Yazar Ahmet Büke’nin son kitabı, ”İnsan Kendine de İyi Gelir” bugün kitapçılardaki yerini aldı. Ahmet Büke’nin ON8’den çıkan kitabına, yazarlık serüvenine ve edabiyata dair söyleşiyi SiyasiHaber.Og sitesi adına yazarlarımızdan Ahmet Saymadi yaptı. Söyleşi şöyle;
-Siyasi Haber: ‘‘İnsan Kendine de İyi Gelir’’ adlı yeni öykü kitabınız, 1 Eylül’de ON8’den çıkıyor. Kitap, ON8 Blog’da ‘’Sosyal Ayrıntılar Ansiklopedisi’’ köşesinde yazdığınız öykülerden oluşuyor. ON8 Blog’daki yazı maceranız nasıl başladı? Bir de her hafta bir öykü yazmak zor olmuyor muydu?
-Ahmet Büke: Biraz parasızlıktan başladı… (gülüşmeler) İşsiz kalınca yazarak bir şeyler yapmaya çalıştım. Çok parasız kaldığım bir anda, ON8’den böyle bir teklif geldi. ‘Sana telif verelim. Bize ayda beş yazı yazar mısın?’ diye sordular. Mecbur ederim dedim. Önceleri öykü olarak değil yazı olarak başladı. Ama sonra dedim, ‘ben ayda 5 yazı yazamam. Öykü yazsam olur mu?’ Onlar da ‘Yazabilirsen yaz’ dediler. Böylece başlamış oldu. Başta mecburiyettendi ama sonra ben de sevmeye başladım. ON8’den çıkan diğer kitabım Mevzumuz Derin’ de, bu kitap gibi daha önce tefrika edilmişti. Zorunluluklar yazarın biraz da kamçısı gibidir aslında. Başta zor oldu, evet, ama ben de zorunluluklara alışkınım.
Eskinden öyküler daha uzundu, şimdi kısa kısa öyküler var İnternetin gelişimiyle, insanlar kendilerine dair günlük gibi tuttukları notları bloglarında yayınlamaya başladı. Bloglar, toplu blog sayfaları, forumlar, sözlükler edebiyatı nasıl etkiledi?
–Benim de yazmaya başlamam internetle birlikte oldu. 2000 yılında Gazeteci Yazar Necdet Şen’in ‘Derkenar’ diye bir sitesi vardı. İlk orada yazmaya başladım, bundan 15 sene önce. O güne kadar hiçbir edebiyat dergisinde yazmamıştım, öykü de yazmamıştım. Yazdım ve insanlar okudu, mailleştik okurlarla. Sitenin editörleri beğendi, yazmaya devam ettim. Ardından dergilerde başladım yazmaya. Aslında benim edebiyata girmeme internet mecraları vesile oldu. Böyle baktığınızda evet katkısı var. Büyük bir katkısı var. Sonra internetle sınırlı kalmıyorsunuz, dergilerde yazmaya başlıyorsunuz, kitap yazmaya başlıyorsunuz…
Tabii, interneti nasıl kullandığınıza ve ne yazdığınıza bağlı. İnterneti iyi edebiyat yapmak için de araç olarak kullanabilirsiniz. Bu aslında biraz ‘neyle yazıyorsunuz?’ sorusuna da benziyor. Mesela eskiden daktiloyla yazılırdı ya da not alınırdı. Ama ben elle ya da daktiloyla yazamıyorum, bilgisayarla yazıyorum, bilgisayar olmasa yazamazdım.
-İnternet yazma ya da yayınlama cesareti olmayan birçok insana da alan açtı. Sizde de öyle mi?
-Kesinlikle öyle. Edebiyatta yazabileceğiniz alanlar var ve o alanlarında sınırı var. Mesela on tane edebiyat dergisi var, o dergilerin yayın kurulları var. O yayın kurullarının eleklerine takıldığınız mı, o alana girmek mümkün değildi. Bir daha yazacak mecra kalmıyordu. Bir sürü hevesli ve iyi yazan insan bu eleklere takıldığı için yazmayı bıraktı. İnternetle ve bloglarla birlikte çokça çöpte çıktı ama iyi yazarlar da çıktı.
Peki sosyal medyanın, Twitter’in, Facebook’un, Instagram’ın etkisi ne oldu edebiyata? Mesela Twiter insanlarda birçok bilgiyi 140 karakterde anlatma ve anlamaya çalışma gibi bir kolaycılık da yarattı.
-Sosyal medyayla iyi yazdığınız bir metni duyurma imkanınız oldu. Siz paylaşınca insanlar tıklayarak okudu ve bu da metnin daha fazla insana ulaşmasını sağladı. İnternette yazıyorsanız zaten belli bir sınır içerisinde yazmanız lazım. 10-15 sayfa bir öykü yazdığınızda kimse kolay kolay okuyamıyor, çıktı alıp okumak zorunda kalıyorlar. internetin sınırları var. Öykü de aslında Twiter’a benzer şekilde. Elinizde üç sayfanız var ve bu üç sayfada öykünüzü en iyi şekilde anlatmak zorundasınız. Kısa yazmak kötü yazmak anlamına gelmiyor. Kısa ve iyi öykü yazma zorunluluğu, size giderek bir ustalık da kazandırıyor.
Kitabınıza geçelim… Kitap adeta yaşadığınız dönemin İzmir’ine ışık tutuyor, günlük yaşam, çok kültürlülük, Yahudiler, Rumlar, İmamlar, mahalle seçimleri, bütün İzmir kitapta gibi. Kentle bağınız nasıl?
-Ben taşralıyım. Kasabada doğdum. Manisa Göldesliyim. , liseye kadar oradaydım. Sonra bir İzmir’e geçtim, biraz Ankara yaşadım. Ama benim esas hamurum taşralı, mahalleli ve mahalle kültürü. O sebeple benim öykülerimde mahalle ve mahalle kültürü yoğun geçiyor, zaten öyküler mahalle dışında bir yerde geçmiyor. Benim öykülerim biraz mekânsız aslında ama öykünün konusu bir yerde geçmek zorunda ve evet o yer Ege’de bir mahalleye benziyor… Zaten öykülerimde konular da genelde işsizlik, yoksulluk, aç kalma o meseleler üzerinden yürüyor aslında.
Kitapta mahalle kültürüne bir övgü de var. Dayanışma ilişkilerine, oradaki yaşam biçimine.. Hatta kitapta bir cümle var, ‘‘Bu mahalleden başka neyimiz var’’ diye. Şimdiki betonlaşmadan, kentsel dönüşümden ne kadar etkilendi kitabın geçtiği yerler? Bu mahalleler hala var mı?
-Bizim bildiğimiz ve kitapta anlatılan mahalleler artık yok. O mahalleler de bitti, o ilişkiler de. Kitapta o döneme dair mahalleyi anlatırken bir mahalle övgüsü de yok. Çok da tekinsiz bir yer. biraz aile benzer bir yer. Aile bir yandan hayatta kalmanı sağlar, öteki yandan hayattaki en büyük travmalarının kaynağıdır. En büyük sıkıntıları aile içinde yaşarsın. Ama seni hayatta tutan şey odur işte. Annen baban bakar, onlar olmazsa zaten yaşayamazsın ama işte aileden birisinin tacizine-tecavüzüne de maruz kalabilirsin. Yani mahalle de öyle aslında hem dayanışma kültürü var gibi hem cinayet de var, dedikodu da var, ayağını kaydıran insanlar da var. Tam anlamıyla tekinsiz bir yer. Ama artık bu tekinsiz mahallede yok, o artık gri dönüşü olmayan bir süreç. Bir kısmı göçlerle, bir kısmı kentsel dönüşümle bambaşka bir şeye dönüştü şimdi.
Kitapta bir de dede karakteri var. Ben de dedemle büyüdüm, dedenin olduğu yerde, anne ve baba daha geride kalıyor. Kitabı okuyanlar dedenizi çok merak edecektir. Biraz bahseder misiniz?
-Ben de dedem, babaannemin de yer aldığı geniş bir ailede büyüdüm. Dede ve babaanne varsa, anne ve baba olsa da onlar artık anne ve baba gibi olmuyor, daha geride kalıyor. Babam 40 yaşındaydı, dedem babamı sigara içerken yakaladı mı kovalardı. Babam dedemin önünde sigara içemez, içtiği anda da bahçede bile kovalardı. Dolayısıyla ortada bir dede ve babaanne varsa çocuğun karakterini, kaderini belirleyen biraz da onlardır.
Kitapta iki esnaf var, Bakkal Nihat ve Berber Kazım kitapta pek iyi karakterler gibi durmuyorlar.
-Onlar mahallede öyledir. Sevimli adamlardır, seversin bir şekilde ama kötücüldür de. Esnaf çünkü biraz da kötücül olmak zorundadır. Çünkü mahalleliye mal satacak, veresiye verecek ve mahalleli yoksul. Yoksulluk demek, parasızlık demek ve o yoksuldan para kazanmanın yolunu bir şekilde bulması gerek. Ya hesabı şişirirsin ya çalarsın, başka türlü para kazanamazsın zaten. Bu açıdan da kötü olmak zorundadır. Ama seversin de o adamları...
Kitaptaki öykülerde göze sokulmayan ama ince ince işlenen bir siyaset var. Eşitlik, dünyevileşmemek, yoksul hakkı, ,işçi hakkı gibi… Edebiyatla politika arasında sıkı bir bağ olmasına rağmen ayrı gibi gösteriliyor, siz nasıl bakıyorsunuz?
-Son 30 yılın kötü klişesi bu, ‘İyi edebiyat siyasetle ilgilenmez’ diye bir laf var, postmodern siyasetin bir yansıması aslında. Biraz benim edebiyatta var olma sebebim de bu, 34 yaşında yazmaya başladım. Ondan önce üniversite öğrencisiydim, bir şekilde öğrenci mücadelesinin içinde yer alan birisiydim. Politikanın ucunda bir yerde bir şekilde yer alıyordum. Niye yer alıyordum? Şöyle düşünüyordum, hayat çok boktan, bunu bir şekilde daha iyi hale getirmek lazım. Bunu toptan yapamasak bile bir şeyler yapabilirdim. Dünyayı değiştirecek birkaç şey varsa bunlardan birisi de edebiyat. Okul bitince şöyle düşündüm, ha üniversitede öğrenci mücadelesinde er almışsın, ha sendikada yer almışsın ha edebiyat yapmışsın. Edebiyat ve politika ontolojik bir şey benim için, birbirinden koparılamaz bir şey. Şu anda yan yana oturup konuşmamız bile politik, yatak odalarımız politik, her şey politik. Edebiyatın politik olmaması mümkün değil. Ama orada şey ezberi var, ‘politik bir mesele edebiyat eserini bozar’ bu bence kötü bir ezber ve klişe. Özgün ve iyi bir edebiyat eseri son derece politik bir metindir aslında. İçinde politika geçen, politikayla ilgili bir metin de edebi bir eser olabilir, yeter ki edebiyatın o yaratıcılığını barındırsın, öncelesin. Bütün diğer kitaplarımda da bu vardır aslında. Yeter ki edebiyatın özgünlüğünü bozmasın, Politika yapma anlayışınla da ilgili bir şey bu aslında. Şuna inanmıyorum mesela; devrimciler öncüdür, öncü gider kitleleri bilinçlendirir. Bunun çok kaba bir yorum olduğunu düşünüyorum. Hayır. Halk aslında öğretmendir, devrimciler öğrencidir. Benim için siyaset budur. Dolayısıyla, edebiyatta politik bir mesele anlatırken de kör gözüm parmağına bir şey anlatmak, bir şeyi belletmeye çalışmak saçma bir şey. Yani edebi bir tat varsa, böyle vardır öykülerde…
Şimdilerde yazılan kimi eserlerde birdenbire, kitabın bütünlüğünden kopuk bir şekilde ‘‘Gezi, Berkin, Ali İsmail, Ermeni, Kürt’’ gibi kavramlar geçiyor ve bu eserde yapay da duruyor. Tabi bu belirli bir çevre tarafından okunmasını da sağlıyor. Bu kitap öyle değil?
–Öykü türüyle de ilgili, iyi öykü, bir şeyi anlatmaz da hissettirir. Dolayısıyla politik bir mevzu varsa da onu hissettirir. Romanda dert biraz daha anlatmaktır, öykü biraz daha duygu meselesi.
Kitapta bazı kelime oyunları var, ‘‘Halkın tümden kurtuluşu örgütü’’ , ‘‘Dereotuna en çok ihtiyaç duyduğumuz bugünlerde’’ , ‘‘Ayşe tatile diye çıktı, kocaya kaçtı’’ gibi. Sık kullanır mısınız bu kelime oyunlarını?
-Sevmekle beraber şöyle de düşündüm, bu kitabı gençler okuyacak. Gençler teknolojiye de hakim, mesela merak edip arayabilirler, ‘Ayşe tatile çıktı’ yan bu ne demek deyip, internette arayabilirler. Ve Kıbrıs Harekatı’yla ilgili bir sürü şey bulabilirler. O öykü aracılığıyla dünyalarını genişletebilecekler, yeni okumalara yönelebilecekler. İşte kitapta ‘Dev-Genç Suzi’ diye bir öykü var, ya da ‘Fruko’lardan’ bahsediyor… Eskiden 70’li yıllarda koyu renk kıyafetleri ve beyaz kasketlerinden ötürü toplum polislerine ‘Fruko’ denilirdi, onu birisi merak edip yazsa… Biraz kaybolan bir kültür var, belki onların hatırlanmasına yardımcı olur.
Kitapta birkaç yerde, ‘‘Halkın adaleti’’ , ‘‘Osmanlı adaleti’’ gibi cümleler geçiyor. Toplumun kendiliğinden işleyen bir adalet mekanizması olduğuna inanıyor musunuz? Sanki bizim birbirimize aktardığımızı sessiz kurallar gibi.
Orada aslında iki mevzu var, birincisi hayatta kalma mücadelesi, çünkü açlık temeldir. İkincisi ise adaletsizlik. Toplumda iki mesele var açlık ve adaletsizlik: Tarihimizin iki eksiği! Bu altmışlı yıllarda da, yetmişli yıllarda da böyle, gelecekte de böyle olacak… İki yaşında bir kızım var, belki ilerde büyüdüğünde açıp okuyacak. Belki O’nun da meselesi bu olacak. Dolayısıyla açlık ve adaletle ilgili göndermelerin olması zorunluluk oldu.
Son soru… Kitapta bu açlık ve adaletsizlik vurguları yapay durmuyor. Mesela işçi hakkından bahsedenler var. Ama çalışanlarına uyguladıkları sisteme bakıyorsunuz, performans testinden, verimlilik testinden ve kişisel egolarından geçilmiyor. Edebiyattan, tevazudan bahsedenler var ama sanırsınız bu toplumda değil başka bir yerde yaşıyorlar. Bu kadar içeriden, bizden yazmayı nasıl başarıyorsunuz.
Öykü biraz böyle bir şey… İnanmadığınız bir şeyi yazamazsınız. Ben bunu denedim, bir sürü sevmeyip yırtıp attığım öykü böyle oldu. Bir mevzu gerçekten içinize işlememişse, gerçekten inanmıyorsanız öyküleşmiyor. Hem zor hem de iyi tarafı bu. Öykünün, hala bozulmamış hala ümit barındırıyor olması, edebiyatın hala genç tarafı olmasının bir nedeni de bu galiba. İyi öykü yazarlarına bakın, hepsi inandığı gibi, yazdığı gibi yaşıyordur genelde. Roman daha teknik bir şey, bu ne kadar oluyor bilmiyorum. Ben kendi hayatımda tecrübe ettim, tanıdığım iyi arkadaş olduğum öykücüler gerçekten iyi insanlar. Ve yazdıkları gibi yaşıyorlar. Marx, ‘Nasıl yaşarsan öyle düşünürsün’ diyor ya, öykü de öyle bir şey… Nasıl yaşıyorsan, öyle yazıyorsun…