70’li yılların genç devrimcileri teorik olarak kendilerini geliştirmek, diyalektik ve tarihi materyalizmi öğrenmek için başta Fransız Komünist Partisi üyesi ve Marksist düşünür Georges Politzer’in Felsefenin Başlangıç İlkeleri ve Felsefenin Temel İlkeleri adını taşıyan kitaplarını okur ve tartışırken “devrimci olmak” ne demektir, “devrim ve sosyalizm mücadelesine adanan bir yaşam” nasıl bir şeydir gibi soruların yanıtları ise teorik kitapların yanı sıra edebi eserlerde, anı ve biyografilerde aranırdı. Devrimci olmaya karar vermiş, insanlığın kurtuluşunun sosyalizmle olacağına inanmaya başlamış bir genç kendisinden neler beklendiğini, gelecekte neler olabileceğini Türkiye ile birlikte başka ülkelerin devrimcilerinin kaleme aldıkları anılarda, yaşam öykülerinde bulmaya çalışırdı.
Erdal Öz’ün ‘Yaralısın’, ‘Gülünün Solduğu Akşam’, Nihat Behram’ın ‘Dar Ağacında Üç Fidan’ gibi kitapların yanı sıra Çek devrimci Julius Fuçik’in ‘Darağacından Notlar’, Bulgar komünist partizan Mitka Gribçeva’nın ‘Seni Halk Adına Ölüme Mahkum Ediyorum’, Vietnam savaşçısı An Duk’un ‘Şafakta Kazandık Zaferi’, Rus devrimci Nikolay Ostrovski’nin ‘Ve Çeliğe Su Verildi’ gibi kitaplar genç devrimcilerin sadece düşünce dünyalarını değil, duygu dünyalarını da besler, onları bu kitapların kahramanlarıyla kendilerini özdeşleştirmeye ve onlar gibi coşkuyla, kararlılıkla mücadele etmeye davet ederdi.
Bu kitaplarda anlatılan inanılmaz hikâyeler, göz yaşartıcı anılar devrimci mücadeleye yeni adım atan birçok genç için güzel bir hayal, yaşanması pek de beklenmeyecek şeylerdi. Devrimci mücadeleye adanan hayatları o kitapların kahramanları kadar güzel, tutkulu, coşkulu, erdemli olabilir miydi?
Devrime adanmış hayatlar
Doğrusu şu ki, başlangıçta ne kadar uzak ve inanılmaz gelse de 70’li yılların devrimcilerinin içinden de hayatları okudukları o kitapların kahramanlarından farklı olmayan çok kadın ve erkek çıktı ve artık son yıllarda yaşadıklarını da yazmaya, anlatmaya başladılar.
70’li yılların anti-faşist mücadelesi içinde şekillenen o günkü devrimci mücadele gençlik yıllarında okumuş oldukları o kitapların kahramanları gibi bir yaşam sürmelerini gerektiriyordu; bu, bazen ölümüne bir çatışma veya kavgaya girişmek, bazen bir “kamulaştırma” eylemi, bazen de doktor veya mühendis olacakken son sınıfta okulun terk edilmesi ve bir işçi mahallesine yerleşerek fabrikada çalışmaktı. Ama her durumda devrim ve sosyalizm mücadelesine adanmış bir hayattı. Türkiye’de sol/sosyalist hareket 70’li yıllarda tarihinde görmediği bir kitleselliğe ve güce ulaştıysa o kitapların kahramanları kadar cesur, onlar kadar kararlı, onlar kadar erdemli ve özverili devrimcilerin mücadelesiyle olmuştur.
Son zamanlarda yayımlanmakta olan anı-otobiyografi kitaplarına en son eklenen İhsan Zafer’in kaleme aldığı “Lütfen Ellerinizi Kaldırır mısınız?” Bir Devrimcinin “Kamulaştırma” Anıları adını taşıyan kitaptır. Kimdir İhsan Zafer diye soracak olursanız, 70’li yılların başlıca devrimci örgütlenmelerinden biri olan Kurtuluş Hareketi’nin daha kuruluş aşamasında oluşturduğu “Kamulaştırma Ekibi”nin bir üyesidir. Bursa’nın İnegöl ilçesinde Abaza bir genç olarak başladığı devrimci mücadelede kararlılığı ve yetenekleriyle sivrildiğinde bu ekibe dahil olan İhsan Zafer sonraki yıllarda diğer yoldaşlarıyla birlikte pek çok banka soygununu nasıl gerçekleştirdiklerini anlatıyor kitabında.
Bu sürükleyici kitapta anlatılan hikâyeler ilginç olduğu kadar o dönemin siyasi ilişkilerini, militan karakterini ve örgütsel yaşamını da sergiliyor. Böylece bu döneme ilişkin genel olarak bilinenlerin ötesinde pek bilinmeyen şeyleri de aktarıyor. Bu anlamda Zafer’in kitabı tek değil tabii, Kurtuluş’la ve diğer devrimci örgütlerle ilgili anıların yer aldığı yayımlanmış olan çok kitap var artık ve bu tür anı-biyografi kitaplarına eşlik eden sözlü tarih çalışmaları 1960-80 arasında ne oldu da sosyalist hareket bu kadar büyük bir yükseliş gerçekleştirdi diye soranlara yanıtlar içeriyor.
Polis: Size saygı duyuyorum
Samimiyeti ve alçakgönüllülüğü elden bırakmayan bir anlatıma sahip olan Zafer’in kitabında çok ilgi çekici anekdotlar yer alıyor. Öncelikle belirtmek gerekir ki, Kurtuluş’un “Kamulaştırma Ekipleri” tarafından 12 Eylül darbesi öncesinde ve sonrasında yapılan çok sayıda soygun sol kamuoyu tarafından pek bilinmezdi. Zira bunlar “siyasi propaganda” olarak kullanılmazdı. Asıl amaç siyasi ve örgütsel faaliyetlere mali kaynak yaratmaktı. Nitekim onlarca soygun yapılmasına rağmen son derece titiz bir şekilde ön hazırlık yapılarak gerçekleştirildikleri için sadece bir defa polisin erken müdahalesi üzerine çatışmaya girmek zorunda kaldıklarını ve iki polisle yoldan geçen bir kişi yaralanırken kimse yakalanmadan kaçtıklarını anlatıyor Zafer.
12 Eylül sonrasında yakalandıklarında bu kadar soygunun tereyağından kıl çeker gibi yapılmasına şaşıran ama bir yandan da takdir eden bir polis şefinin şöyle dediğini aktarıyor: “İhsan Zafer, şerefim üzerine yemin ediyorum size saygı duyuyorum. Ulan hiç yakalanmadan, hiç cinayet işlemeden bu kadar çok soygunu nasıl becerdiniz. Helal olsun!”
Yapılan eylemler sırasında banka personeli ve banka civarında bulunan insanların zarar görmemesi için azami dikkat ve duyarlılık gösteriliyor. Hamile olan banka personelini soygun sırasında rahatlatmak veya soygun anında banka önünde zarar görebilecek bir seyyar esnafın olmamasını sağlamak gibi ilginç anekdotlar yapılan onca eyleme rağmen- tek bir olay dışında – neden kimsenin burnunun kanamadığını, kimsenin yakalanmadığını anlamayı kolaylaştırıyor. Her şey öylesine kılı kırk yaran bir titizlik ve ciddiyetle gerçekleştiriliyor ki, bu ekiplerin kuruluşundan itibaren belirlenen siyasi ilkelere ve anlayışa sonuna kadar bağlı kalındığı anlaşılıyor. Böylece yan yana iki banka şubesi birden de soyulsa, 12 Eylül darbesinden bir hafta sonra Bursa’da ön hazırlığı yapılmış soygun da gerçekleştirilse sonuç değişmiyor.
“Kahramanlık menkıbesi” değil…
Öte yandan bu kitap bir “kahramanlık menkıbesi”, bir “güzelleme” olarak görülmemeli, böyle değerlendirilmemeli. 70’li yıllarda neyin, nasıl olduğunu anlamak, kavramak açısından çok fazla bilinmeyen bir alana ışık tutarken 12 Eylül sonrasında askeri darbe karşısında devrimci hareketin bir bütün olarak kendisinden beklenen ölçüde bir direnişi yerine getiremediğini de unutacak değiliz. Ancak bu gerçek devrimci hareketin 12 Eylül darbesine hiç direnmediği, teslim olduğu gibi bir tür “algıya” dönüştüğünde hiç de gerçeği yansıtmaz.
12 Eylül’den sonraki yıllarda bu bağlamda yapılan bazı tartışmalar ve “ağır yenilgi” saptamaları her şeye rağmen çok çeşitli biçimlerde, çok çeşitli yollarla direnme çabalarına haksızlık olur. Evet, 12 Eylül sonrasında bir yenilgi vardır elbette ama devrimci hareket teslim olmamış, direnmeye çalışmıştır. 12 Eylül sonrasında dar ağacında ve işkencelerde can veren, işkencelerden geçirilerek hapishanelere doldurulan, yurtdışına sürgüne gitmek zorunda kalan binlerce, on binlerce devrimcinin hayatları pahasına mücadele ettikleri, direndikleri de unutulmamalıdır.
“Yenilgi” ve “Direniş” hikâyesi
İlk aşamada cuntanın elde ettiği toplumsal destek karşısında kitlesel bir direnişin mümkün olmadığını düşünerek geri çekilip örgütsel-siyasal olarak ayakta kalmaya çalışmak, cuntaya destek azalmaya başladığında siyasal mücadeleyi daha açık biçimlerde sürdürmeye hazırlanmak devrimci hareketin hemen tümünün benimsediği bir tutum oldu ve gerçekten de bu bir direniş biçimiydi ama 12 Mart dönemindekine benzer bir “öncü savaşı” beklentisiyle olsa gerek, bunun ne kadar anlaşıldığı meçhuldür.
Daha da önemlisi daha sonra bir “direniş hikâyesi” değil bir yenilgi ve “kaçma- kurtulma” hikâyesi ve anlatısı öne çıktı. Sosyalist hareketin kendini toparlayamamasında bu türden bir “yenilgi” anlatısı önemli bir iktidarsızlık ve geleceğe dönük umutsuzluk, güvensizlik getirdi. Sınıf düşmanına meydan okuyamayan bir sosyalist hareketin kendini devrimci bir kimlik olarak yeniden kurması mümkün değildir. Üstüne 1980’lerin sonu ve 90’larda dünyada sosyalizmin yıkıldığına, yenildiğine ilişkin daha da büyük bir yenilgi, hem de ideolojik yenilgi hikâyesi gelince, kapitalizmin nihai zaferi ve “tarihin sonu” ilan edilecekti. Artık sadece sosyalizmin değil hemen her türlü solun insanlığın gündeminde olamayacağı iddiaları ortalığı kaplayacak ve bu saçmalığa ve yalanlara inanacak insan sayısı hiç de az olmayacaktı.
Sonuçta bu süreci ve o süreçte olanları bir “direniş hikâyesi” olarak anlatamamak çok şeye mal oldu. 12 Eylül’den sonra, 12 Mart’tan sonra olduğu gibi bir sosyalist hareket olamayacak, sosyalist parantez 1960-1980 arasında kalacak, daha sonraki yıllarda ise solun, sosyalizmin boşluğunu İslamcı hareket dolduracaktı.
Dünü anlamak ve bugünü anlamlandırmak
İhsan Zafer’in el yazısını Erdoğan Usta’nın tape ettiği, Kadir Akın’ın yayına hazırladığı, M. Kemal Kaçaroğlu’nun da önsöz yazdığı kitap bir tür “kolektif ürün” gibi gerçekleşmiş ve aslında bu yönüyle de bir dayanışma, bir imece çabası sergiliyor. Ama bu arada anlatılan hikâyenin doğrudan kahramanı olan Zafer’in ekip arkadaşlarından bazılarının bu çalışmaya katılmadığı, itirazlarının olduğu da biliniyor ve bu durum da kitaba yansıyor. Bunun bir eksiklik olduğunu belirtirken bu tür anlaşmazlıkların da bugünkü gerçekliğimizin bir parçası olduğunu bilerek okumak, değerlendirmek ve düşünmek lazım.
Eksik veya fazla demeden ve mümkün olduğunca bazı küçük ya da büyük anlaşmazlıkları çözerek bireysel veya kolektif çalışmalarla siyasi yaşam ve mücadeleyi anlatan kitapların çoğalmasında yarar var. Böylece 12 Eylül sonrası ve giderek bugünün devrimci hareketinin birikimine, tarihine daha farklı, yerleşik algı ve anlayışın dışına çıkarak bakmayı teşvik ettiği ölçüde dün olanları anlamak ve bugünü anlamlandırmak daha sağlam temellere dayanacaktır.
Georges Politzer (1903-1942), 20. yüzyılın önde gelen Marksist düşünürlerinden ve Fransız Komünist Partisi’nin önemli teorisyenlerinden biriydi. Nazi işgali sırasında yazdığı makaleler ve antifaşist faaliyetleri nedeniyle 1942’de Gestapo tarafından tutuklandı ve kurşuna dizilerek idam edildi.