Meriç GÖK yazdı: “Beckett kimdi? O tuhaflığı, imalara düşkünlüğü, müzmin sükûtiliği/suskunluğu dışında nasıl bir insandı, bu başına buyruk İrlandalı? Yaşamı boyunca gerçekten apolitik biri miydi sözgelimi?”
Abdurrahman Karadeniz’e
(Uzun bir aradan sonra bana yeniden Beckett’i hatırlattığı için.)
Samuel Beckett 1969’da Nobel ödülünü aldığında apolitik bir yazar olarak kabul ediliyordu. Olsa olsa metafizik bulanıklık, bir parça Varoluşçuluk, kimi şifreler, belli belirsiz imalarla en derin insani mevzulara yaklaşan biriydi o. Uzun süre böyle okundu Beckett. 1969 yılına ait Wochenschau’nun (haftalık haber programı) haber filminde sanki etrafındaki gürültü patırtının kendisiyle hiç ilgisi yokmuş gibi birkaç saniye hiç konuşmadan o her zamanki tekinsiz, delici bakışlarıyla baktığını görürüz onun. Medya onu Tunus’ta sıradan bir otel odasında bulmuştur. Stockholm’deki ödül törenine katılmaz Beckett. Ödül olarak verilen paradan kendisine bir telefon alır, kalanını bağışlar.
Godot’daki gibi “Neyse odur insan.” diyelim ama, Beckett kimdi? O tuhaflığı, imalara düşkünlüğü, müzmin sükûtiliği/suskunluğu dışında nasıl bir insandı, bu başına buyruk İrlandalı? Yaşamı boyunca gerçekten apolitik biri miydi sözgelimi?
Bu tür soruların yanıtını otuz yıla yakın bir süre onun çalışmalarını araştıran, önde gelen bir Beckett biyografı ve onun yirmi yıllık arkadaşı olan ve Reading’de Beckett arşivini kuran James Knowlson’un kaleme aldığı ve ancak onun ölümünden (1989) yaklaşık altı yıl sonra yayınlanan yaşamöyküsünden öğrenmeye başlıyoruz. Bu kitap, Alman dilinde 2001 yılının sonunda Shurkamp tarafından “Samuel Beckett- Bir Biyografi” adıyla yayınlanır. Ardından 2011 yılında, onun Almanya gezisi sırasında tutmuş olduğu altı defter dolusu günlüğü “German Diaries 1936-1937” (Alman Günlükleri 1936-1937) adıyla İngilizce olarak yayınlanır. ( Bu kitabın Almancası 2022 yılında Shurkamp tarafından yayınlanacaktır.) Ayrıntılarını ancak bu günlükler sayesinde öğrendiğimiz Beckett’in Nazi Almanyası’na yaptığı bu gezi, onun Almanya’yı yaşayarak öğreneceği; başka bir anlatımla kendisinin siyasal, sanatsal ve kültürel bakımdan gelişmesine ve biçimlenmesine büyük katkı yapan, denilebilirse, tam bir eğitim gezisi olacaktır.
1936 Ekim’inde Nazi döneminin ortasında, Hamburg’da başladığı bu Almanya gezisinden kısa bir süre önce hem babasının, hem de ilk gençlik aşkı olan Kassel’de yaşayan kuzeni Peggy Sinclair’in – onu görmek için daha önce de birkaç kez Almanya’ya gelmişti – peş peşe ölmüş olmaları nedeniyle çektiği acıya, yolculuğu sırasında bir de sağlık sorunları eklenmişti. Ayrıca yazın dünyasında kendisine iyi bir yer kazandıracağını umduğu üçüncü romanı Murphy’i de hâlâ yayımlatamamıştır. Mali bakımdan tümüyle annesine bağımlı olan yazar, bu yüzden onun ta rafından sürekli kınanmaktadır. İşte bu koşullarda Almanya’ya yaptığı bu gezi, belki de onun için birçok bakımdan hoş bir değişiklik olacaktı. Daha önceki gidiş gelişlerinden Beckett’in, sadece kuzenine değil, aynı zamanda Almanya’ya da âşık olduğu anlaşılıyor: diline, şiirine, sanatına, felsefesine, müziğine. Bununla birlikte 30’lu yılların bu ülke için olabilecek en kötü zaman olduğu da bir başka önemli gerçekliktir. Sanatçılara zulmediliyor ve yabancı turistler adım adım izleniyordu. Beckett bunu mutlaka sezmiş olmalı; bu nedenle yaklaşık altı aylık sürede tuttuğu günlüklerinde çok açık yorumlamalardan kaçınmıştır.
Hamburg’un ardından önce Berlin’i, sonra Dresden, Leipzig ve Weimar’ı ziyaret eden Beckett, 9 Şubat 1937’de Bamberg’e geldiğinde gecenin geç saatleridir. Tren istasyonundan doğru Adolf Hitler caddesine gider ve orada gezi rehberi Baedecker’in tavsiye ettiği “Drei Kronen” otelinde kalır. Beckett ertesi gün yanında bulunan defterlerinden birine küçük harflerle şu notu düşer: “Güzel Bamberg’e bakış.” Ardından bir “köylü omleti” yer ve geleneksel bir lokal olan “Schlenkerla”da “Rauchbier” (tütsülenmiş maltla yapılan, tütsü lezzetli özel bir bira) içer. Ve görmeye değer yerleri gezer: Katedraldeki ünlü atlı heykelini, Residenz sarayını. O zamanlar otuz yaşında olan yazar, yukarı Frankların piskopos şehri olan Bamberg’de kısa süre kaldıktan sonra, Nürnberg ve Regensburg’a uğrayarak sonunda Münih’te noktalayacağı birkaç haftalık Bavyera gezisine başlar.
Mart 1937’de Münih’e geldiğinde artık beş aydır Almanya’dadır. Münih’ten ayrılmadan kısa bir süre önce günlüğüne yazdıkları bir hayli sarsıcıdır:
“Duygusuzluk ve melankoli. Burada bir şey yok. Önümde yaşlılık ve çirkinlikten, ardımda ise keder ve pişmanlıktan başka bir şey yok.”
Bununla birlikte Beckett’in Münih’te Cabare Benz’de izlediği ünlü Alman kabare oyuncuları Karl Valentin ile Liesl Karlstadt’tan çok etkilendiği de açıktır. Valentin için “Mükemmel bir komedyen– depresyonu ter atarak sağaltıyor.” diye yazar. Onun ancak Almanya gezisinden sonra sanatsal biçimini alacak olan yapıtlarında Almanya imgelerinin izleri seçilebilir. Bu iki kabare oyuncusunun arasındaki tartışmasız absürd/saçma diyalog biçiminin, aslında iletişimsizliğin yankıları/izleri onun sonraki yapıtlarında çok belirgindir. Sonuç olarak Beckett’in Almanya yolculuğu ve Münih’teki karanlık günler, onun ileride geliştireceği yeni, radikal yazını için bir tür kuluçka dönemi sayılabilir.
Günlüklerinde sürekli müze ziyaretlerine göndermelerde bulunur; zira Beckett büyük bir sanat aşığıydı. Knowlson’un sözleriyle “Tek bir resmin önünde bir saat kadar vakit geçirebilirdi… [Resimlerin] formlarının ve renklerinin tadını çıkararak, onları okuyarak, en ince ayrıntısını özümleyerek …” Müzelerde Nazilerce “yozlaşmış” sayılan resimleri inceledi – o sırada buna sadece kısa bir süre için hâlâ izin veriliyordu. Beckett iyi derecede Almanca konuşabiliyordu; Goethe, Schopenhauer ve Hölderlin’i orijinalinden okuyabilmek için kendi kendine Almanca öğrenmişti.
1936’dan 1937’ye kadar Beckett Hitler Almanya’sında tam altı ay dolaştı. Orada artık iyiden iyiye tüm ülkeyi saran “faşizmi kendi deneyimiyle” öğrenmişti. Giderek artan anti-semitizmden, Nazi sansüründen ve Hitler’in uzun, kulağı tırmalayıcı tiz sesinden hiç hoşlanmadığını ve bıktığını yazar günlüğüne. Beckett’in günlüklerini yayına hazırlayan karşılaştırmalı edebiyat bilimcisi, Beckett vakfının müdür yardımcısı Oliver Lubrich de hazırladığı kitap hakkında bilgi verirken Beckett’in günlüklerinde “ tüm propagandasıyla, kendisini sahnelemesi/göstermesi ve aldatıcı düzeniyle iktidarını pekiştirmekte olan faşizme siyasi açıdan keskin bir bakış”ı olduğunu belirtiyor. Beckett altı ay sonra, denilebilirse, bu faşizm laboratuvarı deneyimini iğrenerek sonlandırır ve İrlanda’ya geri döner. “Bu‘tarihsel gereklilik’ ve ‘Alman kaderi’ ifadelerinden artık kusacağım.”
Beckett savaşa katılıyor
1940 yılında Naziler Fransa’yı işgal eder. Beckett o sırada Dublin’de güvende ve rahatı yerindedir. Fakat o ne yapar? Paris’e gider. Savaşın tam merkezine, Lubrich’in deyimiyle yine bir “aşırı durum” içine. “Nazi Almanyası’nda geçirdiği ayların bu kararının temelini atmış olduğunu” düşünüyordu Lubrich. Beckett, Paris’te Direniş saflarına katılır. İlk arkadaşları kaybolmuşlardır. Kaybolanlardan biri de, en sevdiği yoldaşlarından biri olan, ‘melek gibi’ denilen Alfred Peron’dur. Beckett Paris’te kalır. Onunla ilgili resmi tarih yazımı/anlatımı burada kesilir. Yıllar sonra Beckett’in Direniş saflarında yer aldığı öğrenilir. Paris’teki Direniş hücresinin adı Gloria’dır. Fakat bir süre sonra hücre, Gestapo’ya ihbar edilir. Hepsi yakalanır ve sınır dışı edilir; sadece iki kişi Gestapo’nun elinden son anda kurtulur: Beckett ile hayat arkadaşı Suzanne. İkisi birlikte Güney Fransa’ya kaçarlar.
Ünlü yönetmen George Tabori, 1984 yılında Münih Oda Sahnesinde “Godot’yu Beklerken”i sahnelerken Beckett ile tanışır. O her zaman olduğu gibi sessizdir. Tabori ona Direnişe katılıp katılmadığını sorduğunu söyler. Ondan hiç yanıt alamaz. Tabori iki Nazinin öldürüldüğü ve birinin de ağır yaralandığı bir eylemi bilip bilmediğini sorar. Beckett’ten yine hiç yanıt alamaz. Bunun üzerine Güney Fransa’ya gitmek için üç iyi neden olup olmadığını sorar. Beckett bu kez sadece başını sallar. Ancak bu hikâye bugüne kadar doğrulanmamış; yani Beckett’in hücresinin Nazilere karşı silahlı bir eylem yapıp yapmadığı belirsiz kalmıştır.
Gerçek şu ki hücre arkadaşlarının yakalanması üzerine Beckett ile Suzanne Vaucluse’da küçük bir kasabaya , Roussilon’a kaçarlar. Beckett biyografı James Knowlson 2014 yılında “Independent”te bu kaçışın nasıl olduğunu ayrıntılarıyla anlatırken büyük olasılıkla muhbirin kim olduğuna da değinir. Knowlson’un araştırmasına göre Vaucluse’da, kendisine üzüm bağlarında çalışan bir tarım emekçisi görünümü veren Becett, aslında direnişçilerin bir silah deposunun sorumluluğunu üstlenir. Beckett’in bu dönemdeki komutanı, “Beckett hakkında çok şey söylenebilir; ancak konuşkan olduğu asla.” diyor.
Beckett savaştan sonra iki Fransız madalyası alır: Bunlardan biri “Altın Yıldız Askeri Haç Madalyası” diğeri ise “ Direniş Madalyası”dır. İkincisinin sadece Nazilere karşı Direniş savaşında olağanüstü hizmet göstermiş olanlara verildiği bilinmektedir.
Beckett asla büyük bir dava için mücadele etmediğini, Fransa için de mücadele etmediğini söylemiştir sadece. O, dediğine göre, yaptığı her şeyi kendisine yakın olan insanlar için yapmıştır.
Beckett faşizme karşı direnirken 1937 yılından sonraki tüm yapıtları gibi “Godot” da yeniden okunabilir. Böylelikle belki de sahnede görünenin, “iki adamın sahne üzerinde hiç gelmeyecek olan bir üçüncüsünü bekleme”sinin çok ötesinde, Varolmanın Varoluşsal anlamı sorununu yeniden düşüneceğiz¸ fakat her ne olursa olsun oyun bize kesinlikle sıkıcı gelmeyecektir.
Not: Yazıda kaynak olarak özellikle Almanya Radyosu ( Deutschlandfunk); Bavyera Radyosu (BR) ve İsviçre Radyo Televizyonu (SRF) arşivlerinden yararlanılmıştır.