MUSTAFA DURMUŞ – Diğer Yazıları
İşçilerin grevini erteleyen devlet, kayıp kaçak bedellerini halka ödettirerek sermayeye destek çıkıyor…
Bugün ortaya çıkan iki gelişme içinde yaşadığımız ve birçoğumuzun “baba” olarak gördüğü devletin nasıl bir baba olduğunu bir kez daha sorgulamamıza yol açtı. Bu gelişmelerden ilki, Birleşik Metal İş Sendikası’nın tanımladığı gibi, işçi haklarına bir darbe niteliğinde. Zira Bakanlar Kurulu, şimdilik iki ay süre ile grev kararının uygulanmasını erteledi ve bunu her nasılsa milli güvenliği tehdit ettiği gerekçesiyle yaptı. Diğer iki sarı sendikanın işverenin dayattığı koşullara evet dediği bir dönemde, işçilerin hak mücadelelerinin yükseltilmesi ve bu mücadelenin başka sektörlere de yayılmasını sağlaması muhtemel olan böyle bir grevin ertelenmesi sarı sendikaları olduğu kadar, sermayeyi da rahatlattı.
İkinci gelişme, yine sermaye için bir rahatlama ya da destek niteliğinde: Elektrik kullanımındaki kayıp ve kaçak bedellerinin tüketicilerin faturalarına yansıtılmasını içeren kanun tasarısı. Yani Hükümet hazırladığı “Enerji Piyasası Kanunu ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkındaki Kanun” ile Yargıtay’ın tüketici lehine vermiş olduğu kararın uygulanmasını imkânsız hale getiriyor.
Bilindiği gibi bir süredir, elektrik faturalarına, tüketicinin bizzat kendisi kayıp ve kaçağa neden olsun ya da olmasın, bir kayıp- kaçak bedeli yansıtılıyordu. Yargıtay aldığı bir karar ile bunun hukuksuz olduğunu açıkladı ve tüketiciler yaptıkları bireysel başvurularla bu ödedikleri paraları geri almaya başladılar. Bu tasarı yasalaştığında artık bu ilave ödemeler için tüketici hakem heyetlerine başvurulamayacağı gibi, bu haksız tahsilâtlarla ilgili dava da açılamayacak ve milyonlarca tüketici, büyük bir kısmı da hiçbir sorumluluğu olmaksızın, elektrik kayıp ve kaçağın bedelini ödemek zorunda kalacak.
Konuyu “canım G. Doğu’da Kürtler kaçak elektrik kullanıyor, bedelini bizler ödüyoruz !” biçimindeki basit ama bir o kadar da şoven- ötekileştirici” bakış açısından kurtaralım ve bilimsel argümanlarla bu tasarının emekçiler ve halkımız için, bir o kadar da sermaye için ne anlama geldiğini sorgulayalım. Zira böyle bir bakış halkları sadece birbirine düşman etmeye yarar. Kaldı ki ülkenin Doğusu ile Batısında kişi başına düşen gelirin ilki aleyhine olmak üzere en az üç kat düşük olmasının, yoksulluğun bu bölgede % 60’lara kadar varmasının nedenlerini tartışmadan, bu bölgedeki elektrik kaçağının yüksekliğini tartışmanın anlamlı ve adil bir yanı da mevcut değildir.
İlk olarak, bu tasarıyı hazırlayanlar şu sorunun yanıtını vermelidirler: Madem ekonomi sorunsuz büyümeye devam ediyor ve milyarlarca dolarlık yeni projelerin gerçekleştirilmesi planlanıyor, mademki ülkeyi ve beyinlerimizi teslim ettiğimiz özel piyasalar bu kadar mükemmel işliyor, neden yasa ile bu piyasaların işleyişine müdahale ediyorsunuz?
Benimsediğiniz ana akım ideolojiye göre, kapitalist ekonomi rasyoneldir, etkindir ve yatırımcılar kararlarını rasyonel olarak verirler. Elektrik dağıtım ihalelerine girerken bu dağıtım şirketleri nasıl bir kayıp – kaçak olduğunu bilmiyorlar mıydı? Biliyorlardı ve ona göre teklif verdiler ve işi aldılar. Neden devlet olarak araya giriyorsunuz? Hani serbest piyasa mekanizması vardı, hani devletin ekonomiye müdahaleleri minimumda tutulacaktı? Bu sözleşmelerde devletin daha önce verdiği bir sözü mü var? Böyle ise ve bu sözü tutmak için bu tasarı hazırlandıysa, neden halka verilen ve kısaca 3Y olarak özetleyebileceğimiz sözlerden cayıldı?
Ayrıca, kayıp ve kaçağın ne kadar olduğu nasıl hesaplanmaktadır? Devlet yapılan bu hesaplara güveniyor mu? Bu miktarın abartılarak tam bir soyguna dönmesi nasıl engellenecektir?
İkinci olarak, bu tasarı kapitalizmin düzenlenmiş hali olarak sosyal demokratların da göklere çıkarttığı biçiminin de aslında, diğerinden esasta farklı olmadığını gösteriyor. Yani “Regülasyon Teorisine” göre, elektrik, doğal gaz, içme suyu ve atık su yönetimi, ulaştırma ve telekomünikasyon gibi “doğal tekel” olarak nitelenen sektörler özel sektöre bırakılabilir. Ama bunun koşulu bu sanayilerin regüle edilmesi, yani düzenlenmesi ve denetlenmesidir. Prof. Chang regülasyonu, “devletin özel sektörün neyi yapıp, neyi yapmayacağını belirlemesi ve özel sektörün kamu yararı ile çatışan eylemlerine izin vermemesi” olarak tanımlıyor. Bunun temel aracı, mevzuat ve yasalarla konulmuş denetlemeleri ve yasakları uygulayan Elektrik Piyasası Denetleme Kurulu (EPDK) gibi regülatör kuruluşlar. Bu yasa tasarısı ile bu kuruluşları iyice etkisizleştiriliyor.
Kaldı ki bir başka teoriye göre (Ele Geçirme Teorisi-Capture Theory- Stigler, Posner, Peltzman) , üreticiler ve diğer çıkar grupları regülatör kuruluşu ele geçirebilmekte ve kendi menfaatleri için kullanabilmektedirler. Bu kurumlarda çalışan üst düzey yöneticilerinden bazılarının, kurumdan emekli olduktan sonra, ya da hali hazırda çalışırken örtülü olarak, sektörün ileri gelen şirketlerinde üst düzey yönetici olarak görev almaları bunun bir kanıtıdır.
Günümüzde artık “lobicilik” faaliyetlerinin yerini giderek doğrudan “içeri sızma faaliyetleri” alıyor. Özel şirketler ile devlet arasında bir çeşit döner kapı oluşturuluyor ve bu şirketler eski bakanları ve üst düzey kamu görevlilerini istihdam ederek artık devletin bizzat içine yerleşiyorlar. Bu gerçek bir içeri sızma durumudur. Bu süreci kolaylaştıran şeylerin başında taşeronluk uygulaması geliyor. Böylece çeşitli sermaye grupları, giderek otomatik bir biçimde devletin bir parçası haline geliyorlar. Böylece de kanunların hazırlanmasında ve sektöre ilişkin politikaların tasarlanmasında çok önemli bir aktör haline geliyorlar.
Üçüncü olarak, yaygın inancın aksine, özellikle son 20 yıldır, gelişmişinden, en az gelişmişine kadar dünya çapında kök salan, hatta Çin gibi devlet kapitalizmi uygulayan ülkelerin hükümetleri üzerinde egemenlik kuran neo liberalizm, devletin rolünü ‘bırakınız yapsınların’ gece bekçiliğini yapan bir konuma indirgemek niyetlisi değildir. Tam tersine bu ideolojiye göre, devlet piyasaların işleyebilmesinin koşullarını yaratmalı, onları korumalı ve kollamalıdır. Bu bağlamda hükümetler/devletler vatandaşlarının değil, piyasaların ve büyük sermayenin çıkarlarını açık ya da gizli bir biçimde kollanmasını üstlenmişlerdir.
Bu süreçte artık piyasanın kendisi bir nihai amaca dönüşmüştür. Hem ekonomik hem de kültürel değerler piyasa süreçlerinde belirlenmektedir. Bu bağlamda neo liberalizm bir iktisat teorisi olmanın çok ötesinde bir şeydir. Neo liberalizm bir kez yerleştiğinde toplumun giderek daha fazla veçhesini sermaye- piyasa çatısı altında bütünleyen ve bunları sadece bir nihai amaç olarak var eden bir sistem haline gelir.
Özcesi en popüler biçimiyle neo liberal ekonomi kendisini piyasaları korumaya adamış olan güçlü bir devletin varlığını gerektiriyor. Bu devlet, sermayeye karşı oluşabilecek engelleri yok etmeli ve riski bütünüyle ortadan kaldıracak, altyapı sistemlerini, yasalar gibi, oluşturmalıdır.
Oysa su, elektrik ve doğal gaz gibi hizmetler nitelikleri gereği hem ülke ekonomisi hem de insan ve toplum refahı açısından vazgeçilemezdirler. Yani, bu tür hizmetler kamu yararı ile doğrudan ilişkilidir. Keza bu hizmetlerin ücretsiz ya da olabildiğince düşük bedellerle, ama belli bir kalite ile sunulması mevcut gelir ve servet dağılımı eşitsizliğini ve adaletsizliğini azaltabilir. Diğer taraftan, özel sektörün kârı amaçlayan faaliyetleri ile halkın çıkarlarının uzlaşması mümkün değildir. Ayrıca elektrik gibi sektörler aşırı tekel fiyatlaması biçimindeki tekel sömürüsünün en net biçimde ortaya çıktığı sektörlerdendir. Bu nedenlerden dolayı zaten aşırı yüksek elektrik faturalarını, kayıp kaçak bedeli ile daha da yükseltmek elektrik dağım tekellerinin sömürüsünü artırarak sürdürmesine yol açacaktır. Çözüm bu sektörlerde acilen gerçek kamulaştırmalara (toplumsallaştırma) gitmektir.