Alışveriş merkezleri (AVM) Türkiye’de yaklaşık son on beş yıldır kamusal alanın ayrılmaz bir parçası haline geldi. 2014 Eylül ayı itibariyle Türkiye genelinde 342, İstanbul’da ise 112 adet AVM bulunuyor. Bu rakamlara kapanmış, işlevi değiştirilmiş ve yapım aşamasında olanlar dahil değil.
Türkiye’de bitmek bilmeyen AVM arzı ekonomik olarak, inşaat sektörünün bütünü gibi piyasaya para akışının sağlanması temeline oturmakta. Ancak meselenin toplumsal yaşamda yarattığı “deformasyon” asıl üzerinde durulması gereken nokta.
Tüketimin AVM’lerde toplumsallaşması AVM’ler geleneksel çarşı/pazar mekanından farklı olarak, tüketimi yücelten bir toplumsal kurgunun fiziksel simgesidir. Artık insanlar için tüketim, gündelik ihtiyaçları karşılamaktan ziyade bir var olma, toplum içinde kendini ifade etme aracıdır. Aynı zamanda tüketim, insanların boş vakitlerini geçirdikleri bir eğlencedir de.
İlk örnekleri 1950’lerde ABD’de karşımıza çıkan AVM’lerin o dönemki tasarımcılarının iddiaları, kentlerin bu mekânlara ihtiyacı olduğuydu. Antik Yunan agorasının, Ortaçağ pazar alanı ve kent meydanının bireylere sağladığı sosyalleşme imkânını artık AVM’ler sağlayacaktı. Hem de fiziksel imkanlar bakımından çok daha iyi koşullarda!
Ancak bu iyi niyetli tasarımcıların hayal ettiklerinin aksine AVM’lerin sunduğu sosyalleşme biçimi, geleneksel kent mekanlarının sağladığı sosyalleşme biçimlerinden oldukça farklıydı.
Agoralar ve kent meydanları, halkın bir araya gelip gündelik konuların yanında politika konuşabildiği, fikirlerini ifade edebildiği mekânlardı. Geleneksel pazar/çarşı alanlarında bireyler yaşamsal ihtiyaçlarını karşılayacak ürünleri almanın yanında, satıcılarla ve oradaki diğer insanlarla da bir iletişim kurmaktaydı. Ancak AVM’lerde iletişim sadece arz edilen ürün ile o ürünü talep eden insan arasında kurulur. Bu mekânlara girer girmez ilk iletişim, ürünlere yönlendiren tabelalarladır. Sonra vitrinde sergilenen ürünlerle iletişim kurulur. Mağaza içinde askıda duran ve fiyat etiketi üzerinde olan ürün kendi iletişimini kurar. Ardından genellikle standart cümlelerle ücret ödenir ve alışveriş eylemi son bulur.
AVM’lerde toplumun tüm sınıflarından insanları görmek mümkündür. İşçi, bir AVM’de günde 10 saatten fazla kasiyer, temizlikçi, güvenlik görevlisi vb olarak çalışırken tek izin gününü de yine o AVM’de ailesi veya arkadaşları ile dolanarak, hiçbir şey satın alamasa da sadece dolanarak geçirebilir. Orta sınıf için haftasonlarını AVM’de alışveriş yapıp, sinemaya gidip, ardından da yemeğini yiyerek geçirmek bir ritüel haline gelir. Çocuklar oyun oynamaları için AVM’lere götürülür, yaşlılar yazın serin kışın sıcak olduğu için AVM’lerde oturup tüm gün etrafı seyreder.
AVM’ler; içinden geçilen, bağ kurulamayan, çevre ile ilişkisi olmadan kendi içinde bir bütünlük oluşturan ve dünyanın herhangi bir yerinde birbirine benzer biçimlerle inşa edilebilen yapılar olarak “yok-mekanlar” kavramıyla tanımlanmaktaydı. Auge’ye göre, bireylerin ve toplumların “mekân”la ortak bir bağ kurmasına imkân sağlayacak kimliksel, ilişkisel ve tarihsel bir bağ ve yaşanmışlık mevcut değilse, bu mekânlar “yok mekânlar” olarak algılanmaktaydı. Fakat toplumumuzun önemli bir bölümünün tüm yaşanmışlığı artık neredeyse AVM’ler içerisinde şekillenir olduğu için “yok mekan” kavramı da bu bağlamda geçerliliğini yitirdi.
AVM’lerin mimari biçimlenişinde tamamen kurgulanan ve denetlenen bir mekansal düzenleme ile insan ilişkilerinin yönlendirildiği görülebilir. Bu mekanlara ancak dedektörlerden ve güvenlik noktalarından geçilerek girilebilir, insanın her hareketi de an be an güvenlik kameraları ile izlenir. Bir noktadan bir noktaya erişim tercih ile gerçekleşmez, yönlendirilir. Merdivenler ve asansörler, içeriye giren insanı neredeyse bütün mağazaların önünden geçirecek şekilde planlanır. Bu kurguda alışveriş merkezlerinde gerçekleştirilebilecek tek eylem, hiçbir iletişime izin vermeksizin tüketimdir.
Çok uzağa değil, dönüp bir yıl öncesine bakalım. Bundan bir yıl önce İstanbul’un ortasındaki bir parka, Gezi Parkı’na AVM yapılmaya kalkışılması, ülkenin gelmiş geçmiş en büyük isyanlarından ve direnişlerinden birinin doğmasına neden oldu. Gezi Direnişi’nden önce de yine Beyoğlu’nun en köklü sinemalarından biri olan Emek Sineması’nın yıkılıp yerine AVM yapılması azımsanmayacak eylemliliklere neden oldu.
1970’lerin başında Almanya’da Kızıl Ordu Fraksiyonu (RAF) sistemle mücadelelerine polis merkezleri, tekeller, bankalar yanında AVM’lere de bombalı saldırılar düzenleyerek başlamıştı. Çünkü daha o yıllarda bile AVM’lerin kapitalizmin önemli mabetlerinden biri olduğu tespit ediliyordu.
Bugün gerçek anlamıyla AVM’leri bombalamayı savunmuyor olsak da, sınıf mücadelesinden ayrı tutulamayacak mekan mücadelesini daha fazla yükseltmeliyiz. İnsanların kendilerini sahip olduğu nesneler üzerinden var etmesini güçlendiren bu mekanlara karşı, insanların birbirleriyle iletişim içinde ve üreterek var olmasını sağlayan mekanları önermeli ve savunmalıyız.