlemeyi daha şimdi burada dillendireyim: AB Parlamentosu’nda siyasi gruplar ve fraksiyonlar dışında bir de “Almanya-Fransa ekseni” tüm siyasi güncel döngüleri belirlemektedir.
Jean-Claude Juncker ile Martin Schulz, ikisi birlikte bu “eksen”in siyasi sembolleri ve unsurlarıdırlar. Aralarında gerçek bir çatışma, itişme ve uzlaşmazlık olmaz. İkisi birlikte Avrupa’da “Yaşayan Kapitalizm”in (Real Capitalism) seçkin temsilcileridir. Aslında aynı “sektör”de yer almaktadırlar. Biraz rahat söyleyecek olursak, iki ayrı siyasi fraksiyonda yer alıyor görünmelerine rağmen aslında aynı “parti”dedirler.
İkisi de, (görüntünün tersine, mevcut algının aksine) birlikte ve temelde bir fark göstermeden, tekrar edeyim, aynı Avrupa “Reel Kapitalizm” partisinin mensuplarıdır.
Yağma Hasan’ın böreği ve bir tür win/win veya götür/götür şahikası olarak “Luxleaks” skandalı.
Juncker’in Avrupa Birliği Komisyon başkanlığına seçilmesi ertesinde, Büyük Britanya / İngiltere’den yeni sağcı / Neo-faşist, yabancı düşmanı UKİP lideri Nigel Farage’nin (% 27 oy aldılar) sunduğu bir tür gensoru ile Juncker’e karşı “güvensizlik” oylamasına başvuruldu.
Güvensizlik oylamasının içeriği, LuxLeaks adı ile tanınan “vergi indirimleri / iltimasları skandalı” konusu idi. İddiaya göre, şimdiki Avrupa Komisyonu başkanı Jean-Claude Junker’in, Luxemburg Prensliği başbakanı olduğu dönemde, yani 2002 ile 2010 yılları arasında, uluslararası tekeller olağanüstü “vergi avantajları”ndan yararlandırılmışlardı.
Aralarında bizlerin yakından tanıdığı: Google, Apple, Amazon, FedEx, IKEA, PepsiCo, Heinz, Procter & Gamble, DAX- Borsa İndeksine kayıtlı onlarca büyük orta boy firma, Deutsche Bank, E.ON Enerji, Fresenius Medical Care. Starbucks, Fiat, Vodafone, LVMH, Burberry, Weight Watchers ve diğerlerinin yer aldığı uluslararası tekeller ballı incirleri şapur şupur “götürmüş”lerdi. Dünyanın en büyük 500 tekelinden en az 170’i bu “avanta-lavanta” sisteminden yararlanmakta idiler. (Bu durum söz konusu oylama sonrasında da tam gaz devam etmektedir.)
Basına sızan 28 bin sayfalık belgelere göre: Danışman firma PWC PriceWaterCoopers (Hollanda şubesi) bu işleri “ayarlamıştı”.
PWC PriceWaterCoopers, ilgili vergi kurumları ile önceden mutabakatlar yaparak, ismi geçen firmalara Luxemburg’ta düşük vergilendirileceklerini garanti etmekte idi.
PWC, bu “kanunlara tamamen uygun” işlemleri yapmak için, Luxemburg’ta geçerli olan “Telif hakkı yasası”na dayalı bazı “özel vergi indirimleri kurallarını” devreye sokmakta idi.
Bu “vergi indirimi” ya da “vergi kaçırma” numaralarının bir diğer yaygın biçimi ise, uluslararası tekellerin, Luxemburg’taki kardeş firmalarına yüklü “telif hakkı” bedellerini ödemeleridir. Luxemburg’ta “telif hakları” gelirleri, % 80 oranında vergilendirmelerden “muaf” tutulmaktadırlar. Uluslararası tekellerin, sanat / kültür eseri gibi telif hakkı yasası kapsamına sokulan “fikri haklar gelirleri” böylelikle çok çok düşük oranlarda vergilendirilmektedirler. Hâlâ. Ve bu skandalın ortaya çıkmış olmasına rağmen, devamen.
Ayrıca, uluslararası tekellerin Luxemburg’ta kurulu (çoğu posta kutusu) kardeş firması / firmaları, diğer ülkelerdeki kendi diğer firmalarına “kredi” sunarak, güya gelir elde edebiliyordu.
Ancak Luxemburg’un vergi daireleri, bu “kredi” gelirinin % 1’ini vergilendirmeye tabi tutmakta idi. İş kılıfına güzelce uyduruluyordu. Vergi uygulamalarında önceden yapılan ön mutabakat ile bu işlemlere uygun “kulp” takılabiliyordu.
Sonuçta, al takke – ver külah, aslında resmi kurallara / yasalara göre, genel olarak belirlenmiş olan vergilendirme oranı, ortalama kişi ve kuruluşlar için % 29 dolayında iken bu uluslararası tekeller için % 1’e “bağlanıyordu”.
Yağma Hasan’ın böreği yani.
Böylelikle, Luxemburg Prensliği ile uluslararası tekeller arasında bir “win/win” durumu daha doğrusu, “götür/götür” durumu yaşanmakta idi.
Kolay anlaşılır kılmak için bir örnek vereyim: Mesela Almanya’da her 100 Euro kâr / gelir için 29 Euro, Fransa’da 36 Euro vergi ödeyecek iken, kârını Luxemburg’a aktarmakta olan “özel vergi sözleşmeli” uluslararası tekeller, orada ise, 100 Euro için, 1 Euro vergiye tabi olmaktadırlar. Hâlâ. Devamen.
Skandalın ortaya çıkmasına rağmen, Juncker’e yönelik olarak yapılan “güvensizlik” oylamasına rağmen temelde değişen bir şey yoktur. Hâlâ. Devamen.
Yüzsüzlük dizboyu: Avrupa’da “hıyar”ın boyunu ve kalınlığını bile kurala (norm’lara) bağlayan Avrupa Birliği, “vergi cenneti” uygulamalarını kesin fiskal kurallara bağlamakta “ağır kanlı” davranıyor.
Luxemburg vergi skandalı, yani Jean-Claude Juncker’in adına yazılan “Luxleaks”, kelimenin tam karşılığı olarak bir “rezalet”ti(r).
Dünyanın 80 yayın kuruluşu, ilgili konuları işlediler.
Radyolar ve gazeteler, gerçekleri ve belgeleri aktarıp durdular.
Günlerce. Enine boyuna. Haber videoları, röportajlar ardı ardına yayınlandı.
Bu süreçte İngiltere’den UKIP, Fransa’dan Bayan Marie Le Pen’in National Front’u ve Almanya’nın yükselen yeni “sağ” gücü AfD – Alternative für Deutschland ve (Avrupa’nın diğer aşırı muhafazakarları, yeni sağcıları, neo-faşistleri) diğerleri, Avrupa Parlamentosu’nda, Juncker’e yönelik bu “güvensizlik oyalaması”nı destekleyerek konuyu “kürsüye” taşıdılar.
İlgili önerge, Hristiyan Demokrat, Muhafazarlar, Liberaller, Sosyal Demokratlar, Yeşiller tarafından rededildi.
Sonuçta, Juncker paçayı kurtardı.
Peki, bu durumdan bir ders çıkarılmış oldu mu?
Bu oylamanın ardından, bu “kanuna uygun adaletsizliğin” artık durdurulması için bir resmi girişim oldu mu?
Heyhat!
Beklenirdi ki, “salatalık standartları” bile oluşturan, diğer bir deyişle “hıyara” bile “norm” getiren AB, bu tekeller lehine vergi indirimi avantasını engelleyecek enerjik bir girişim içine girsin.
Heyhat!
Olmadı böyle bir şey.
Mesela fiskal vergi asgari oranları saptanabilir, yeni finansal denetim uygulamaları getirilebilirdi. AB parlamentosunda “soruşturmaya gerek yok” kararı çıkmış oldu ama, ülkeler bazında soruşturmalar açılabilirdi. Hiç biri olmadı.
Çünkü, konunun asıl muhatabı olan “halk” sahaya inmemişti.
Bu “avanta-lavanta” sisteminden asıl zarar gören Avrupa çalışanları, emekçileri ve yoksulları, konunun ayırdına henüz varmamışlardır. Hiç bir tepki ortaya koymadılar.
Cüzdanındaki 20 Euro parayı düşürüp, kaybedince kendi kendine büyük dert eden “sokaktaki adam” aslında kendi cebinden milyarlarca Euro para çalınması anlamına gelen bu Luxleaks skandalına seyirci bile olamadı.
Avrupa’nın bütününde, sokaktaki adam, bu konu gündemde olduğu sürece “ölü balık” rolünü oynamayı sürdürdü.
Aktif veya pasif, hiç bir tavır göstermedi. Uyudu. Zokayı yedi.
Egemenler ve AB bürokratları da bu krizi geçiştiriverdiler. Ağrısız sünnet misali.
“Solcu” Avrupa Sosyal Demokratları ve Yeşilleri, Juncker’i neden (ipten) kurtardılar?
Ya da bayram değil, seyran değil, eniştem beni niye öptü?
Önceki bölümde uzun uzun anlatmıştım ya: Avrupa Parlamentosu seçimleri sürecinde ve sonrasında yaşanan: Juncker mi? Yoksa Martin Schulz mu? farklılığı aslında sahtedir.
Saflar, göründüğünün tersine çok da ayrı birbirlerinden kopuk değildir.
Ayrılıklar aslında göründüğü ve algılandığı gibi “derin” değildir.
Son aylarda, “bu iki isim de gerçekte aynı Avrupa reel kapitalizmi partisinde birlikte top çevirmektedirler” tezini onaylayacak gelişmeler yaşandı.
Avrupa Parlamentosu’nda temsil edilen Hristiyan Demokrat, Muhafazarlar, Liberaller, Sosyal Demokratlar, Yeşiller, Avrupa Komisyonu Başkanı Jean-Claude Juncker aleyhine güvensizlik oylaması olayında “durumdan vazife çıkarıp” başkan babamızın ardında saf tuttular, onu ipten kurtardılar.
Böylelikle de, aynı zamanda bu Luxleaks “vergi skandalı” vesilesi ile uluslararası tekellerin çıkarlarını da kurtardılar, en azından bu tavırları ile “olayı” akladılar ve “skandal sorumlularına” zaman kazandırdılar.
Kediye ciğer emanet edilmektedir. LuxLeaks skandalının baş aktörü Juncker, şimdi de Avrupa Komisyonu Başkanı olarak “adalet dağıtacak”. Güler misin? Ağlar mısın?
Luxleaks skandalının kurgusunun yapıldığı ve uygulandığı süreçte, Jean-Claude Juncker, Luxemburg Başbakanı idi.
Juncker, bu “vergi yolsuzluğu”nun siyasi ve idari sorumluluğunu omuzlarında taşımaktadır.
Konuya ilişkin bir soruşturma mutlaka açılmalı, olay hemen yargıya taşınmalıdır.
Juncker ve hempaları ile uluslararası tekeller yargılanmalıdırlar.
Ama iş tersine yürümektedir.
Juncker, şimdi Avrupa Birliği Komisyon Başkanlığı’na (fiilen Avrupa Başbakanlığı) getirilmiştir.
Juncker, yargılanmak yerine, “taltif” edilmiştir, adeta ödüllendirilmiştir.
Peki, Juncker’e neden dokunulmaz ya da dokunulamaz?
Olayın “baş aktörü” Juncker, sistemin ta kendisidir, (şimdilik) dokunulmazdır.
Juncker, Avrupa Birliği’nin temelini oluşturan Fransız-Alman “eksen”inin adamıdır.
“O”nun görünen yüzüdür.
Bundan dolayı ona dokunulamaz. Şimdilik.
Fransa ve Almanya tarafından oluşturulmuş stratejik “eksen”in üzerinde yürüyen AB’nin güncel politik yakıcı (hatta yıkıcı) ihtiyaçları gereği (Ukrayna sorunu, Avrupa’daki mali kriz, göçmenlik sorunları, TTİP) acil adım ve hızlı çözümler gerektiğinden, o şimdi “ihtiyaç duyulan adam” ve vazgeçilemez adamdır.
Juncker, güncel “düzen” uzlaşmalarının adamıdır.
Juncker, sistemin bekasının baş aktörüdür, garantörüdür.
Juncker “Mutabakat Partisinin” adamıdır, unsurudur, ürünüdür, bu nedenle ona (şu an) dokunulamaz.
AB zirvesinde şu an herhangi bir krize ve hükümet / iktidar boşluğuna asla ve kesinlikle tahammül yoktur.
“O”na bu nedenle de dokunulamaz. (Şimdilik.)
Luxleaks skandalı “patlaması” beklenmedik, öngörülemeyen bir olay mıdır?
Márquez’in “Kırmızı Pazartesi” romanı türünden bir “hal” mi yaşanmıştır?
“Kırmızı Pazartesi”: Gabriel García Márquez’in 1982 Nobel Edebiyat Ödülü alan bu romanında, Kolombiya’nın bir şehrinde işlenen (gerçek bir) cinayet anlatılır.
Roman’ın ilk cümlesi ile yazar kimin ne zaman öldürüleceğini açıklar.
Sorgulama/mülakat tekniği ile yazılmış bu kısa romanda sadece okuyucu değil, tüm kasaba ahalisi de kimin ne zaman öldürüleceğini önceden bilmektedir.” (Vikipedi)
LuxLeaks skandalının arka planında olup bitenlerden herkes haberdar idi.
Aksi düşünülemez.
Avrupa devletlerinin vergilerden topladıkları gelirlerde yıllar boyunca, olağanüstü düşmeler, azalmalar görülecek ve ilgili devletler, onların bürokratları bunu bilemeyecek, anlayamayacaklar, olmaz böyle bir şey!
Peki ama, Avrupa devletleri, eğitime, sağlığa, ulaşıma, belediye hizmetlerine yatırılacak yeterince para bulunmazken, bu olup-bitene nasıl ve neden göz yumdular?
Nasıl oldu bu iş?
Hepiniz oradaydınız ulan! Hepiniz biliyordunuz ulan!
Olay bir “Kırmızı Pazartesi” durumudur.
Herkes cinayet işleneceğini, olayın gününü ve yerini bilir, ama bir şey yapmaz.
Aynen böyle olmuştur!
Avrupa devletleri, ismi geçen uluslararası tekeller ile kendileri de “al takke ver külah” bir ilişki içerisindedirler.
Avrupa devletleri bu skandalı, o nedenle görmezden gelmişlerdir.
Ayrıca, Avrupa devletlerinin “kendi tekelleri”, bilhassa 2008 krizi sonrasında bu “özel vergi indirimleri”ni ve “özel vergi avantajları”nı, taze sermaye biriktirmenin ve öz kaynak / sermaye yoğunlaşmasının tercih edilen veya zorunlu görülen bir biçimi olarak algılamışlardır.
Avrupa devletleri bu skandalı, o nedenle görmezden gelmişlerdir.
Mesela Almanya: Deutsche Bank, E.ON ve diğer onlarca DAX Borsası üyesi kendi firması ile zaten işin içindendir. O nedenle görmezden gelmiştir.
Şimdi ise, konu kamuoyuna “faş” olmuştur. “Rezalet” ortalığa saçılmıştır.
Artık yumuşak bir geçişle, işin içinden çıkılacaktır.
Aceleye gerek yoktur ama.
Luxleaks skandalında ve AB karşıtlığında Sol’dan rol çalan Avrupa’nın anti-kapitalist “Yeni Sağ”ı ve Neo-faşistleri, bu toz-dumandan ve kargaşadan faydalanan asıl siyasi güçtür. “Biz” sınıfta kaldık.
Avrupa halkları, bilhassa alt gelir grupları, Avrupa yoksulları, Euro’dan ve hatta temelde Avrupa Birliği’nin kendisinden nefret ediyorlar.
Avrupa emekçileri ve yoksulları, AB’ye karşı tepkilerini büyütüyorlar.
Bu tepkiler ve eleştiriler, özünde anti-kapitalist ve anti-tekel karakterde serzenişlerdir.
Bu durumun Avrupa Solu’nun yelkenlerini doldurması beklenmez mi?
Avrupa Solu’nun bu tepkilerin sözcülüğüne soyunup, AB’ye muhalefetin başına geçmesi gerekmez mi?
Oysa tersi yaşanmaktadır.
Avrupa Sosyal Demokratları ve Yeşilleri en ateşli AB savunucuları durumundadırlar.
Alman LİNKE’lerini kapsayarak diğer Avrupa Solu’ndan ve sosyalistlerinden söz açacak olursak, onlar da AB’ye karşı ikircikli bir duruş ve politika kurmuşlardır.
Bu durumdan, Avrupa’nın “Yeni Sağ”ı faydalanmaktadır.
Avrupa’da “Sol” kumda oynarken, Avrupa Sağı hiperbolik bir büyüme eğrisi içerisinde yükselmektedir.
Noolcek şimdi?
06 Aralık 2014