Nejla Kurul – Diğer Yazılar [1]
Siyasal iktidarın, uzunca bir süre stratejik ittifak kurduğu Fethullah Cemaati ile çatışması, 1980’lerden beri, “yaratılmış kıtlığın ürünü” ve sınav odaklı olan; bu nedenle de, yarışmacı ve rekabetçi bir eğitim sisteminin sonucu yaygınlaşmış olan dershaneleri vurdu. Cemaatin gençlerle ve bu kanalın açtığı kitlelerle kurduğu bağı kesmek üzere, siyasal iktidar dershane operasyonuna girişti: Çocukların ‘gölge eğitimi’ haline gelen “Dershaneler kapatılacaktı”.
Dershanelere neden ihtiyaç duyuluyordu? Dershanelere duyulan ihtiyacın temelinde ilk olarak, okul ve üniversitelerin tamamının nitelikli olmaması, tersine sadece bu okul ve üniversitelerin sadece bir kısmının “iyi okul” ve “iyi üniversite” olarak tutulması, yani kıtlaştırılmasıdır. Dershanelere duyulan yapay ihtiyacın ikinci nedeni “iyi işlerin artık aslanın ağzında olmasıdır”. Diğer bir deyişle, bir yandan işsizlik oranları yükselirken, bir yandan da mevcut sermaye birikimi ve büyüme stratejisinin yol açtığı az sayıda “iş/istihdam”, bir hayli az sayıda da “iyi iş”in olmasıdır. Eğitime gelince, iyi okulların ve iyi üniversitelerin, bu az sayıda işe, iyi işe götüreceğine inanılmaktadır. Seçkin okul/üniversitelere ve buradan ayrıcalıklı işlere ulaşmak için öğrencilerin, öğretmenlerin, okulların, hatta velilerin sıkı bir yarışmadan geçmesi gerekmektedir. Bu yarışmanın da hemen herkes tarafından meşru görülen yolu, “merkezi sınavlar”dır. Tüm okulların birbirine denk olarak nitelikli eğitim vermesi gerekirken, neden iyi hizmetlerin kıtlaştırılarak küçük bir azınlığa sunulduğu konusu da ayrıca bir başka yazının konusu olmayı hak edecek niteliktedir.
Yoksul veliler ve öğrenciler için, dershanelerin kapatılması, açıkça iyi bir gelişme olarak gözükmektedir. Bir kez, yoksulların başta kız çocukları olmak üzere büyük bir kısmı dershanelere gidememektedir; gidenler de farklı kaynaklardan fonlanan Cemaat tipi örgütlenmiş dershaneler ile “yetenek avcısı” olanlara devam etmektedir. İkincisi, dershanelerin de sınıfsal ve mekânsal olarak ayrışması söz konusudur; hatta aynı dershane içinde farklı öğrenci grupları, esasında öğrencilerin sınıfsal arka planlarına göre oluşturulmaktadır. Ancak yoksul veliler, sezgisel olarak, dershanelerin kapatılmasının, dershanelere olan ihtiyacı ortadan kaldıracağı düşünmektedir. Ancak hiçbir şey göründüğü gibi değildir.
Devlete ve bugün AKP Hükümetine güvenen kitleler açısından, siyasal iktidarın başaracağı iş, dershaneleri yaratan koşulları ortadan kaldırmak olmalıydı. Bunun için yapılacak işlerden biri, yeniden bölüşüm yoluyla kötü koşullara sahip okulları ve üniversiteler iyileştirilmeli, diğer üniversitelerle imkânlarını itibariyle denk hale getirecek kaynak transferine gitmeliydi. Ama bu yetmezdi; “çalışma hakkı”nı temel alarak, herkesin iş sahibi olabileceği bir istihdam yapılanmasına yönelmeliydi ki bu oldukça ciddi bir işti. Diğer bir deyişe AKP değişmeli ve sosyal ve demokratik bir cumhuriyette tüm yurttaşların, eğitim ve sağlık başta olmak üzere tüm haklardan eşit bir biçimde yararlanacağı bir sisteme yönelmeliydi. Ancak neo-liberal ve neo-muhafazakâr politikaların peşine en hevesli biçimde düşmüş olan AKP için bu mümkün değildi, olmadı da…
AKP “dershaneler” gibi bir ucubeyi, fırsata çevirdi ve dershanelerden, özellikle cemaat olarak bilen yapıdan kurtulma amacını, “eğitimin özelleştirilmesi” hedefiyle birleştirdi; bir taşla birkaç kuş vurmanın peşine düştü. Dershanelerin tamamı, belli bir süre içinde, özel okullara dönüştürülecekti; bu arada temel liselere devlet teşviği de vereceklerdi; ama arka planda, öğretmenlerin ve velilerin Fethullah’ın okullarından kaçırılması, hem politik faaliyetlerle hem de teşvik gibi iktisadi araçlarla sağlanacaktı. Yıllardır eğitimin özelleştirilmesinde pek yol alınamamıştı; bir yandan kamucu bir eğitim için gösterilen direnç, bir yandan da bürokrasinin içindeki karşı koyuşlar nedeniyle işler istenilen hızla yürümüyordu. Bu iyi bir fırsattı AKP için. Ne yapıldı?
“Temel lise” adında bir lise türü üretildi. Anlamı itibariyle, her lisenin temel bir eğitim vermesi gerekirken, bu kavram dershanelerden dönme liselere bahşedilmişti. “Temel lise, dönüşüm programına alınan ve dershaneden özel okula (liseye) dönüşecek kurumlar” olarak isimlendirildi. Yönetmelikte temel lise tanımıyla ilgili ifade ise şöyle geçirildi: Temel lise, “Dönüşüm programına alınan kurumların kurucuları tarafından açılan ve faaliyetleri 2018-2019 eğitim öğretim yılının sonuna kadar devam eden ortaöğretim özel okulları”dır.
Dershane eğitimi ile okul eğitiminin eğitimsel değeri; yönelinen amaçlar, uyguladığı yöntemler, eğitimin sürecinin özgün karakteri, başarının ölçülmesi ve değerlendirilmesi açılarından birbirinden çok farklıdır. Dershane eğitimi kâr amaçlı, rekabetçi, kısa vadeci, dar pratikçidir. Okul eğitimi, öğrencilerin öğrenme ihtiyacına odaklı, dayanışmacı/kolektif, uzun vadeli ve teori ve pratiği dengelemesi gereken bir eğitimdir. Bu nedenle dershaneler bir gecede liselere dönüşemez; bu ancak kağıt üzerinde kalır. Kâr amaçlı, kısa vadeli çalışan, rekabetin kışkırtıldığı, eğitimin değerinin testte bir sorunun daha yapılmasına indirgendiği bir eğitim lise eğitimine indirgenemezdi. Bugünlerde temel liselere giden velilere, dershanecilik mesajları veriliyor ve deniliyor ki; çocuklarınızın okul başarısı neredeyse garanti (!) ve ek olarak üniversite sınavına odaklanmış sıkı bir dershane eğitimi var ve ekleniyor bir okulculuktan anlamayız; bir süre biz bildiğimiz işi yapacağız.
“Dershanelerin kapatılması” salt bir söylemdi; gerçekte dershaneler işlevsel olarak ortadan kaldırılmadı. Dershaneleri doğuran koşullar ortadan kaldırılmadığı için, özel ya da resmi tüm okullar, ne yazık ki dershaneye dönüştürülmek üzere. Dershane kapitalistleri kuşkusuz bu süreçten zarar görecekler, kısa süreli, vur-kaç niteliğindeki dershane eğitimlerinin riski düşük, kâr oranları ise çok yüksektir! Özel okulculuk ise yine kârlı olsa da daha büyük sorumluklar gerektiriyor. Özel okulculuk açısından, 8 yıllık temel eğitim de yok artık, eğitim 4+4+4’lük üç parçaya da hazır bölünmüş durumda, yani eğitimde özel okul sermayesini rahatlatan kısa ve esnek bir yapılanmaya gidilmiş durumda. Özel okullar daha ne istesin ki? Oysa emekçiler ve ezilenler açısından görünen şudur: Devlet, kendi okullarından vazgeçmiş, özel okulculuğu güçlendirmeye çalışıyor.
Bugünlerde, çocuğunu en azından lise son ya da lise 3’te iyi bir temel liseye verip, tüm sorumluluğu okula bırakarak, vicdanını rahat ettirmek isteyen emeğin orta katmanlarından veliler arayış içindeler. Aralarındaki rekabet de şaşırtıcı boyutta! Görece iyi dershaneler, velileri “kontenjanlar doldu, dolacak diye” baskı altına alıyorlar. Rekabetçiliğe bakın ki, bir öğrenci bir dershaneye (temel liseye) kayıt yaptırdığı halde yan sırada oturan arkadaşına bunu söylemiyor: Alın size rekabet! Çünkü artık yan sıra oturan arkadaşı değil, müstakbel rakibi! Veliler, “ama ne yapalım zaten dershanelere çok para veriyorduk, şimdi çocuk dershaneye gitmek zorunda kalmadan, temel lisede ‘gereksiz’ okul eğitimini alacak, geri kalan zamanında da test çözecek” diye düşünüyor. Peki ya “çocuğunuzun insanlaşması ve özgürleşmesi” dendiğinde “aman canım, bir üniversiteye girsin de sonra onun gereğine bakarız” diyor ve çocuklarını bu acımasız rekabetçi çarkın içinde elleriyle, üstelik yıllık 20 bin Tl.yi aşan fiyatlarla “yeni” dershanelere veriyorlar. Bu işin bir olumlu yanı daha var orta ve üst gelirli veliler için; temel liselerde parası olan, rekabetçi, başarılı, iyi beslenmiş, sağlıklı çocuklar var. “Yaşasın steril yaşam!”
Temel liseler, böylece sınıfsal, toplumsal ve kültürel ayrışmaya yol açıyor. Oysa eğitim, farklı kozalardan çıkan, farklı derelerden gelen farklı çocukların müşterek alanlarından birisi. Birbirlerini bu ortak alanlarda tanıyacaklar. Acı ve mutluluklarını bu eğitim denilen sosyal ve politik mekânlarda da tanıyacaklar. Belki de özgür ve eşit Türkiye için birlikte mücadele edecekler. Ama egemenlerin tavrı belli! Böl ve yönet! Ayrıştır; kutuplaştır ve yönet! Zaman ise, müşterek alanlarımızı korumamızı gerektiriyor.
Peki, bu arada devlet liselerinde neler oluyor? Temel liselere kaçabilenlerin ardından devlet liselerinde gerek bu kaçışı durdurmak ve gerekse kaçışın hemen ardından gelebilecek ve önümüzdeki öğretim yılında uygulamaya konulabilecek öğretmen istihdamında olabilecek gelişmeler hakkında ne düşünüyorlar?
AKP, “dershaneler kapatılacak” dediğinde, eleştirel eğitim bilimcilerin aklına gelen ilk şey, devlet okullarının dershaneye dönüştürülmesi riski idi. Bu risk özellikle, “ayrıcalıklı devlet okulları” için geçerli idi. Çünkü bu okullardaki veli profili, bir miktar özveri ile çocuklarını özel okullara ya da lise düzeyinde temel liselere götürmek olasılığına karşılık veriyordu. Çünkü bu evler, az çocuklu, hayatın büyük ölçüde “çocuk merkezli” yürüdüğü orta ve üst gelir grubu ailelerin, “kısaca orta sınıfların” olduğu mekânlardı.
Şimdi kendimizi okulların yerine koyalım. Okul müdürleri ve öğretmenler ne yapacaklar? AKP’nin çok istediği, özel okullarla nasıl rekabet edecekler de eğitimin niteliğini yükseltecekler (!) Nitelik yüksekliği, ne var ki sınavda yüksek başarı anlamına geliyor! Yoksa çocukların ve gençlerin güzel ve etkili konuşmaları, dünya ve Türkiye’nin sorunlarını duyarlı/eleştirel bir diyalog yürüterek tartışabilmeleri, şiir ve roman okumaları, iyi filmleri tanımaları, arkadaşlarıyla kardeşçe, barışçıl ve dayanışmacı ilişkiler kurmaları, kolektif çalışabilmeleri, cinsiyetçi, homofobik ve ırk ayrımcı olmamaları, hak ve adaletten yana, özgürlüklerden yana, doğadan yana birer özne olmaları anlamına gelmiyor. Şu merkezi sınavlar var ya! Varsa yoksa bu sınavlardan yüksek puan almak, az sayıdaki iyi üniversiteden birine yerleşmek, iş bulmak ve yüksek gelir elde etmek. Böylece geleceğin metalarından daha çok yararlanmanın zeminini yaratmak! Peki devlet okulları öğrencileri okulda tutmak için, çocukları ve gençleri özgürleştirecek kazanımlara mı yönlendirecekler?
İstanbul’da bir okul var, bunu yapmaya çalışıyor; verili koşulların kısıtlılığı içinde! Ne mi yapıyor? Burası bir lise, son sınıf öğrencilerinin neredeyse tamamı temel liselere geçmek için hazırlanırken, okul müdürü ve yardımcıları inisiyatif alarak, öğretmenlerle, öğrencilerle ve velilerle görüşüyorlar. Temel liselere yönelimin parasal ve insani bedelini anlatıyorlar: Liselerinden ayrılmamaları karşılığında öğrencilerin ve velilerin beklentilerini öğreniyorlar. Okulun bileşenleri arasında, ortak ihtiyaca yönelik eleştirel ve geliştirici bir diyalog gelişiyor. Okulda deneyimli öğretmenler var; çocuklar ve veliler de daha çok çaba harcadığında, üstelik öğrencilerin, sınava odaklı olarak eksik bilgilerini tamamlayan, test çözmeye yönelik ek kurslarla görev alan hem iyi bir okul eğitiminin hem de “dershane benzeri ek kurslarla” sınava yönelik eğitimin verilebileceği konusunda birbirlerini ikna ediyorlar. Ancak bu okulların sayısı çok az, tek tük okul bunu başarabiliyor.
Eğitim sınav odaklı olduğu sürece, önce, orta ve üst gelirli öğrencilerin devlet okullarından/liselerinden özel okullara kaçışı sağlanacaktır. Ardından gelen ise devlet okullarının bu okullarla acımasız bir biçimde rekabet edebilmesi için dershaneleşmesinin koşulları oluşturulacaktır. Okulların, öğretmenlerin ve öğrencilerin birbirleri arasındaki acımasız rekabeti, okulları barış ve özgürleşme alanı olmakta çıkarıp adeta savaş alanına dönüştürebilecektir. Yukarıdaki okul örneğinde olduğu gibi, şimdilik iyi niyetli çaba, okulların rutin dershaneleşmesinin yolunu da açacaktır.
7 Haziran 2015 genel seçimlerinin ardından, önümüzde siyaseten yeni bir sahne ortaya çıktı. AKP iktidarı geriletildi. AKP’nin dayattığı ‘sözde istikrar ve huzur’ dönemi bitti. Artık okulları yeniden düşünmemiz gerekiyor!
Okullara ilişkin düşüncelerimizi genişletip derinleştirebileceğimiz bir yol ve bir perspektif var. Bunu bize insanlığın biriktirdiği ortaklaşa bilgi ve deneyimler sunuyor. Her çocuk ve genç, kendi potansiyelini geliştirmek ve insanlığın bilgi ve deneyimi olarak ortak mirasını paylaşma hakkına sahiptir. Herkes okullarda ve toplumda demokrasi, katılım ve öncülük aracılığıyla tüm potansiyelini ve kapasitesini geliştirebilme hakkına sahiptir. Öğrencilerin, öğretmenlerin, insanlığın ve doğanın özenle beslenebileceği bir toplumda yaşama hakkının olduğu bir perspektife yönelmek zorundayız. Bunun sırrı da, Rosa Luxemburg’un sözlerindeki “ya barbarlık ya sosyalizm” tümcesinde saklı! Bu sözler, 21. Yüzyılda sosyalist bir demokrasi fikrinin güçlenmesi ile yoğunlaşıp maddi bir güce dönüşebilir.
[1] Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi, Eğitim Yönetimi ve Politikası Bölümü Öğretim Üyesi.