Ertuğrul KÜRKÇÜ yazdı – Ne zaman darda kalsak, dönüp Sovyetleri Kışlık Saray’a götüren 7 Kasım’daki ayak izlerine, onların gösterdiği istikamete bakacağız.
“İkinci Bütün-Rusya İşçi ve Asker Sovyetleri Temsilcileri Kongresi açıldı […] İşçi, asker ve köylülerin büyük çoğunluğunun iradesine ve Petrograd’daki işçilerin ve garnizonun muzaffer ayaklanmasına dayanan Kongre iktidarı kendi ellerine alıyor.
“Geçici Hükümet devrildi. Geçici Hükümet üyelerinin çoğunluğu tutuklandı.
“Sovyet Hükümeti bütün uluslara acil demokratik barış ve bütün cephelerde derhal silah bırakışma önerecektir. Toprak sahiplerinin, Çarlığın ve kiliselerin topraklarının tazminatsız olarak köylü komitelerine devrini sağlayacaktır; orduya tam demokrasi getirerek askerlerin haklarını koruma altına alacaktır; üretimde işçi denetimi sağlayacaktır; Kurucu Meclis’in öngörülen tarihte toplanmasını sağlayacaktır; kentlere ekmek ve köylere zorunlu ihtiyaçlarını temin edecektir; Rusya’da yaşayan bütün milletlere gerçekten kendi kaderini tayin hakkını güvence altına alacaktır.
“Kongre kararıyla, yerellerde bütün iktidar gerçek devrimci düzeni güvence altına alacak olan İşçi, Asker ve Köylü Sovyetleri’ne geçecektir.
“Kongre siperlerdeki askerleri azim ve sebatla görevlerinin başında kalmaya çağırıyor. Sovyetler Kongresi doğrudan doğruya bütün halklara yönelteceği barış çağrısı sonuca ulaşıncaya kadar devrimci ordunun devrimi emperyalist saldırılara karşı savunacağından emindir. Yeni hükümet, devrimci ordunun tüm ihtiyaçlarını karşılamak üzere mülk sahibi sınıflara yönelik kararlı vergilendirme ve el koyma politikalarıyla elinden gelen her şeyi yapacak ve ayrıca asker ailelerinin geçim koşullarını iyileştirecektir.
“[…] Askerler, Kornilofçu Kerenskiy’e aktif olarak karşı koyun. Tetikte olun!
“Demiryolu işçileri, Kerenskiy’in Petrograd üzerine gönderdiği asker taşıyan bütün trenleri durdurun!
“Askerler, işçiler ve çalışanlar, devrimin ve demokratik barışın kaderi ellerinizdedir.
“Yaşasın devrim!”1
Dünyanın ilk muzaffer sosyalist devrimi, İkinci Büyük Rusya Sovyetler Kongresi’nin 7 Kasım 1917’de “İşçi, Asker ve Köylülere” seslendiği bu yalın, sade ve açık duyuruyla başlamıştı. Devrim Rusya’nın geniş köylü yığınları ile işçi ve köylülerden oluşan askerlere ve sanayi işçilerine toprak, barış, işçi denetimi ve demokrasi vaat etmişti ama vaatlerin tam olarak gerçekleşmesi için 74 yıl yetmeyecekti. Son Sovyetler Birliği Cumhurbaşkanı Mihayil Gorbaçev 25 Aralık 1991’de yetkilerini Rusya’da “kapitalizme dönüş” vaadiyle iktidara yükselen Boris Yeltsin’e devretti. Sovyet Devrimi’nin bayrağı aynı akşam 19:32’de son kez Kremlin’den indirildi. Ertesi gün Yüksek Sovyet’in üst meclisi olan Cumhuriyetler Sovyeti, Sovyetler Birliği’nin son bulduğunu resmen ilan etti. 20. yüzyılın en büyük insani atılımının kapitalizmin uzun tarihi içinde açtığı bu istisnai parantez yüzyıl sona ermeden kapanmıştı.
Sovyetler Birliği (SSCB), Birinci Dünya Savaşı biterken ekonomik gelişmede büyük kapitalist devletlerin en gerisinde kalmış, toplumsal dokusu sınıfsal ve ulusal eşitsizliklerle yarılmış ve emperyalist savaşlarla tükenmiş Rusya Çarlığı’nın yıkıntılarının içinden doğdu. 74 yıl sonra Gorbaçev, nükleer cephaneliğin anahtarlarını Yeltsin’e teslim ettiği sırada dahi SSCB dünyanın ikinci büyük nükleer ve sınai gücüydü. Eğitim ve sağlıkta elde ettiği gelişmeler sonucunda yarım yüzyıl içinde dünyanın en iyi eğitilmiş insan gücü kapasitesine sahipti ve üretim ve toplumsal yaşama kadın katılımının en yüksek oranlara ulaştığı ülkeydi. Sovyetler Birliği, açlık ve yoksulluğu yenmeyi, iki dünya savaşının ve bir iç savaşın maddi tahribatını onarmayı başarmış, uzayda hareket halinde ve yıkıcı bir nükleer cephaneliğe sahip bir güç haline gelmişti. Ne var ki, bu maddi temel üzerinde yükselen siyasal rejim ve toplumsal-ekonomik organizasyon 20. yüzyılın en büyük devrimini 21. yüzyıla taşımaya yetmedi.
Modern sosyal devrimler çağının ilk işçi devrimi Paris Komünü 18 Mart-28 Mayıs 1871 arasında yalnızca 72 gün -bir bal arısının ömrü kadar- yaşayabilmişti. Sovyet Devrimiyse yaşamını 74 yıl -günümüzde bir insan ömrü kadar- sürdürebildi. Engels’in Paris Komünü’nün doğasına dair belirlemesi Sovyet Devrimi için haydi haydi geçerli sayılır: “Fransa’nın 1789’dan sonraki iktisadi ve siyasal gelişmesi sonucu, elli yıldan bu yana, Paris’te hiç bir devrim proleter bir niteliğe bürünmeksizin patlak verememiştir; öyle ki, zaferden sonra, onu kanı pahasına satın almış bulunan proletarya, kendi öz istemleri ile sahneye giriyordu. Bu istemler, Paris işçileri tarafından erişmiş bulunan olgunluk derecesine göre, az çok bulanık, hatta karışık idiler; ama, kısacası, hepsi de kapitalistler ile işçiler arasındaki karşıtlığın ortadan kaldırılmasını gözetiyorlardı. Bu işin nasıl yapılacağı ise, doğrusunu söylemek gerekirse, bilinmiyordu. Ama, henüz biçimi içinde ne kadar belirsiz olursa olsun, isteğin kendisi, tek başına, kurulu toplumsal düzen için bir tehlike içeriyordu; bu istemi ileri süren işçiler henüz silahlı idiler; öyleyse iktidarda bulunan burjuvalar için, işçilerin silahsızlandırılması birinci görevdi. Bundan ötürü, işçilerin kanı pahasına kazanılmış her devrimden sonra, işçilerin yenilgisi ile sonuçlanan yeni bir savaşım patlak verir.”2
Avrupa’da “Bu işin nasıl yapılacağı”na ilişkin ilk deneyimden çıkan dersleri Engels şöyle özetlemişti: “Başlangıçta toplumun hizmetkarları olan devlet ve devlet organlarının, toplumun efendileri durumuna, önceki tüm rejimlerde kaçınılmaz olan bu dönüşümünü önlemek için, Komün, iki şaşmaz araç kullandı. İlkin, yönetim, adalet ve öğretim işlerindeki bütün görevleri, ilgililerin genel oya dayanan seçim aracıyla istediğini seçmesi, ve elbette, bu aynı ilgililer tarafından her an görevden alınabilmesi ilkesine bağladı. Ve, ikinci olarak, en aşağısından en yükseğine, bütün hizmetlere, öbür işçilerin aldıkları ücretten başka bir karşılık ödemedi. Genel olarak ödediği en yüksek görevli maaşı 6.000 frank idi. Böylece, temsil organlarına gönderilen delegelerin sınırlı yetkileri dışında, mevki ve ikbal avcılığına karşı etkin bir engel konmuş oluyordu. […] Filozofların kafasında devlet, ‘Fikir’in gerçekleşmesi’ ya da Tanrının dünya üzerindeki felsefi dile çevrilmiş saltanatı, sonsuz doğruluk ve adaletin gerçekleştiği ya da gerçekleşeceği alandır. Devlete ve devlete ilişkin her şeye karşı duyulan, ve beşikten beri, tüm toplumun bütün işleri ve bütün ortak çıkarlarının, şimdiye değin olduğundan, yani devlet ve onun gereğince yerleşmiş otoriteleri tarafından çekilip çevrildiklerinden başka türlü çekilip çevrilemeyeceklerini düşünmeye alışıldığı ölçüde kolay yerleşen o haşin ana dayalı saygı da işte buradan gelir. Ve soydan geçme krallığa karşı duyulan güvenden kurtulup da, demokratik cumhuriyet için güven beslemeye başlandığı zaman, son derece gözüpek bir adım atılmış olduğu sanılır. Ama, gerçeklikte, devlet bir sınıfın bir başkası tarafından ezilmesi için bir makineden başka bir şey değildir, ve bu, krallıkta ne kadar böyle ise, demokratik cumhuriyette de o kadar böyledir; bu konuda söylenebilecek en hafif şey, devletin, muzaffer proletaryanın sınıf egemenliği için savaşımda kalıt olarak aldığı, ve tıpkı Komün gibi, en zararlı yönlerini hemen budamaktan kendini alamayacağı bir kötülük olduğudur; yeni ve özgür toplumsal koşullar içinde yetişmiş bir kuşak, bütün bu devlet hurdasını başından savacak bir duruma gelinceye değin.”3
Ekim Devrimi emperyalist zinciri “en zayıf halka”sından kopardı ve “bu hurdanın baştan savılması”nı dünya sosyalist devriminin uluslararası gündemine soktu. 1919’da bir dünya devrimi hedefiyle kurulan Komünist Enternasyonal Tüzüğü, “devletin tam olarak ortadan kaldırılışına geçiş”in koşulu olarak “uluslararası burjuvazinin devrilmesi ve bir uluslararası sovyet cumhuriyetinin kuruluşu”4 hedefini ortaya koymuştu.
Ne var ki, Macaristan ve Almanya devrimlerinin yenilgileri ve İtalya’da konseylerin ezilişi ile birlikte, uluslararası burjuvazinin birleşik saldırıları Ekim Devrimi’ni tarihsel bir açmaz ile karşı karşıya bıraktı: Sovyet idaresi, Paris Komünü ilkelerinin sürdürülebileceği maddi koşullar ve insan kaynağından yoksundu. Lenin bu açmazı şöyle dile getiriyordu: “Başlıca ekonomik güç bizim elimizde. Bütün hayati önemdeki büyük işletmeler, demiryolları vb. bizim elimizde. […] Rusya proleter devletinin elindeki ekonomik güç komünizme geçişi sağlamak açısından oldukça yeterli. Peki olmayan ne? Apaçık ki olmayan şey idari işlevleri icra eden Komünist katmanların kültürü. Bir, Moskova’da sorumlu mevkilerdeki şu 4,700 Komüniste bir de şu azametli bürokratik makineye, şu devasa yığına bakıp bir soralım: Kim kimi yönetiyor acaba? Gerçekten dürüstçe konuşacak olursak bu yığını Komünistlerin yönettiğinin söylenebileceğinden kuşkuluyum. Burada çocukluğumuzda tarih derslerinde bize anlatılanlara benzer bir şey oldu: Zaman olur bir ulus ötekini fetheder, biri fatih öteki fethedilendir. Bu kadarı herkes için yeterince açık ve anlaşılabilir. Peki, bu ulusların kültürlerine ne olur? İşte burada işler o kadar basit değil. Eğer fetheden ulus fethedilenden daha yüksek bir kültüre sahipse kültürünü fethettiğine dayatır, ama tersi olursa fethedilen ulus kültürünü fethedene dayatır. Rusya Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Federasyonu’nda da buna benzer bir şey olmadı mı? Fethettiklerimizin kültürü sefil, bir işe yaramaz ama gene de bizimkinden yüksek. Ne kadar sefil de olsa bizimkilerin yönetsel yetenek yoksunluğundan ötürü, gene de Komünist idarecilerimizinkinden yüksek. […] Bunu kabullenmek hoşa gitmese, çok nahoş da olsa kabullenmeye mecburuz […] Geçtiğimiz yıldan edindiğimiz siyasal ders bu ve mücadele 1922’de bunun etrafında dönecek.”5
Lenin aynı meseleye bir kere daha ve çok daha büyük bir ısrarla “Vasiyet”i olarak bilinen son mektuplarında geri dönecekti. Merkez Komite’de Stalin ile Troçki arasında baş gösteren ihtilafa çare bulmak için uğraşırken Gürcistan sorunu bağlamında çarlığın Sovyet Devleti’ni sarmalayan mirası üzerine şunları yazmıştı: “Birleşmiş bir aygıta ihtiyaç olduğu söyleniyor. Bunun güvencesi nereden geliyordu? Bu güncemin önceki bölümlerinden birinde işaret ettiğim gibi, çarlıktan devraldığımız ve hafifçe Sovyet yağına buladığımız aynı Rus aygıtı değil mi?”6
Lenin 1924’te öldüğünde sorduğu bütün soruların ve ortaya koyduğu meselelerin yanıtları ortada kalmıştı. Sovyet Devrimi sonraki 67 yılda “devlet hurdası”nı başından savmak bir yana, siyasi yaşamını eski “Rus hurdası”nı yeni devlete içererek geçirdi. İşçilerden koparak özerkleşen rejim, küreselleşme çığırı içinde 1991’de hepsi Komünist Partisi’nin ve yüksek bürokrasinin içinden çıkagelmiş Rus oligarkların eline düştüğünde devrimden geriye kalan şeyin başına gelenler Paris Komünü’nün başına gelenlerden temelde çok farklı değildi. İşçiler çoktan silahsızlandırılmış ve örgütsüzleştirilmişlerdi. On yıllardır, ordu, polis ve bürokrasi işçiler tarafından denetleniyor değildi. Kayırmacılık, adaletsizlik, eşitsizlikten duyulan kitlesel bıkkınlık başka her şeyin var olandan daha iyi olabileceğine dair yanılsamayı durmaksızın besler olmuştu.
Ancak, nasıl Komün’ün 72 günü, yaşadığı amansız yenilgiye karşın Ekim Devrimi için derslerle doluyduysa, başını Sovyetler Birliği’nin çektiği 20. yüzyıl devrimleri de yüzyıl dönerken uğradıkları yenilgiye karşın, zamana ve mekana yayılan ve nispeten daha uzun ömürleri içinde insanlığın kurtuluşuna yol gösteren çok değerli deneyimler oluşturdular.
Sovyet Devrimi “Emekçilerin, yoksulların, sıradan insanların, gerçek üreticilerin kendilerini ve bütün dünyayı yönetebileceklerine dair tarihteki en önemli tasavvur ve deneyim”di. Maddeci tarih tezinin doğrulanışıydı: “Kapitalizm sonsuz değildi. Dönüştürülebilir, değiştirilebilir ve burjuva hakimiyeti yıkılabilir, yenilebilirdi […]
“Ekim Devrimi de Paris Komünü gibi tarihin gidişinin tekdüze olmayan ve gerçek üreticiler eliyle düzenlendiğinde insanlar için özgürlük, eşitlik, adalet getirebilen bir süreç olduğu konusunda bize eşsiz bir kanıt sunuyordu. Ekim Devrimi […] tesadüf değil, toplumsal gelişme yasalarının tezahürü olan bir hakikatti. […] Yenilmiş olması ya da günümüze kadar gelen kalıcı başarıların başlangıcı olmamış olması, daha sonra benzer süreçlerin tekrar etmeyeceği anlamına gelmiyor […] o hem emekçi sınıfların devrimci kapasitesine hem de maddeci tarih görüşünün önümüzü aydınlatan perspektifine bir kere daha kanaat getirmemizi sağlayan, insanlığın büyük tarihi içindeki parlak anlardan biridir.”7
Bununla birlikte Ekim Devrimi ve onu takip eden Çin devrimi ve onların temas alanında kalan bütün 20. yüzyıl devrimlerinin (Küba ve Kore dışında) birbirlerinin üzerine çökmelerinin genellik ve kapsayıcılığının dünya tarihi bağlamında bir açıklamayı gereksindiği ortada. Öte yandan maddeci tarih anlayışının bu açıklama ihtiyacını gidermeye devam edip etmediğinin de olgularla sınanması gerekiyor.
Yirminci yüzyıl devrimlerinin çöküşü ne burjuva ideologların ileri sürdükleri gibi kapitalizmin bağrında sınıf mücadelesinin ve dolayısıyla “tarihin sonu”na varmış olmamızla ne de; “milli komünizm” ideologlarının ileri sürdükleri gibi “komünizm”de sınıfların varlığının şiddetlenerek sürmesi ve dolayısıyla “komünizmin tersinebilir oluşu”yla açıklanabilir.
Jacques Derrida “tarihin sonu”nun, liberalizmin, “Marx’ı Gömme” telaşıyla insanlığın maruz kaldığı yıkıma arkasını dönmesinden başka bir manası olmadığını çarpıcı bir biçimde dile getiriyordu: “Kendilerinde sonunda insanlık tarihinin ülküsü haline getirmiş olan liberal demokrasi ülküsü adına vaaz verme hakkı görenlerin yüzüne haykırmak gerekir: Yeryüzü ve insanlık tarihi boyunca hiç bu kadar çok insan şiddet, eşitsizlik, dışlama, açlık ve dolayısıyla ekonomik baskıya maruz kalmamıştı. Tarihin sonu geldi diye coşarak liberal demokrasinin ve kapitalist piyasanın zuhur edişine nağmeler düzmek yerine; ‘ideolojilerin sonu’nu ve büyük kurtuluşçu söylemlerin bitişini kutlamak yerine, sonsuz acının bir araya gelmesiyle ortaya çıkan şu apaçık, makroskopik hakikati hiçbir zaman gözden kaçırmayalım: Kaydettiği ilerlemenin derecesi hiç kimsenin bugüne kadar yeryüzünde mutlak sayılarla bu kadar çok erkek, kadın ve çocuğun köleleştirildiği, aç bırakıldığı ya da yok edildiği gerçeğine sırtını çevirmesinin mazereti olamaz.”8
Marx, öte yandan, kendi maddeci tarih anlayışına uygun olarak sosyo ekonomik formasyonların tersinmezliğine dair tarih yasasını çok önceleri ortaya koymuştu: “Gelişmelerinin belli bir aşamasında, toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine ya da, bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan, mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri haline gelirler. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar. İktisadi temeldeki değişme, kocaman üstyapıyı, büyük ya da az bir hızla altüst eder. Bu gibi altüst oluşların incelenmesinde, daima, iktisadi üretim koşullarının maddi altüst oluşu ile -ki, bu, bilimsel bakımdan kesin olarak saptanabilir-, hukuki, siyasal, dinsel, artistik ya da felsefi biçimleri, kısaca, insanların bu çatışmanın bilincine vardıkları ve onu sonuna kadar götürdükleri ideolojik şekilleri ayırdetmek gerekir. Nasıl ki, bir kimse hakkında, kendisi için taşıdığı fikre dayanılarak bir hüküm verilmezse, böyle bir altüst oluş dönemi hakkında da, bu dönemin kendi kendini değerlendirmesi göz önünde tutularak, bir hükme varılamaz; tam tersine, bu değerlendirmeleri maddi hayatın çelişkileriyle, toplumsal üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çatışmayla açıklamak gerekir. İçerebildiği bütün üretici güçler gelişmeden önce, bir toplumsal oluşum asla yok olmaz; yeni ve daha yüksek üretim ilişkileri, bu ilişkilerin maddi varlık koşulları, eski toplumun bağrında çiçek açmadan, asla gelip yerlerini almazlar. Onun içindir ki, insanlık kendi önüne, ancak çözüme bağlayabileceği sorunları koyar. Çünkü yakından bakıldığında, her zaman görülecektir ki, sorunun kendisi, ancak onu çözüme bağlayacak olan maddi koşulların mevcut olduğu ya da gelişmekte bulunduğu yerde ortaya çıkar. Geniş çizgileriyle, Asya üretim tarzı, antikçağ, feodal ve modern burjuva üretim tarzları, toplumsal-ekonomik şekillenmenin ileriye doğru gelişen çağları olarak nitelendirilebilirler. Burjuva üretim ilişkileri, toplumsal üretim sürecinin en son uzlaşmaz karşıtlıktaki biçimidir -bireysel bir karşıtlık anlamında değil, bireylerin toplumsal varlık koşullarından doğan bir karşıtlık anlamında; bununla birlikte burjuva toplumunun bağrında gelişen üretici güçler, aynı zamanda, bu karşıtlığı çözüme bağlayacak olan maddi koşulları yaratırlar. Demek ki, bu toplumsal oluşum ile, insan toplumunun tarih-öncesi sona ermiş olur.”9
Şili’de kadınların öncülüğündeki toplumsal muhalefet Pinochet Anayasası’nı çöpe attı
Demek ki, nasıl kapitalizm feodalizme tersinemez ise komünizm de bir sosyo ekonomik formasyon olarak “kendi temelleri üzerinde” bir kere kurulduktan sonra kapitalizme tersinemez. Kapitalizme dönüş, ancak “geçiş sürecinde” iç koşullar, dünya konjonktürü, savaş, işgal ve benzeri nedenlerle dönüşüm hızlarını, dönüşüm dinamikleriyle organik bağlarını yitirmiş toplumların evrimi çerçevesinde dış ve iç kuvvetlerin bir arada işleyişinin ürünü olabilir. Ancak komünizm bir kez gerçekleşmişse, birincisi Komintern’in amaç maddesinde de ifade edildiği gibi, bu hem dünya ölçeğinde gerçekleşmiş olacağı -yani bir küresel düzen halini alacağı- için hem de kapitalizmde olduğundan çok daha yüksek emek üretkenliği, çok daha yüksek bir uygarlık ve çok daha fazla boş zaman yani çok daha fazla özgürlük ve insani gelişme sağlamış olacağı için tanım gereği komünizmden kapitalizme dönüş, insandan maymuna dönüş kadar anlamsız ve bilim dışı bir açıklama olacaktır. Şu halde Sovyetler Birliği, Çin ve diğer deneyimlerde karşılaştığımız geri dönüşler, başta insan olmak üzere üretici güçlerin gelişmesindeki sınırlılıklar, devletin görevlerinin topluma terkedilmesine devletin direnci ve öte yandan toplumun devleti kendisine tabi kılma irade ve bilincindeki zayıflık, ve sanayi ve teknolojide uluslararası kapitalist sistemi aşan bir emek üretkenliği düzeyinin yakalanamamış olmasıyla ilgilidir. Burada harici etmenlerin, savaş, istila tehdidi, ambargo ve iktisat dışı zor yöntemlerinin nispeten geri bir ekonomik gelişme düzeyinden başlayan sosyalist kuruculuk süreçleri üzerindeki yıkıcı etkilerini de mutlaka hesaba katmak gerekir. Bununla birlikte bu etmenlerin hükmünü icra edebiliyor olması zaten geçiş sürecinin doğasıyla ilgilidir ve bu etmenlerin hükmünü icra edebildiği bir momentte Marx’ın tanımıyla henüz “komünizmin alt aşaması”nda olunduğu bile ileri sürülemez.
Konumuz bakımından buradaki asli mesele, milli sınırlar içinde, bir uluslararası sosyo-ekonomik ve siyasal rejim oluşturmaksızın, sınıf eşitsizlikleri ya da bu eşitsizliklerin belirleyici kalıntılarının henüz hüküm sürdüğü süreçleri “kalkınma” ve kalkınmadaki “kamu mülkiyeti” payının nispi genişliği üzerinden “sosyalizm” veya “komünizm” olarak nitelemekte yatıyor.
Bolivya’da Sosyalizme Doğru Hareket darbeyi savuşturarak yükselişe geçti
Marx’ın bu tartışmaya yanıtı şuydu:
“[…] (felsefeciler için anlaşılabilir bir terim kullanmak gerekirse) ‘yabancılaşma’ elbette ancak, iki pratik öncül var olduğu takdirde ortadan kaldırılabilir. ‘Tahammül edilemez’ bir güç, yani, insanların ona karşı bir devrim yaptıkları bir güç haline gelebilmesi için, [yabancılaşmanın] insanlığın büyük kitlesini ‘mülksüz’ kılarken aynı zamanda bir zenginlik ve kültür dünyasını var etme çelişkisini üretmiş olması şarttır, her iki koşul da üretici güçte büyük bir artışı ve yüksek derecede bir gelişmeyi öngerektirir. Ve öte yandan üretici güçlerdeki bu (insanların yerel değil gerçek, elle tutulur dünya-tarihsel varlığını işaret eden) gelişme mutlak olarak zorunlu bir öncüldür, çünkü o olmaksızın yokluk yalnızca genelleştirilmiş ve yoksunluk içinde zaruri ihtiyaçlar uğruna mücadele ve bütün o kadim pis işler kaçınılmaz olarak yeniden üretilmiş olur; dahası, çünkü insanlar arasında evrensel bir münasebet yalnızca üretici güçlerin bütün uluslarda eş zamanlı olarak ‘mülksüz’ kitleyi (evrensel rekabeti) üreten, her ulusu diğerlerinin devrimlerine bağımlı kılan ve nihayet yerel [bireylerin] yerine dünya-tarihsel, kanlı canlı evrensel bireyleri geçiren bu evrensel gelişmesiyle kurulur. Bu olmaksızın, (1) komünizm yalnızca bir yerel olay olarak var olabilir; (2) münasebet güçlerinin kendileri evrensel, dolayısıyla tahammül edilemez güçler olarak gelişemez; batıl itikatlarla kuşatılmış ilkel koşullar olarak kalır; (3) münasebetlerdeki her genişleme yerel komünizmi ortadan kaldırır.”10
Demek ki “başımıza gelen”, komünizm hedefinin “gerçekçi” olmayışıyla ya da tersinden bakarsak “gerçekçi” olanın ancak “yerel” bir bağlam içinde gerçekleşebilir oluşuyla ilgili değil. Marx’ın deyişiyle “münasebetlerdeki her gelişme”nin “yerel komünizmi ortadan kaldırma” gücüyle ilgili.
George Floyd’un polis tarafından öldürülmesinin ardından ABD’de toplumsal hareket yükseliyor
Ekim Devrimi’nin bu güce -dünya kapitalizmine- karşı koymanın ve onu alt etmenin somut, maddi, elle tutulur, deneyimlenebilir ilk örneği olarak tarihte istisnai bir yeri var. Onu devralanların elinde sonunda kapitalizme teslim edilmesi, Ekim Devrimi’nin maddi ve manevi gerçekleşme koşullarının hiç olmadığı ya da devrimin imkanlarını tükettiği anlamına gelmiyor. Ekim Devrimi’nin sonunu getiren, “onu batıl itikatlarla kuşatılmış ilkel koşullara” mahkum eden etmenler Rusya’nın doğal evriminden bir sapmanın veya hatalı bir stratejinin sonucu değildi. Tersine buradan alınacak ibret, her taktik aşamaya daimi bir dünya devrimi süreci içinden bakmayı ve kapitalizmi alt etmenin iki önemli dinamiğinin sürekli olarak işletilmesini ön gerektiriyor. Birincisi, bütün kapitalist merkezlerde daimi bir sosyal muhalefet dinamiğinin ayakta tutulması; işler kılınması; ikincisi kapitalist ülkelerde beliren bütün sistemsel krizlerin her yerel devrimin sürekli beslenebileceği enternasyonal bir mücadele ortaklığı bağlamı içinde karşılanması.
ABD’yi alt üst eden büyük toplumsal dinamizme bakın, Bolivya’da bir yıl içinde darbeyi savuşturup iktidara daha büyük bir güçle tırmanan Sosyalizme Doğru Hareket (MAS) öncülüğündeki Bolivya’ya bakın; Pinochet Anayasası’nı yırtıp çöpe atan kadınların öncülüğündeki yükselişe bakın. Rojava’daki direnişe bakın, her biri, dünyadaki devrimci sürece kendi cephesinden etkide bulunarak hepimizin yolunu aydınlatıyor, 21. yüzyılın devrimci süreçlerinin bilgisini kuruyor.
“Bugünkü Rusya ve Çin’de devrimlerin çökmüş olması, bu toplumlarda devrimci bir potansiyelin kalmadığı anlamına hiç gelmiyor. Tam tersine geri dönüşe maruz kalmış bile olsalar bu ülkelerde gerçekleşen devrimler, son kırk-elli yıl içinde insan üretici gücünü tarihte eşi görülmemiş bir hızla ileri götürerek, o gün eksik olan “evrensel” insani hammaddeyi işleyerek bugüne getirdiler. O nedenle Ekim Devrimi’nin yenilmiş olması, Çin’in kapitalizme yüzünü dönmüş ve devrimci sınıflar arasına burjuvaziyi de katarak bayrağına bir yıldız daha eklemiş olması, devrimci süreçlerin geri dönülmezcesine son bulduğunu değil, tam tersine, Marx’ın “yabancılaşmaya karşı bir devrim” için aradığı koşulların neredeyse bütün dünyaya yayıldığını gösteriyor. Biz sonuçlarını belki gözümüzle görmeyeceğiz diye eninde sonunda böyle olmayacağını kim söyleyebilir? Ayrıca olacağını görüyoruz. Bu koşullar, bu gerilim, dünyanın sınırlı kaynakları üzerinde sürüp giden bu rekabet ve bu tüketicilik, mutlaka insani bir başkaldırının önünü açacaktır. Üstelik bu sefer başkaldırıya tüm dünya katılabilir.
“Marx ve Engels’in “eş anlılık” prensibi açısından dünya çok daha uygun hale gelmiş olabilir.[…] Böyle bir gelişimin mümkünlüğüne olan inanç, bunun için yoksullar ve yoksunları, Marx’ın dediği gibi “muazzam mülksüz yığınlar”ı “yabancılaşmanın kendisine karşı bir devrim” için seferber etme tutkusunun maddileşmiş hali, yani devrimci insan faaliyeti kendi başına kapitalizmin sonunu getirmese de insanlığı bu sonun başına getirebilir! Üstelik arkamızda bu dünyada en aklı ermez görünen milyarların ortak insanlık ülküsü etrafında birleşerek, en yenilmez görülen güçleri alaşağı edebildikleri muazzam bir deneyim yığını var.
“Bunlar arasında Ekim Devrimi, Sovyetler, şuralar, meclislerde birleşerek bir gecede sıradan birer ameleden, birer praksis filozofuna dönüşen işçilerin insanlığa sundukları en parlak kurtuluş şenliği olarak hafızamızda işlemeye devam edecek.”11
Ne zaman darda kalsak, dönüp Sovyetleri Kışlık Saray’a götüren 7 Kasım’daki ayak izlerine, onların gösterdiği istikamete bakacağız.
1 V. I. Lenin, Collected Works (New York: International Publishers, 1934), Vol. XXVI, pp. 247-248)
2 Marx, Engels, Lenin, Paris Komünü Üzerine, Çeviren: Kenan Somer, Sol Yayınları, s. 39, Ankara 1977.
3 A.g.e., s. 53.
4 Komünist Enternasyonal’in İkinci Kongresi, Görüşme Tutanakları. Cilt 1 ve 2. New Park Publications, 1977.
5 Lenin, RKP (B)’nin On Birinci Kongresi, Toplu Eserler, İngilizce 2. Baskı, Progress Publishers, Moskova, 1965,Cilt 33, ss. 237-242
6 Lenin, “Son Vasiyet” Kongreye Mektuplar, Toplu Eserler, Cilt 36 , ss. 593-611
7 Ertuğrul Kürkçü, Sovyetler Birliği Yıkılmasa Marx Yanılmış Olurdu Gazete Duvar, https://tinyurl.com/y5g29lcn
8 Jacques Derrida, Specters of Marx: The State of the Debt, the Work of Mourning and the New International, Routledge 1994
9 Karl Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Çeviren: Sevim Belli, Sol Yayınları Temmuz 1979 (Birinci Baskı: Mayıs 1970; İkinci Baskı: Kasım 1974; Üçüncü Baskı: Eylül 1976), Ankara,
10 Karl Marx, Alman İdeolojisi, Progress Publishers, 1968
11 Ertuğrul Kürkçü, Sovyetler Birliği Yıkılmasa Marx Yanılmış Olurdu Gazete Duvar, https://tinyurl.com/y5g29lcn