Çözüm sürecinde başardığımız önemli şeylerden biri Türkiye ve Kürdistanlı kadınların birlikte hareket etme alışkanlığı kazanması ve barışın arkasında duran ciddi bir kadın iradesi oluşturmak olmuş. Nitekim kaç haftadır Kadın Özgürlük Meclisi ve Barış İçin Kadın Girişimi savaşa karşı en gür sesi yükseltenlerden.
Barış İçin Kadın Girişimi özellikle batıda yaşayan kadınların kendilerini ifade edebilecekleri bir ortam yaratmaya çalışıyor. Amacı kadınları ortak talebi olan barış talebini hem yaygınlaştırmak hem görünür kılmak. Kolay okunabilecek ve bazı can alıcı soruları yanıtlayan broşürler ve kadınlardan kadınlara mektuplar hazırlıyor ve dağıtıyor. Kadınların hem barış için hem de müzakere boyunca neden önemli bir rol almaları gerektiğini anlatıyor.
Savaşın nasıl önce kadın bedeninde gerçekleştiğini, devletin halklara mesajını nasıl önce kadın bedenine yazdığını hem Musa Çitil’in Diyarbakır’a atanması hem de Ekin Wan’a yapılanlar en sarih biçimiyle gösterdi. Üstelik zaten hep sinsice bekleyen ve savaş anında her yeri dolduran erkek egemen ses ve söz kadınlara gittikçe daha az yer bırakıyor. AKP’nin kadrolu gazeteci kadınları da bunu öğrenecekler. Gittikçe daha az konuşturulacaklar, söyleyecekleri şey daha az olacak, kimse onları dinlemek istemeyecek. Savaşın erkek egemen toplumlardaki doğası budur. Barış isteyen kadınlar aslında onlar için de çalışıyor bir yanıyla.
Açıkçası devlete rağmen PKK’nin ateşkes sürdürmüş olması gerektiğini, toplumsal özsavunma örgütlenemediyse özerklik ilan edilip halkın ateşe atılmaması gerektiğini ve bunun gibi saymakla bitmez bir çok şeyi kimi zaman düşünenlerdenim. Ancak insanın savaş sırasında karar alıcı pozisyonda olmadığı durumlarda kendine dilemekten, uyarmaktan daha iyi bir iş bulması gerekiyor. Türkiye’deki demokratik örgütler, kadın örgütleri ve akademisyenlerin uzun zamandan beri ilk kez kimin ne yaptığına fazla takılmadan, kısa zamanda barış yanında pozisyon almalarının ve refleks geliştirmelerinin bu yüzden önemli olduğunu da düşünüyorum. Barış mücadelesinde iki meseleye dikkat etmeli. Birincisi sözünü mümkün olduğu kadar geniş tutmak, içerici olmak, barış talebini daraltacak jargonik ve ayrıştırıcı lugatlardan uzak durmak. Herkesin kendini içinde gördüğü eylem biçimleri geliştirmek. Bu elbette mümkün olan en geniş kesimin barış talebini yükseltmesi için gerekli. Aynı derecede sokağa çıkmayı, ses yükseltmeyi kolaylaştırmak ve meşrulaştırmak için gerekli. Çoluğuyla çocuğuyla gelinen, taze, umutlu, birleştirici barış çağrıları, kimilerine politik gözükmese de en politik rolü oynama potansiyalini taşıyor. Türkiye tarihni Kürtlere karşı savaş ve baskı ihtimalinden kopartacaksak bu ancak geniş kitlelerin desteğiyle olacak. Bugünlerde her asker cenazesinde izlediğimiz isyan ve evlad kaybının onulmaz acısı içinde Türkiye’yi biraraya getirecek tüm sözler ediliyor aslında.: “Biz sağ olmayacaksak vatan nasıl sağolsun?”
İkincisi ise savaş-barış meselesini yaygınlaştırmak, Türkiyelileştirmek. Savaş şu an Silvan’da, Varto’da, Şemdinli’de yaşanıyor. Gözümüz kulağımız oralarda. Buna karşı Türkiye’deki barış mücadelesinin savaşı anımsatan, işaretleyen, batıya getiren pratikler geliştirmesi gerek ki, batıda yaşayanlar da aktör, özne olabilsin. Kadın toplantılarında bunu çokça tartışıyoruz, örneğin hepimiz saçımız kazıtsak ve bedenimizde kayıbı taşısak, DTK’nın 5 dakikalık iş bırakma eylemleri gibi bulunuduğumuz alanların sanki savaş yokmuş gibi yapan işleyişini bozsak…
Ekin Wan, Musa Çitil’in tecavüzleri, 18 bin liram yoktu özür dilerim oğlum, kadın olarak sus arasında kadınlığımız sıkıştırmaya çalışan bu düzeni toplumsal olarak aşacağımız günlerin yakın olması umuduyla …
(Özgür Gündem)