Çöken ve görevi bitmiş sayılan trafik ışığı koalisyonu yüzünden 23 Şubat 2025 tarihinde yapılacak erken genel seçime kadar olan kısa süreci ve bunun ertesinde oluşacak yeni koalisyon tartışmalarını anlayabilmek için, çöken koalisyonun en büyük partisi olan SPD‘nin (Alman Sosyal Demokrat Partisi) bu koalisyon döneminde ve bundan önceki dönemde nasıl gelişim gösterdiğine bakmak gerek.
SPD, koalisyon içinde olan BÜNDNIS 90/DIE GRÜNEN (Yeşiller) ve FDP (Hür Demokrat Parti) gibi büyük vaatler ve iddialı hedeflerle görevine başladı. Ancak ardından bir yıl içinde, bu hükümetin bir ilerleme koalisyonu değil, sermayenin hizmetinde bir kriz yönetimi olduğu ortaya çıktı. Özellikle tarihsel olarak işçi sınıfının partisi olarak övünen ve gösterilen SPD, bir kez daha sermayeyi, zenginleri koruyan ve emekçi kesimlere, yoksullara yük olan politikaların garantörü olduğunu kanıtladı. SPD, 2. Dünya savaşı sonrası, on yıllardan beri sosyal adaleti ve işçi sınıfının çıkarlarını temsil etme doğrultusunda örülen efsaneyi halkın geniş kesimlerinin bilincinde, hafızasında düşe kalka izafi olarak korumayı başarabilmiş olsa da, en geç Gerhard Schröder yönetiminde (o dönemler koalisyonda olan Yeşiller’in de yardımıyla!) devreye sokulan Agenda 2010‘dan bu yana bu iddiasını tamamen yitirmiş sayılır.
Agenda 2010, yaklaşık 20 yıl önce, SPD’nin sosyal politik profilini kökten değiştiren ve parti tabanı ile liderlik arasında derin bir ayrılığa yol açan bir dönüm noktasıydı. Agenda 2010, sosyal kazanımları ortadan kaldırarak sermaye ve ekonomi çıkarlarını güçlendiren ve neoliberal önlemler olarak yürürlüğe giren reformlardan oluşan bir paket idi. Bu paket açıldığında şu temel özellikler, detaylar ve neticeler göze çarpmakta:
1. Sosyal Devletten Neoliberal Prensiplere Geçiş
Bu reformların merkezinde yer alan Hartz Reformları (özellikle Hartz IV), neoliberal politikaların temel taşları olarak görülüyor:
- İşsIzlIk yardımlarının azaltılması: İşsizlik yardımları ile sosyal yardımların birleştirilmesi, uzun süreli işsizler için verilen desteklerde ciddi kesintilere yol açtı. Bu durum, sosyal güvenlik ve adalet anlayışına bir saldırı olarak değerlendirilebilir.
- Yaptırım sIstemi: Hartz IV ile birlikte, işsizlerin düşük ücretli ya da güvencesiz işleri kabul etmeye zorlanmasını sağlayan katı bir yaptırım sistemi getirildi. Bu reformlar, neoliberalizmin piyasa mekanizmalarını önceliklendiren, devlet desteğini ise bir engel olarak gören mantığını izlemektedir. Sosyal devlet artık zayıfları koruyan bir yapı değil, ekonomik rekabetin önünde bir engel olarak görülmeye başlanmıştır.
2. Prekaryalaşma ve Düşük ÜcretlerIn TeşvIki
- GüvencesIz çalışma koşullarının artışı: İş gücü piyasasının serbestleştirilmesi, geçici iş sözleşmelerinin, taşeron işçiliğinin ve mini/ek işlerin yaygınlaşmasına neden oldu. Reformlar, düşük ücretli iş gücü piyasasını büyüterek işçilerin pazarlık gücünü ciddi şekilde zayıflattı.
- Toplu Iş sözleşmelerInIn zayıflatılması: İş ilişkilerinin düşük ücretli sektörlere kaydırılmasıyla sendikalar sistematik olarak güçsüzleştirildi ve toplu iş sözleşmelerinin kapsamı daraltıldı. Bu gelişmeler, işçi sınıfını zayıflatmayı ve aşağıdan yukarıya servet transferini hedeflemiştir. Şirketler düşük ücretlerden faydalanırken, toplumsal eşitsizlikler daha da derinleşmiştir.
3. SPD’nIn KapItalizme İdeolojIk Uyumu
Agenda 2010, SPD’nin zaten zaman içinde sadece teoride ve kâğıt üzerinde kalan, işçi sınıfı ve dezavantajlı grupları savunan ideolojik çizgisinden bir kopuşu simgelemektedir:
- “Üçüncü Yol”a uyum: Schröder’in politikası, Tony Blair’in “New Labour” yaklaşımından ilham alarak sosyal piyasa ekonomisi ile neoliberal düzenlemelerin bir sentezini benimsemiş oldu. Bu durum, dayanışma ve gelir dağılımı gibi sosyalist temel değerlerden bir sapmaydı. Schröder için kullanılan “patronların yoldaşı” (Genosse der Bosse) lakabı buradan kaynaklanmaktadır.
- Taban Ile kopuş: Birçok uzun süreli üye, SPD’yi artık kendi siyasi evi olarak görmemeye başlamıştır. Bu durum kitlesel üye kayıplarına ve Sol Parti’nin (PDS + WASG) (1) kurulmasına yol açtı.
4. Halkın Zararına Sermaye Mantığının Güçlenmesi
Agenda 2010, şirketlerin ve sermayenin ihtiyaçlarını merkeze alan politikalar yoluyla sermaye mantığını güçlendirdi:
- İhracata dayalı büyüme ve rekabet: Reformlar, Almanya’yı “ihracat şampiyonu” yapmak amacıyla tasarlandı. Ancak bu, iç talep ve sosyal güvenliğin zarar görmesi pahasına gerçekleştirildi.
- Kâr odaklı bir yaklaşım: Reformlar sayesinde şirketler kazanç sağlarken, işçiler ve işsizler bu yükün büyük kısmını omuzlamak zorunda kaldı. Toplumsal zenginliğin yeniden dağılımı, üst gelir gruplarının lehine daha da yoğunlaştı.
5. Sonuçlar: Sosyal Bölünme ve SIyasI İstikrarsızlık
Agenda 2010’un uzun vadeli etkileri, toplumsal bölünme ve siyasi istikrarsızlık olarak kendini gösterdi:
- Artan yoksulluk ve eşItsIzlik: Ekonomik büyümeye rağmen toplumsal eşitsizlikler derinleşti ve toplumun önemli bir kesimi güvencesiz yaşam koşullarına sürüklendi.
- SPD’ye duyulan güvenIn azalması: Agenda 2010, sonraki yıllarda SPD’nin gerilemesinin ana nedeni olarak görülmektedir. Birçok seçmen Sol Parti’ye veya faşizme kapılarını açan AfD gibi partilere yöneldi.
Kendisini vizyoner bir liderden ziyade pragmatik bir yönetici olarak sunan Olaf Scholz yönetimindeki şimdiki SPD, bu neoliberal çizgiyi hala sürdürüyor. Sosyal demokratların desteğiyle uygulamaya konulan borç freni, sosyal ve ekolojik projelere yatırım yapılmasının önünde önemli bir engel olmaya devam ediyor. Servet ve miras vergilerinde reform yapmayı reddetmesi, SPD’nin yeniden dağıtımı hedeflemediğini açıkça göstermektedir. Bu politikanın en önemli örneği, Hartz IV’ün yerini Vatandaşlık Geliri (Bürgergeld) adı altında alan yeni uygulamalardır. Fakat bunlar yoksulluk ve sömürünün yapısal sorunlarını çözmeyen kozmetik bir değişiklik olarak kalmıştır. SPD sadece tarihsel köklerine tekrar ihanet etmekle kalmamış, aynı zamanda sosyal eşitsizliklerin şiddetlenmesine de aktif olarak katılmıştır.
Başka sosyal-ekonomik-yapısal alanda yaşanan krizlere bakıldığında örneğin, SPD’nin kiralık konut krizi konusundaki eylemsizliği, emekçi kesimlerin ihtiyaçlarından tamamen kopuk olduğunu göstermektedir. Ülke çapında bir kira üst sınırı getirmeyi aylardan beri geciktirmeye devam etmesi ve Vonovia ya da Deutsche Wohnen gibi dev emlak şirketlerini kamulaştırma konusunda göstermiş olduğu isteksizlik, partinin emlak lobisinin çıkarlarına karşı harekete geçmeye hazır olmadığını açıkça ortaya koymaktadır. Bunun yerine, sosyal konutlar için sübvansiyonlar ilan ediliyor, ancak inşaat maliyetleri patlamaya devam ettiği için bunların etkisi düşük kalıyor. Aynı zamanda, konut spekülasyonuyla mücadele etmek için sürdürülebilir önlemlerin eksikliği, SPD’nin zamanının çok önemli bir sosyal meselesinde harekete geçememesine neden olmakta. Bu tutumun insanların yaşam gerçekliği üzerinde ciddi sonuçları vardır. Kira artışları ve uygun fiyatlı konutların kaybı sadece sınır tanımayan bir emlak piyasasının belirtileri değil, SPD’nin siyasi eylemsizliğinin de bir ifadesidir. Araştırmalar, konut maliyeti yükünün son yıllarda korkunç ölçüde arttığını göstermektedir. Düşük gelirli aileler genellikle hane bütçelerinin yüzde 40’ından fazlasını kiraya harcamaktadır – bu sadece ekonomik değil sosyal açıdan da felaket bir durumdur. SPD böylece, sosyal bölünme ve ekonomik güvensizliğin artan baskısı altında eziyet çeken bir toplumun taleplerini karşılamaktan yapısal olarak aciz bir siyasi aktör haline gelmiştir.
SPD, adil olmaya yaklaşabilecek bir vergi reformu çağrısında bulunmak yerine, sosyal uçurumla mücadele etmek için acilen ihtiyaç duyulacak bir servet vergisinin engellenmesinde FDP’yi desteklemiştir. Aynı zamanda, özel haneler artan enerji fiyatları ve yüksek enflasyonla mücadele ederken, şirketlere ve enerji şirketlerine milyarlarca sübvansiyon sağlanmıştır. Bu yapısal eşitsizlik, trafik ışığı partileri koalisyonunun söylemde ilerleme vaat etmesine rağmen, gerçekte mevcut güç yapılarını pekiştirdiğini göstermektedir.
Özellikle enerji dönüşümü, büyük şirketlerin çıkarlarının öncelikli olduğunu göstermiştir. Enerji projelerini ve ademi merkeziyetçi yapıları teşvik etmek yerine, yatırımlar öncelikle az sayıda oyuncu tarafından kontrol edilen büyük ölçekli projelere yönlendirilmiştir. Enerji dönüşümünün sosyal boyutu ihmal edilmiş ve bu da bir kez daha toplumun en zayıf üyelerini etkilemiştir.
Bu konuyla bağlantılı olan diğer önemli sorun da fosil yakıtlara olan bağımlılıktır. Hükümet enerji dönüşümünden bahsederken, Almanya Avrupa’daki en büyük kömür tüketicilerinden biri olmaya devam etmektedir. Yenilenebilir enerji olanaklarını yeterince yaygınlaştırmadan, bunların dışında geçici olarak başka alternatiflerin ne olabileceğine dair bilimsel verilere gerekli önemi vermeden, politik açıdan hem saydam ve hem de katılımcı olması gereken düşünce ve kararları önemsemeyip emrivaki bir şekilde nükleer santralleri kapatma kararı alıp, LNG ve gazdan oluşan fosil yakıtları kullanmaya devam etmek, özellikle düşük gelirli haneleri ağır şekilde etkileyen bir enerji krizine yol açmıştır. Enerji dönüşümünü sosyal açıdan sorumlu bir şekilde şekillendirmek yerine, yük eşitsiz bir şekilde dağıtılmıştır.
Bu bağlamda Olaf Scholz’a takılmak istenen “iklim şansölyesi” ünvanının gerçekle bir alakası yoktur, çünkü kendisinin iklim politikasındaki sicili sadece yetersiz olmakla kalmamış, aynı zamanda birçok alanda iklim krizine neden olan sistemik kapitalizmi desteklemiştir. Kendisinin liderliğinde Almanya uluslararası iklim hedeflerini kaçırmış, fosil yakıtları teşvik etmeye devam etmiş ve sanayinin çıkarlarını gezegeni korumanın üstünde tutmuştur. Scholz bir “iklim şansölyesi” değil, sınırsız büyümeye ve doğal kaynakların sömürülmesine dayalı bir sistemin yöneticisidir. Uyguladığı politikalar temel iklim korumasının kapitalist statükoyla bağdaşmadığını göstermiştir.
Olaf Scholz kendisini Ukrayna’daki savaşın jeopolitik zorluklarına tepki veren bir şansölye olarak sunmak için “dönüm noktası” (Zeitenwende) (2) terimini kullandı. Ancak Federal Ordu için bir gecede seferber edilen 100 milyar Avro, bu hükümetin önceliklerini ortaya koyuyor. Silahlanma için bol miktarda para ayrılırken, iklimin korunması, sosyal yatırımlar vs. gibi alanlar gerekli önem verilişe ulaşamamıştır. Bu çifte standart, SPD’nin sermayenin çıkarlarına hizmet etmek için sosyal ve ekolojik vaatlerini feda etmeye hazır olduğunu göstermiştir. Bu “dönüm noktası” aynı zamanda Alman dış politikasının militarizasyonunun da sembolüdür. SPD diplomatik çözümleri savunmak yerine gerilimi tırmandırma politikasını desteklemiştir. Kriz bölgelerine silah sevkiyatı, NATO’nun silahlandırılması ve Alman siyasetinde barış hareketlerine atılan iftiralar, SPD’nin nihayet eski barış politikası ideallerinden uzaklaştığını gösteriyor. Ortaya çıkan jeopolitik gerilimler sadece güvenlik politikası açısından tehlikeli sonuçlar doğurmakla kalmıyor, aynı zamanda Almanya’daki sosyal durumu da kötüleştiriyor. Ordu lehine yapılan muazzam yeniden dağıtım, altyapı, eğitim ve sosyal refah için acilen ihtiyaç duyulan yatırımlar pahasına gerçekleşmektedir. Bu, Scholz hükümetinin sistematik olarak nasıl yanlış öncelikler belirlediğinin bir başka örneğidir.
Kemer sıkma politikasının özellikle eğitim üzerinde ciddi bir etkisi olmuştur. SPD, eğitim sistemindeki sosyal eşitsizlikle mücadelede kararlı bir ivme sağlayamamıştır. Araştırmalar, düşük gelirli ailelerin çocuklarının eğitim fırsatlarının önemli ölçüde daha kötü olduğunu gösteriyor – bu durum SPD’nin eylemsizliği ile daha da pekişen bir durum olmuştur.
SPD’li İçişleri Bakanı Nancy Faeser tarafından yönetilen trafik ışığı koalisyonunun göç politikası, muhtemelen Federal Almanya Cumhuriyeti tarihindeki en sağcı politikadır. Sınır dışı etme yasalarının sıkılaştırılması ve koruma arayan insanları güvencesiz durumlara sokan AB iltica reformlarının onaylanması, sadece sağcı söylemleri benimsemekle kalmayıp bunları aktif olarak uygulayan bir politikanın ifadesidir. Bu da SPD’nin popülist baskılara karşı koymak için insan haklarını feda etmeye hazır olduğunu bir kere daha göstermemiştir. Aynı zamanda burada bir çifte standart da göze çarpmaktadır: Ukraynalı mülteciler cömert bir şekilde desteklenirken, diğer çatışma bölgelerinden gelen genelde “kara kafalı” insanlar bir kenara itilmektedir. Bu seçici dayanışma, Alman iltica politikasında SPD’nin sadece hoş görmekle kalmayıp aktif olarak desteklediği ırkçı bir eğilimi ortaya koymaktadır. İltica politikası SPD’nin ahlaki iflasını ortaya koymaktadır. Parti, kaçış ve göçün nedenleriyle mücadele etmek yerine, Alman siyasetinin insani ilkelerini ihlal eden bir izolasyon politikasına odaklanıyor. Göç akımlarını kontrol etmek için otoriter rejimlerle iş birliği yapmak sadece insanlık dışı değil, aynı zamanda bir zamanlar kendisini insan hakları savunucusu olarak gören bir partinin temel değerlerine de ihanettir.
Mevcut emeklilik politikası hala, sosyal güvenlik sistemlerini kâr maksimizasyonuna tabi kılan kapitalist sistemin bir belirtisi olarak algılanmakta. Yıllardan beri uygulanan politikaların, yasal emeklilik sistemini sistematik olarak zayıflattığı ve özellikle düşük gelirli kesimler için dezavantajlı olan özel emeklilik sistemini teşvik ettiği eleştiriliyor. Mevcut emeklilik politikası genel olarak sosyal güvenliği piyasaya terk eden ve dolayısıyla birçok insanın geçim kaynağını tehlikeye atan bir sistemin ifadesi olarak görülüyor. Herkes için sosyal güvenliğin sağlanması için dayanışmacı ve adil bir sisteme doğru köklü bir değişimin gerekli olduğu düşünülmektedir. Bütün bu durumlara SPD genelde pasif bir seyirci olarak kalmakla yetinmiştir. Kendisinin planladığı yarım yamalak reformlar ise emeklilikteki yapısal sorunlarını çözmemiştir ve toplumsal eşitsizliği daha da derinleştirmesi nedeniyle yetersiz kalmıştır. Emeklilik sigortasına sermaye piyasası unsurlarının dahil edilmesi planları, emeklilik konusunu finansal piyasalardaki dalgalanmalara maruz bırakma girişimi olarak görülmekte ve bu durum gelecekteki emekliler açısından belirsizliği ve huzursuzluğu artırmıştır.
Bilanço: Koalisyonun düşmesinde SPD’nin rolü
Yukarıda açıklanan başarısızlığa yol açan bazı somut nedenlere genel olarak şu tespitler de eklenebilir: SPD, trafik ışığı koalisyonunun başarısızlığında önemli bir sorumluluk payına sahiptir; zira lider parti olarak net ilerici öncelikler belirleyememiştir. SPD, FDP’nin mali politikada egemen olmasına izin vermiştir ve bu durum sıkı bir borç freni politikasını ve sosyal sektörlere yatırım yapılmamasını doğurmuştur. Buradan hem halkta hem de seçmen gruplarında hoşnutsuzluğun artması artık doğaldır. SPD politikalarını açıklamakta ve üyelerini karar alma süreçlerine dahil etmekte başarısız kalmıştır. Bu durum parti liderliği ile taban arasında giderek artan bir yabancılaşmaya yol açmış, bu da kendini anketlerde düşen oy oranları ve parti içinde artan memnuniyetsizlikle göstermiştir.
Burada karizması düşük olan Olaf Scholz’un kişisel rolü de çok büyüktür. Scholz’un teknokratik, hep arabulucu olan ve çatışmadan kaçınan liderlik tarzı, SPD’nin toplumsal adaletin itici gücü olarak algılanmasını engellemiştir. Kendisi genellikle koalisyon ortakları arasında net ilerici öncelikler belirlemeden moderatörlük yapmanın pek ötesine geçmemiştir.
Alman ordusuna (Bundeswehr) verilen 100 milyar avroluk özel fon Scholz tarafından gerçekleştirilmiştir. Bu, Scholz’un toplumsal yatırımdan ziyade yeniden silahlanmaya öncelik verdiğini göstermektedir ve bu durum toplumda da böyle algılanmıştır. Askeri harcamaların böyle rekor ölçüde artırılması geniş emekçi kesimlerini güvencesiz yaşam koşullarına itmiştir. Kendisinin bu şekilde “barış ve toplum odaklı sosyal demokrat geleneğini” terk etmesi, SPD içinde gerilimleri artırmıştır.
Enerji krizi veya enflasyon gibi krizlerde kendisi, sosyal açıdan adil çözümlere öncelik verme konusunda hiçbir inisiyatif göstermemiştir. Scholz “düşük gelirlilerin şansölyesi” olarak değil, statükonun yöneticisi olarak algılanmıştır. Kendisi ne ilerici bir liderlik rolü üstlenmiştir ne de SPD’nin toplumsal seyrini güçlendirecek vurgular yapmıştır.
Sonuçta bütün bu durumlar koalisyonun felç oluşunu hızlandırmaya, toplumda ve SPD içindeki huzursuzluğu attırmaya başlamıştır. Elbette uluslararası dengelerde yaşanan çalkantılar da ülke içinde yaşanan bu gerilimler üzerine binmiştir. Böylece sonuçta trafik ışığı koalisyonunun başarısızlığı kaçınılmaz hale gelmiş ve 6 Kasım 2024 tarihinde Scholz’un FDP Başkanı olan Christian Lindner’i Maliye Bakanı görevinden almasından sonra trafik ışığı koalisyonu düşmüştür.
Dipnotlar:
(1) WASG (İş ve Toplumsal Adalet – Seçim Alternatifi), 2004 yılında kurulan bir Alman siyasi partisiydi. Gerhard Schröder liderliğindeki SPD’nin politikalarına karşı bir protesto olarak ortaya çıktı. WASG, kendisini SPD’ye karşı sol bir alternatif olarak görüyordu ve toplumsal açıdan dezavantajlı kesimlerin, sendikaların ve çalışanların çıkarlarını temsil ediyordu.
PDS (Demokratik Sosyalizm Partisi), 1989’dan 2007’ye kadar varlığını sürdüren bir Alman siyasi partisiydi. Doğu Almanya’nın devlet partisi olan SED‘den (Almanya Sosyalist Birlik Partisi) doğmuştur. 1989/90’daki siyasal değişimin ardından SED kendini yeniden yapılandırarak demokratik sosyalist bir parti olarak konumlandırmaya çalıştı.
Bu iki parti 2007 yılında birleşerek DIE LINKE partisini kurdu. Bu birleşme, Doğu ve Batı Almanya’daki sosyalist akımları birleştirdi ve SPD ile CDU/CSU’ya karşı güçlü bir sol muhalefet yarattı.
(2) “Zeitenwende”, zamanla ilgili bir dönüm noktasını ifade ediyor. Şansölye Scholz, Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısı üzerine yaptığı konuşmasında, savaş sonrası Avrupa düzeninde yeni bir döneme geçişi anlatmak için bu kelimeyi kullandı ve bu artık Almanya’da, medyada, özelliklede SPD’nin dilinden düşmeyen bir kelime olmuş durumda. Bu kelimenin çok sık kullanılmasından dolayı, Wiesbaden’deki Alman Dili Derneği’nin jürisi, 2022 yılının kelimesi olarak “Zeitenwende” terimini seçmişti.
Bu konuyla ilgili olarak Siyasi Haber’de 15.09.2023 tarihinde yayımlanan makaleye şu linkten ulaşılabilir: https://siyasihaber10.org/alman-devletinin-sicrayan-militarizmi/