yıllar önce, türkiye’de feministler ilk konuşmaya başladığında, marksistler tarafından sık sık batı kaynaklı oldukları suçlamasıyla karşı karşıya kaldılar. haksız bir suçlama bu, çünkü marksizm de batı kökenli bir düşünce akımı ve ayrıca, bu ülke rahmetli mihri belli’ye atfedilen bir ifadeyle -marksizm-leninizmin asyalı bir bir yorumu olan- maoculuğu dahi batıdan öğrenmişti.
türkiye’deki ilk ikinci dalga feministlerin bir kısmı akademisyenler, bir diğer kısmı da sol hareketlerde yer almış kadınlardı. akademisyenler arasında yurt dışında feminizmle tanışmış olanlar vardı ama o dönemde aktif olan birçok kadın -çok daha önceki yıllarda türkçeye çevrilmiş olan bir avuç feminist kitabı okumuş olanlar da dahil olmak üzere- feminist düşünceye kendi deneyimlerinden, erkeklerle yaşadıklarından, el yordamıyla ulaşmıştı. internet yoktu, yabancı dil bilmenin ayrıcalık olduğu yıllardı. bu kısıtlayıcı halin olumlu bir sonucu oldu; bu kadınlar kendi hayatlarından yola çıkarak, yaşadıkları topraklarda olup biteni gözlemleyerek çizdiler feminizmin siyasal hattını. özellikle avrupa’daki feminist hareketin kazanımlarına, eylemlerine gıptayla baksalar da, ulaşabildikleri metinleri dikkate alsalar da, kendi sözlerini inşa ettiler.
aradan geçen yıllarda batıda feminist hareketlerin düşünce pratiklerinde akademinin kapladığı alan büyüdü, türkiye’de akademide feminizm üzerine çalışmak mümkün hale geldi, yabancı dil ve özellikle ingilizce bilenlerin sayısı arttı, internet bize yeni olanaklar sundu.
burada bir parantez açmak istiyorum. muhalifler de dahil olmak üzere, türkiye düşünce dünyasının ayırt edici bir özelliği var; bu “batı” kavramına atfedilen olumlu anlam. dünyanın pek çok yerinde muhalifler “batı” dendiğinde, sömürgecilik ve emperyalizm kavramlarını hatırlarken türkiye’de “batı” medeniyet, demokrasi vb. kavramlara işaret ediyor. batı, dünyanın ve düşünce dünyasının merkezi olarak görülüyor. bu feministler arasında da yaygın bir eğilim. feminist düşüncenin hem türkiye’de hem de küresel kapsamda “akademize” olmasıyla birlikte özellikle abd gerçekliğinin evrensel addeldiğini, abd’de üretilen bütün kavramların, bazen sözlükte ilk çıkan karşılıklarıyla bazen çevrilmeye bile gerek duyulmadan benimsendiğini, kullanıldığını ve kendi gerçekliğimizin de bunlar üzerinden anlaşılmaya daha doğrusu o çerçeveye sığdırılmaya çalışıldığını görüyoruz.[1]
bir parantez daha. dünyada ana dili olarak en fazla konuşulan dil çince, onu ispanyolca izliyor. ingilizce ikisinin ardından geliyor. ama ingilizceyi ana dili olmadığı halde konuşanların sayısı anadili ingilizce olanların üç katı. sömürgecilikten kaynaklanan sebeplerle, ingiltere’de yaşamayan birçok halkın da -örneğin hindistanlıların- zaman zaman ana dili olarak ingilizce konuştuğunu hatırlatayım. öte yandan ingilizce’nin resmi dil veya resmi dillerden biri olduğu “bağımsız” ülkelerin sayısı 54! yani bu dilin “küresel ortak dil” olması tesadüf değil, en çok öğrenilen iki yabancı dil ingilizce ve fransızca; fransızca’nın tek resmi dil olduğu ülke sayısı 13, resmi dillerden biri olduğu ülke sayısı 16. bu ülkelerin önemli bir kısmı afrika’da!
biz de ispanyolca metinleri, hintçe metinleri, arapça metinleri ingilizce çevirilerinden okuduk yıllarca, o da okumaya niyet ettiğimizde. türkiye’de, abd’deki siyah feministlerin gördüğü ilgiye, filistinli, mısırlı ve hatta çok güçlü bir feminist hareketin bulunduğu hindistanlı feministlerin mazhar olamamasının sebebi ne olabilir? ben bunun da abd’nin odak/merkez görülmesiyle ilgisinin olduğunu düşünüyorum.
devam edeyim. bugün ana akım politikaya ve iktidarlara hakim olan sağ siyaset, değerleri ve politikaları açısından evrensel özellikler taşıyor. türkiye’de duyduğumuz lubunya karşıtı yaklaşımları trump’ın ağzından da duyuyoruz. kürtajın yasaklandığı birçok ülke var. ailenin yüceltilmesi türkiye’ye mahsus değil.
ama olgular aynı olsa da görüngüler farklı. yeryüzünün birçok yerinde aynı siyasal çerçeve içindeki politikalar yükseliyor, uygulanıyor. ama tarih farklı, yakın tarih farklı, kültürel kodlar farklı.
küçük amerika olduk ama…
bunu güncel bir örnekle açıklamak istiyorum. son zamanlarda türkçe metinlerde de sık sık karşımıza çıkan “tradwife”[2] “akımı”. bu görebildiğim kadarıyla, abd’deki beyaz muhafazakârlığının, orta gelir grubundan beyaz kadınlarla ilgili bir önerisinin, biraz da sosyal medya üzerinden estetize edilmesi. kadınların ücretli çalışması ama erkeklerin ev işleri konusunda sorumluluk üstlenmeye gönülsüz olmasının kadınların yükünü ağırlaştırması gibi[3] etmenler tabii ki önemli. ancak yüzde 64.8 erkek istihdamına karşılık kadın istihdamının yüzde 55.2 olduğu abd’deki bir “akım”, kadın istihdamının yüzde 35.8, erkek istihdamının yüzde 71.2 yani neredeyse kadınların iki katı olduğu, genel işsizliğin çok yüksek olduğu türkiye’deki durumu anlama konusunda yardımcı olabilir mi? instagram’a bakmayın sevgili okurlar, amerikan tedrisatının meftunu olan kimi muhafazakârlar da o argümanlara başvuruyor ama türkiye’de “tradwife” akımı falan yok, aile yılı var. ikisi de aynı politik çerçeve içinde ama aile yılı devlet politikası, geleneksel eş akımı -anlatıldığı kadar geniş ve yaygın olsa bile- kadınların kendilerinin ürettiği bir şey. bu arada abd’de evlenme oranı 1949’dan beri düzenli biçimde düşmüş, son iki yıl stabil hale gelmiş. türkiye’de evlenme oranları düşüyor, boşanma oranları yükseliyor ve boşanma davalarının çoğunu kadınlar açıyor.[4] bu bile, ailenin güçlendirilmesine hangi cinsiyetin ihtiyacı olduğunu, iktidarın kimin çıkarlarını gözettiğini gösteriyor. ayrıca aile demek daha fazla çocuk demek (eski bir tema), türkiye’nin nüfusu yaşlanıyor, iş gücüne ve askere ihtiyaç var… bizim bunları anlamaya, anlamlandırmaya ihtiyacımız var. ihtiyaçtan öte, eğer bu ülkede kurucu bir irade olmak, kurucu politikalar üretmek istiyorsak buna mecburuz.
politika demişken
malum, politika güçle yapılıyor. stk’ların çalışmaları, lobicilik gibi taktikler de etkili ama politika, benimsediğimiz adımları siyaset sahnesindeki güçlere dayatarak yapılıyor. daha önemlisi şu, merkezi siyaset bazı eşitlikçi kararları benimsemek zorunda kalsa bile, feminizmin gücü eve girebilmesinde, o kararlara ve önerdiği her şeye kadınları ikna edebilmesinde. çünkü kadınlar muazzam bir ideolojik bombardıman altında, kendi aleyhlerine olan, onları bağımlı ve mutsuz kılan fikirleri benimser hale geliyorlar. bakışımız çok renkli ve karmaşık bir yapısı olan bu topluma yönelmeli, ideolojik mücadelemiz o bombardımana karşı olmalı.
türkiye’de feminizm kadınların çok önemli bir kısmını, erkek şiddetinin kabul edilir, makul, olağan, doğal olmadığına ikna etti. gurur verici, şahane, ama yetmez. daha söyleyecek çok sözümüz, anlatacak çok derdimiz var. ve bütün ezilen, sömürülen topluluklar gibi, başka birçok şeyin yanı sıra eğitimden de mahrum bırakılan kadınların ezici çoğunluğunun batı dillerini bilmediğinin farkında olarak, feminizmin dili bu topraklarda konuşulan ana dilleri olmalıdır, diye düşünüyorum.
[1] bunun en çarpıcı örneği, “harekete geçmek” anlamına gelen “to take action”ın birçok metinde “aksiyon almak” olarak tercüme edilerek kullanılması, daha ilginci artık türkçe yazılan metinlerde de “harekete geçmek” yerine “aksiyon almak” kullanılması. cinsiyetle ilgili politik hareketler açısından önemli olan bir başka örnek, bence “cinsiyet atamak” ifadesiyle ilgili. “assign” kelimesinin türkçe karşılıkları arasında “atamak” var, hatta sözlükte ilk o çıkar karşımıza. ama “cinsiyet atfetme” çok daha anlaşılır, açıklayıcı bir ifade. keşke o yerleşseydi.
[2] “traditional wife” ifadesini kullanan arkadaşlar keşke üşenmeyip türkçeye tercüme ederek “geleneksel zevce/eş” deselerdi, bari.
[3] benzer bir şeyden sovyet kadınları da şikayetçiydi.
[4] yüzde 43/57.
görsel: ordförrådet