Faşist AKP-MHP iktidarı, işledikleri suçların hesabını vermemek, yeniden iktidar olmak üzere 1 Ekim’den beri sürdürdüğü, kimilerimizin “demokratik toplum” doğrultusunda bir adım olarak gördüğü savaş oyunlarına bir yeni halka ekleyerek Ekrem İmamoğlu, ilçe belediye başkanları ve binlerce kişiyi gözaltına alarak bir açık diktatörlüğe geçişin önemli bir adımını daha attı. Ancak bu diktatörlük hevesi ortaya çıktığı günden beri karşısında kolayca aşamayacağı proletaryadan burjuvaziye, kadınlardan, inanç guruplarına kadar geniş bir itiraz buldu. TC, akıbeti belli olmayan bir dünyada yine akıbeti belli olmayan bir doğrultuda yol almaya devam ediyor. Dijital ağlarla birbirine bağlanıp küresel bir köy haline gelmiş olan dünyamızda bugün küresel ilişkiler de dünkünden çok daha fazla ülkelerin gidişatını etkiler duruma gelmiş bulunuyor.
İnterregnum ve 3. Dünya Savaşı’na doğru
Dünyamız 2008’den beri bir türlü aşılamayan küresel bir krizle savaşlardan savaşlara sürüklenirken, 20. yüzyılın ilk yarısında olduğu gibi siyasal gericilik faşizm olarak geri geliyor. Uluslararası kapitalist sistemin kendisini var edebilmek için 80’li yıllarda hayata geçirdiği neoliberalizm başlıklı genel saldırı artık vadettiklerini yerine getiremiyor ve burjuvaziyi yeni bir sermaye birikim modeli aramaya zorluyor. Bunun için 2008 krizinin ardından 2011 yılında piyasaya umut olarak sürülen 4. Sanayi devrimi, üzerinden geçen 13 ve krizin üzerinden geçen 17 yılda yeni bir sermaye birikim modelinin temellerini oluşturacak biçimde hala gün yüzüne çıkabilmiş değil.
Küresel oligarşi dünyayı yeniden paylaşmak amacıyla devletleri kutuplaştırmakta, çelişkileri şiddetlendirmekte ve metropollerde olduğu kadar kendilerine bağımlı ülkelerde de faşist hareketlerin gelişmesine ve iktidar olmalarına destek vermektedir.
Trump, AB’yi, ABD’nin kuyusunu kazmakla suçlayarak açık ifadelerle onu neredeyse ÇHC gibi bir baş düşmanı olarak ilan etti. AB’nin, hatta İngiltere ve Japonya’nın Çin’le işbirliği yaparak 4. sanayi devriminde atılımlar yapmasını engellemek üzere, Avrupa’nın ortasında Rusya’yla bir savaş çıkarıp şimdi de bu savaşı pimi çekilmiş bir el bombası gibi AB’nin kucağına bıraktı. Avrupa’yı ya kendisine haraç vermek ya da Rusya’yla baş başa bırakmakla tehdit ediyor.
Bütün bunlar küresel sermayenin kendi içinde nasıl şiddetli bir kapışma içine sürüklendiğini göstermektedir. ABD şimdi içinde bulunduğu ölümcül rekabet koşulları nedeniyle, İkinci Paylaşım Savaşı’ndan beri, Sosyalizmle olan rekabetin ve savaşların verdiği derslerle uluslararası sermayenin dünya kapitalizmini dengede tutacak, büyük krizleri, önemli hasara neden olmadan, işçi sınıfının direnişlerini tetiklemesine imkân vermeyecek şekilde frenleyebilmek için oluşturduğu bütün uluslararası kurumları bir kenara iterek, rakiplerini batırabilmek için elindeki bütün iktisadi, siyasi ve askeri güçleri harekete geçirmiş bulunuyor. Bu yolla rakiplerini geriletirken kendisinin ihtiyaç duyduğu zamanı kazanarak bir kez daha önce geçme, sistemin öncülüğünü kimselere kaptırmama çabaları dünya kapitalizmini daha kırılgan bir hale ve bir üçüncü dünya savaşını daha yakınlara getiriyor.
Eski neredeyse tam anlamıyla ölmüş ve yeni de sisteme karakter verecek bir çerçevede doğabilmiş değil. Sistemin bütün dengeleri bozulmuş ve doğacak bir krizi engelleyecek/dengeleyecek kurumlar ortadan kalkmış durumadır. İşte bu tam Gramsci’nin interregnum -fetret devri- dediği, her türlü hastalıklı semptomların ortalığa saçıldığı dönemdir.
ABD ekonomik ve askeri girişimlerinin yanında kendi ülkesinde gittikçe daha totaliter bir yönetimi ihdas ederken Avrupa’daki faşist hareketleri de AB’nin dengelerini altüst etmek amacıyla desteklemekte ve AB’nin siyasal bir kriz içinde boğulmasını beklemektedir. Bu kadar yoğunlaşan çelişkilerin de şimdi bölgesel karakterde, vekaletle süren savaşların vekalet verenleri de içine çekmesi uzak bir ihtimal olarak görünmemektedir.
ABD’nin Ortadoğu’ya dönüşü ve Suriye devletinin sonu
Dünya kapitalist sistemi böylesine bir kriz malzemesi biriktirmiş iken dünyanın yeniden paylaşılma girişimleri bu çelişkiler ortamında daha da şiddetlenmektedir.
BOP ile Ortadoğu’ya belli bir şekil verdikten sonra ABD açısından bu dönemin baş çelişkisini oluşturan Asya-Pasifik bölgesine yönelen ABD emperyalizmi, Hamas’ın 7 Ekim eyleminin ardından İsrail’in ve haliyle petrol kaynaklarının güvenliği nedeniyle yeniden bölgeye dönerek bölgeyi yeniden düzenlemek üzere yeni bir düzenleme operasyonuna girişti. Gazze’de tam bir soykırım gerçekleştiren İsrail, daha sonra Suriye’nin elini ayağını kesip, ABD-İngiltere ve Rusya ile anlaşarak Suriye’nin üzerine çullandı ve 12 gün içerisinde Esad iktidarına son verdiği gibi Suriye devletini de fiilen ortadan kaldırdı. Şimdi HTŞ’nin elinde olan bir devlet değil bir devletin enkazıdır. Bu enkazın yıkıntılarını devlet gibi göstermeye çalışan HTŞ’nin artık Suriye devletini temsil etmek gibi bir şansı da kalmamıştır. Bu devlet ancak cihatçı canilerin kurduğu IŞİD devleti kadar bir devlet adına layıktır.
Artık Şam’da bir Suriye devleti değil, İsrail’in icazetine dayalı bir haydut çetesinin egemenliği vardır. Suriye kadar bölgenin de kısa vadede büyük dertlere duçar olacağı bugünkü ilişkilerin karakterinden anlaşılabilir durumdadır. Muhtemeldir ki, ABD’nin Irak saldırılarıyla başlayan istikrarsızlık bundan sonraki en az iki on yılın da karakteristiği olacak gibi görünmektedir.
TC’nin bölgesel hegemonya heveslerinin sonu
Dünya enerji hammaddesi üretimi alanlarının başında gelen Ortadoğu, SSCB’nin ve diğer reel sosyalist ülkelerin yıkılışından beri sonu gelmez paylaşım mücadelelerinin alanı olarak Türkiye’yi de şiddetle etkilemektedir. Türk oligarşisi, bir yandan Kürdistan kurtuluş mücadelesini bastırmaya uğraşırken diğer yandan da bölgesel güç olma hevesleriyle bölgenin çelişkilerini kendi iç siyasetine de yansıtmaktadır.
TC’nin HTŞ haydutlarıyla birlikte Palmira’da kurmayı hedeflediği askeri üs alanı İsrail uçakları tarafından yerle bir edildi. Sahada Türk askerinin bulunup bulunmadığı bilinmemektedir. Ancak İsrail’in bu tutumu, HTŞ’ye Şam’ın 20 km güneyinde kuvvet bulundurmaması konusunda yaptığı uyarıdan ve bombalamalardan sonra, sadece ona değil TC devletine de böyle girişimlere izin verilmeyeceği konusunda açık bir uyarı oldu. Böylece Erdoğan’ın bu sürecin başlarında ettiği, o zamanlar hiçbir akla uygun düşmez görünen “İsrail bize saldıracak” kehanetinin biraz daha yakınına ve bir adım daha atılırsa ABD-İsrail duvarına çarpma ihtimaliyle yüz yüze gelmiş olduk.
Bahçeli hiç beklenmeyen bir biçimde Meclis’in açılışı vesilesiyle DEMParti sıralarına gelip Kürt vekillerle el sıkıştı. Bahçelinin bu eyleminin neye tekabül ettiğini anlamaya gerek kalmadan birileri, devletin çok sıkıştığını ve Kürtlerin gücüne ihtiyaç duyduğu için yeni bir barış süreci hesabı içine girdiğini “tespit” ettiler. TC’nin “beka korkusu” vardı ve bunu engellemek için “iç cepheyi” Kürtlerle tahkim etmek zorunluluğunu duyuyordu; buna mecburdu! ABD TC’yi İran’la bir savaşa sokacağı için buna hazırlık olmak üzere Kürtlerin gücüne dayanmak gerekmekteydi!.
Bahçeli bunun üzerinden 21 gün geçtikten sonra 22 Ekim’de “Öcalan’ın Meclis’e gelip PKK’yi feshedip teröre son vermesini ve böylece umut hakkından yararlanmasını” isteyince bu iddialar iyice güç kazandı. Bahçeli devletin bekasını düşünerek Kürtlerin gücüne dayanmak istiyordu! Ne karşılığı? Umut hakkı karşılığı! Yani Öcalan’a çıkarılacak bir af karşılığı. Böyle bir şeyi ne Öcalan, ne PKK, ne de Kürt halkı kabul edebilirdi. Bu tarihlemenin özel bir önemi bulunmaktadır, zira bu konu üzerine laf üretenler olayların kronolojisini bozarak canlarının istediği yorumu yapmaya kalkışmaktadırlar. Bu çağrıların yapıldığı dönemde henüz HTŞ’nin Şam üzerine saldırması kararlaştırılmış değildir. RTE bu dönemde Rusya aracılığıyla Esad ile anlaşarak Rojava’yı imha etme planlarının peşinde koşmaktadır. Ancak Kasım ayının başlarında Esad Rusya’nın teklifini reddettikten sonra net olarak ortaya çıktı ki, Rusya’nın ısrarlarına rağmen, Esad TSK kuvvetlerini Suriye’den çekmeden TC ile herhangi bir anlaşmaya girişmeyecektir. İşte bu momentte artık ABD-İngiltere ve İsrail üçlüsünün planladıkları HTŞ saldırısına Rusya ve RTE de onay vererek yeni bir durumum oluşmasına imkân sağlandı.
Rusya üslerini kurtarmanın, İsrail Suriye’yi göçertmenin ve TC de Rojava’yı imha etmenin peşindeydiler. Bunun için de HTŞ 12 gün gibi kısa bir sürede Şam’ı ele geçirirken, TC’nin lejyoner ordusu SMO da RTE tarafından Kürtlerin üzerine gönderildi; ancak dimyata giderken evdeki bulgurdan da oldu. TC’nin lejyonerleri 12 günde Kürtleri, onların şiddetli direnişi ve ABD sınırlamaları sonucu sürüp atamazken HTŞ Şam’ı ele geçirdi ve İsrail, Suriye ordusundan kalan ne varsa imha ederek Suriye devletini resmen ortadan kaldırdı. HTŞ tam bir kukla olarak şimdi Şam’da Suriye halkı ve ezilen Kürt, Alevi ve Dürzi halkları üzerinde hegemonya kurmaya çalışmaktadır. Ama onlarla da başa çıkamayacağı, İsrail’in Dürzi bölgesi üzerinde ilan ettiği hegemonya ile HTŞ’ye verdiği, Şam’ın 20 Km güneyine indiklerinde kafalarının kırılacağı konusundaki ültimatom ve son olarak Mart ayının son günlerinde TC’nin HTŞ ile birlikte kurmaya niyetlendiği Palmira’daki hava üssünü imha etmesiyle görülmüştür.
Şüreç ne menem bir iştir?
Esad’ı düşürme çabaları sonuç vermeyince, Kürt hareketini bastırmak üzere onunla anlaşarak Rojava’yı ortadan kaldırmaya kalkışan faşist ittifak, böyle bir olağanüstü ortamdan yararlanarak, uyguladığı kemer sıkma politikalarından bunalan kitlelerin basıncından kurtulmak, gündemi değiştirmek, muhalefeti bölüp Kürtleri yeni anayasa vaadiyle muhalefet blokundan en azından koparıp tarafsızlaştırarak yeni bir dönemi garanti etmek üzere ne olduğu hala birçoklarınca anlaşılamamış bir özel savaş taktiği olan “süreç” aracılığıyla yakın dönem politikasına yön vermeye girişti.
Sürecin ne olduğu konusunda, hatta süreç olup olmadığı da tartışma konusu olacak şekilde bin bir karmaşık ve hayali değerlendirmeler ortaya atıldı. Ocham’ın Usturası ise bize, gerçeğin çoğunlukla en az varsayımı olan savda yattığını anlatır. Soruna böyle en az varsayımla baktığımızda bu planın, faşist iktidarın IMF’ninkinden daha keskin bir kemer sıkma politikasıyla ekonomiyi düzlüğe çıkarma ve ondan sonra 2027’de gerçekleştirilecek bir erken seçim aracılığıyla RTE’yi yeniden başkan yapmaya yönelik olduğu görünen köy kadar kılavuz istemeyen bir durum sergilediğini görürüz. İktidar bloku bunun için, muhalefetin vereceği tepkilere göre yeniden şekillenmeye açık, adım adım ilerleyen şöyle bir algoritma oluşturmuş görünüyor.
1- Kemer sıkma politikasını uygula;
2- bu ciddi bir halk tepkisi yaratacaktır;
3- bu tepkiyi milli meselenin gölgesine sokabilmek için güvenlik sorununu öne geçir;
4- bunun için güvenlik deyince akla gelen Kürt meselesini gündemleştirmek gerekir;
5- gündem değiştirildiğinde, CHP’nin yürüttüğü erken seçim de gündemden düşürülecektir;
6- bunun için muhalefeti bölmek gerekir;
7- muhalefeti bölmek için, CHP meseleyi ekonomik/sınıfsal olarak ele alırken DEM Parti’nin ulusal taleplere yönelmesini sağlamak yeterli olur;
8- DEM Parti iktidarla müzakere yürütürken erken seçim ve iktidara karşı verilen aktif antifaşist mücadele içerisinde yer alamaz ve böylece muhalefet safları bölünmüş olur.
9- Bunun için CHP’yi hareket geçirip sokağa çıkaracak bir iş gerekir. Bunun için başkanlık seçiminde kazanacak rakip olarak görünmekte olan İmamoğlu’nu tutuklamak yeterli olur.
10- CHP sokağa döküldüğünde DEM Parti sokakla müzakere-müzakereyle mücadele arasında kalacak ve böylece tercihini müzakereden yana yaptığında da muhalefet safları bölünmekle kalmayacak, CHP ile DEM birbirine zıt kutuplara düşeceklerdir.
11- bu bölünmeyi seçime kadar sağlama bağlamak için Kürtlerin haklarının içinde yer alacağı bir anayasa taslağı seçimden sonra oylamaya sokulmak üzere gündeme getirilir ve Kürtler de bu anayasa hatırına daha önce yaptıkları gibi AKP’ye kaybettirmek değil, tersine bu anayasanın oylamaya sunulabilmesi için AKP’ye oy vermeyecek olsalar bile, bir kaç seçimdir uyguladıkları “kazanamayacakları yerde AKP’ye kaybettirme politikasını” uygulamaktan vaz geçeceklerdir.
Böyle bir politikanın uygulanabileceğinden iktidar umutludur zira. Daha önce Öcalan iki tarafa da eşit mesafede durma önerisini getirmiş ama hareket fiili durum yaratarak bunun uygulanmasına imkân bırakmamıştır. Şimdiki durumda yeterince erkenden müdahale edildiği için bunun aksatılması mümkün olamaz.
12- Böylece sokağa dökülen CHP ile birlikte anti faşist mücadele için sokağa çıkmayacak olan DEM Parti kendi içinde de yarılma ile yüz yüze gelip iktidara daha da muhtaç hale gelecektir.
13- RTE’ye göre CHP iç çekişmeleri nedeniyle, özellikle de Kılıçdaroğlu sayesinde ortadan ikiye bölünecek ve zaten Türk-Kürt olarak bölünmüş olan muhalefet bir de birbirine karşı enerjisini tüketen iki CHP haline gelecektir (Bu tam anlamıyla boşa çıktı. Ö. Özel’in becerileri Kılıçdaroğlu’na nal toplattırırken Erdoğan’ın da hevesini kursağında bıraktı. Kılıçdaroğlu da aday olmayacağını açıkladı.)
14-En önemlisi de kazanma umudu ortadan kalkan bir CHP ile birlikte kitle hareketi demoralize olacak ve mücadeleden vazgeçip teslim olacaktı.
15- Böyle bir dağılmanın olmadığı direnişin devam ettiği durumda bölgenin içinde bulunduğu durum ve “iç anarşinin yükselmiş olması” gerekçesiyle olağanüstü hal ilan edilerek muhalefetin hızını kesebilmek mümkün olacaktır.
Ancak gündemin değiştirilmiş ve muhalefetin de belli ölçülerde tesanüdünün kaybettirilmiş olmasına karşın faşist blokun bu algoritması bu güne kadar işlemedi. Zira iktidarın hesaplamadığı “apolitik ve bireyci ” olduğu iddia edilen üniversite (Z) gençliği kısmen liselileri de peşinden sürükleyerek iktidarın ilan ettiği gösteri yasaklarını kırıp, toplumun diğer muhalif kesimlerini de sokağa çıkmaya cüretlendirerek CHP’nin gösterdiği direnişin bir halk hareketine dönüşmesine yol açtı.
Artık sürecin ilerleyişi halk hareketinin gelişimiyle iktidar güçlerinin bilek güreşine kalmış bulunmaktadır. Faşist İktidar belli bir hedefe ilerlemek isterken attığı adımlarla terörle yıldırdığını düşündüğü kitlelerin yeniden dinamizm kazanmasına yol açmış bulunmaktadır.
Bu savaş oyununa nasıl yanıt verilmeli
Bese Hozat oynanan oyunun mahiyetinin kendileri tarafından kavranılmış olduğunu ifade etmek üzere bunun, faşist blokun bir savaş oyunu, hilesi olduğunu açıkça sergiledi. Sonra yapılan açıklamalarda da bu hileyi tersine çevirecek açıklamalar Kandil tarafından yapıldı. Denildi ki, “Rehber Apo’nun önerisinin arkasındayız. Tamam, ateşkes ilan ediyoruz ve kongreyi toplayıp gerekli kararları almaya hazırız. Ancak on yıllardır hayatını bu mücadeleye vakfetmiş insanları ikna etmek de Rehber Apo’ya düşer. Barıs ve demokrasi önerinizde samimiyseniz, izin verin, Öcalan kongreyi toplasın ve delegeleri ikna etsin.”
RTE’nin buna yanıtı ise “bizi oyalamaya kalkışmayın, çok fena ederiz!” oldu. Bu “fena” duruma düşülmemesi için önerinin dillendiricisi olan Bahçeli de çözüm yolunu gösterdi: “Malazgirt belediyesi DEM Parti’dedir. Belediye imkânlarıyla kongreyi yapsınlar ve PKK’yi feshettiklerini açıklasınlar.”
Besbelli ki, faşist blok reislerinin ağzından Kürt halkıyla alay etmektedir. Onlar barışı kullanarak Kürt halkını pasifize edebileceklerini, anti faşist mücadeleden uzak tutabileceklerini, muhalefet cephesini bölerek iktidarı yeniden kazanabileceklerini hesap etmektedirler. Kürt halkını barış vaadiyle aldatmak üzere bir de Anayasa taslağı hazırlayıp, bunun içerisine Kürt halkının taleplerini çağrıştıran birtakım maddeler de ilave ederek, Kürt halkının barış özlemini oltaya takılan bir yem olarak kullanmaktadırlar.
Eğer oyun bundan ibaret ise, yapılacak olanı kestirmek de çok zor değildir. Kürt halkının sözcüleri barışı reddeden taraf olmadan, hükümeti, Kürt halkının kolektif haklarına ilişkin talepleri hemen şimdi, silah bırakmayla başlamak üzere karşılamak için, CB kararnameleri çıkarmaya zorlamak üzere bu oyuna dahil olması gerekirdi. Bu oyuna dahil olmak, bunun için müzakerelerde bulunmak aynı zamanda karşı tarafı halk basıncı altında tutmak için sürmekte olan sokaktaki antifaşist mücadeleden uzak kalmayı değil, tam tersine ona bütün gücüyle yaslanıp, iktidarı ettiği lafları gerçekleştirmeye ZORlamak gerekir. Bu zor da antifaşist halk hareketiyle buluşmada yatmaktadır. Zor olmadan faşist bir iktidarın demokrasi doğrultusunda adım attığı dünyada görülmüş bir şey değildir ve faşizmin ortaya çıkış nedenine bağlı olarak da bu gerçekleşmesi imkân dahilinde olmayan bir iştir. Müzakere ile mücadele arasında herhangi bir çelişki yoktur; tam tersine bunlar bir paranın iki yüzü gibi olmak zorundadırlar.
Cumhur İttifakı ölü atı mı kamçılıyor?
AKP siyasal bir iktidarın içine düşebileceği en kötü durumlardan biriyle yüz yüze kalmış görünüyor. Kaybettiği yerel seçimden sonra IMF’nin iflasa giden ülkelere dayattığı kemer sıkma reçetelerinden daha ağır olduğu iddia edilen bir kemer sıkma politikasının tam ortasındayken kolayca önünü alamayacağı bir kitle direnişiyle yüz yüze gelen iktidarın hali dünyanın hiçbir yerinde iyi olmamıştır. Böyle bir durum, eğer biraz demokratik bir gelenek yerleşmiş ise iktidarın düşmesiyle sonuçlanır; ya da olağanüstü hal ilan edilmesine neden olur.
Birincisinde seçimler olur ve yeni iktidar bir öncekinin bıraktığı sorunları devralarak yola devam etmeye çalışır. 20 yıldan fazla bir zamandır ki diktatörlük peşinde olan AKP iktidarı ve oluşturduğu Cumhur İttifakının böyle niyetlerinin olmadığını uzun zamandır izlemekteyiz.
İkinci durumda ise iktidarın önünde iki gelecek vardır. Biri gerçekten zor yoluyla kitleleri bastırıp, politikalarını uygulamaya devam etmek ve kendisi açısından istikrarlı bir konuma ulaşmak ya da yığınların daha önceki mücadelelerde kazandığı momentumun büyüklüğü karşısında yıkılıp gitmek. Büyük bedellere neden olan her iki durumun da çokça örneği yaşanmıştır.
Türkiye şu anda böyle ikili bir gelecekten ilkini geçmiş ve ikincisinin sunduğu seçeneklerle yüz yüze bulunmaktadır. Cumhur İttifakı bugüne kadar sergilediği iktidarda kalabilmek için her yola başvurma kararlılığını sürdürdüğünü karşısına dikilen rakipleri birer birer tutuklayarak diskalifiye etme yolunda oluşuyla göstermiştir. Buna karşılık kitlelerin direnişi de, ataletten ilk kopuşun ardından şu ana kadar gerilemek değil, daha büyük bir momentum kazanarak, yeni mücadele yöntemleriyle daha geniş kitleleri antifaşist direniş saflarına kazanarak faşist İktidarı gittikçe daha fazla olağanüstü hal yoluyla direnişi durdurma noktasına zorlamaktadır.
Henüz iktidar safları demoralizasyona uğrayıp elindeki resmi ve paramiliter baskı aparatlarını kullanamayacak duruma gelmediğinden mücadelenin bu anında havlu atarak geri çekilmesi beklenemez. Yapılan kitle gösterilerine karşı devletin resmi güçleri valiliklerin koyduğu gösteri yasaklarını kararlılıkla uygulama yerine sınırlı bir bastırma, bastıramadığında da yol verme tutumunu benimsemiş görünmektedir. Bunda hem iktidarın sokağı olağanüstü hal için bahane etme hevesinin, hem de yüz yüze gelinen kitle kabarmasının hızla beklenenin ötesine taşması karşısında bir adım geri çekilme taktiğini benimsemesinin rolü vardır. Bunun bir olağanüstü hal ilan edinceye kadar nasıl süreceğini güçler dengesi ve mücadelede kullanılan taktiklerin karakteri belirleyecektir. Esasında iktidar arabasını çeken at(lar) çoktan çatlayacak duruma gelmiş ve kamçılanmaya devam ettikçe de enerjilerini tüketerek ölmeyle de yüz yüzedirler.
Kitle çizgisi ve meşruiyet can alıcıdır
Bugüne kadar süren mücadelede antifaşist güçler kendi konumları açısından faşist iktidarın herhangi bir avantaj elde etmesine imkân verecek bir zaafa tekabül edebilecek hatalı taktikler içerisine girmeden direniş cephesinin genişlemesini sağlayacak yeni mücadele biçimlerini art arda hayata geçirmektedirler. Yasaklara rağmen yapılan gösteriler, mitingler, CB adayını sandıkta seçme, imza toplama, boykotlar, mücadele cephesine yeni kuvvetlerin çekilmesini sağlamakta ve iktidarın nereye saldıracağına şaşırmasına, böylesine genişleyen bir cephede yeteri kadar gücü seferber edemeyecek duruma sürüklenmesine neden olmaktadır.
Faşist terör karşısında yılgınlığın atılıp mücadele için sokaklara inilmesinin üzerinden bugüne kadar başarılı bir 15 gün geçti. Bu süreç her başarının üzerine bir yenisinin eklenmesiyle ilerledi. Bu sayede kazanılan momentumun bir zaman daha devam ettikten sonra ulaşacağı büyüklük “dur” deyince durdurulamayacak kadar büyük olacak ve durdurulması ancak büyük katliamlarla mümkün olabilecektir. Böyle bir momente ne kadar geç gelinirse kitle hareketinin yenilmezliği açısından o kadar iyidir. Zira mücadelenin iktidarı gayrimeşru konumlara sürükleyecek günlük taktiklerle ilerlemesi, mücadele halinde olan güçlerin tecrübesini ve kararlılığını artırırken, iktidara destek vermeye devam eden güçlerin de en dış halkalarından başlayarak bu hareketin ideolojik/politik hegemonyasına meyletmesine ve hatta baskı aygıtlarının içlerine kadar nüfuz etmesine yol açacaktır. İktidarı esas alaşağı edecek olan, antifaşist kitlenin doğrudan uyguladığı şiddet değil, onun direnişinin yarattığı ideolojik/politik hegemonyanın kendisini pekiştirirken düşman saflarında da gedikler açması ve düşmanı elindeki baskı aygıtlarını kullanamayacak hale getirmesi oluşturacaktır. Meşruiyetten daha etkili bir silah yoktur.
Ancak iktidar da muhalefet kadar karşı devrim konusunda deneyimli; onlar da muhalefet cephesini bölme ve yavaş yavaş enerjisini tüketerek zayıf bir anında saldırıp tüketme hesaplarını yapmaktadırlar. Onlara bu şansı tanımayacak, sivil itaatsizliği esas alarak yılgınlıktan yeni çıkmakta olan kitlenin enerjisini yenilemesine imkân sağlayacak eylem biçimleriyle, direnişi kesintiye uğratmadan karşı durmaya devam etmek gerekmektedir.
***
Sorun, başında da şimdi de CHP ya da İmamoğlu meselesi değil, açık bir diktatörlük peşinde koşan faşist bloka karşı demokrasiyi kazanmak için, faşizme karşı ortak bir direniş cephesinin kurulması meselesidir. Bunu için, var olan CHP- Faşist blok kutuplaşmasının yerine faşist blok-demokrasi cephesi saflaşmasının tabanda ve tepede örülmesi görevi öne çıkmış bulunmaktadır.
Ancak bu antifaşist halk hareketin en büyük zaafını, sağ kanadı ve merkezi olmasına karşın, birleşik bir sol kanadının olmaması oluşturmaktadır. Daha başlangıcında DEM Parti’nin bu sol kanadın öncülüğüne soyunmuş ve harekete Öcalan’ın işaret ettiği “demokratik toplum” doğrultusunda yön vermeye çalışması gerekirdi. Ne var ki, DEM Parti müzakere ile mücadele arasında bir çelişki görerek Kürtler adına müzakerenin tarafı olmayı seçmiş ve bu öncülük görevinden imtina etmiş bulunmaktadır. Bu durumda bu sol kanadın oluşturulması enternasyonalist sosyalist örgüt ve bireylere düşmektedir. Acil görev bu 3. Blok görevini yerine getirmek üzere Emek ve Özgürlük ittifakında atılmış olan temellerde yeniden bir araya gelmektir. DEM Parti de, CHP’ye yapılan adaletsizliğe karşı dayanışmacı olmaktan çıkıp, olayların gelişimine bağlı olarak müzakere yürütürken antifaşist mücadele saflarında da olunabileceğini görerek buradaki yerini alacaktır.