YEŞÇEP Sözcüsü Fazlı Kuru ile SİYASET Dergisinin yaptığı röportaj: “Sermaye, her krize girdiğinde tarıma, doğadaki suya, suyun aktığı dağa, ormana, yeraltındaki sulara, pınarlara daha fazla saldırıyor. Sınıfsal bir duruş ve net bir antikapitalist perspektifle bu saldırılara karşı koyabiliriz.”
Röportaj: Hüseyin Bakır-Mehmet Horuş
Ekoloji mücadelesi, toplumsal ve siyasal gündemimizde önemli bir yer tutuyor. Türkiye’de de ekoloji hareketi son on yılda önemli deneyimler yarattı. Ekoloji hareketinin yeni dönem sınıf mücadelesindeki ve sosyalist hareketin programatik tartışmaları içindeki yeri üzerine konuşmaya fazlasıyla ihtiyacımız var. Bu söyleşimizle Yeşilırmak Çevre Platformu’nun (YEŞÇEP) deneyim alanına bakıyoruz. Yerelden ekoloji siyasetine katkıları, Platform Sözcüsü Fazlı Kuru ile konuştuk.
Yeşilırmak Çevre Platformu’nun adını aldığı Yeşilırmak Nehri ve çevresinin şu anki haliyle başlayalım istersen. Nehir ve civardaki köylerin ekolojik durumu nasıl?
Nasıl diyeyim… Bu sene yağış durumu da iyiydi ama ırmakta su yeterli değil! Yaz aylarında da çorabın ıslanmadan karşıya geçebiliyorsun. Nehrin yatağında akan su artık çok az ve kirli. Nehrin suyu, kanallara ve borulara hapsedildi. Sanayi atıkları ve evsel atıklar ise nehre boşaltılıyor. Yaz aylarında kokudan nehrin kenarından geçmek bile rahatsız ediyor insanı. Eskiden bol olan sazan, alabalık, kefal gibi balıklardan neredeyse hiç kalmadı. Belli yerlerde arada birkaç yayın balığı görebiliyorsunuz. Diğer HES (Hidroelektrik Santrali) projeleri de hayata geçirilirse; su, denize dökülene kadar neredeyse hiç toprakla buluşmayacak. HES inşaatları için açılan kum ocakları da balıkların nehirdeki bütün yumurtlama yerlerini yok etti. “Lığ” dediğimiz kumlar, nehrin yatağında suyu temizleyen filtre işlevi görüyordu. HES’lere suyu transfer etmeden önce çökeltim havuzlarında bu lığı süzmeye başladılar. Sonra kepçeyle rastgele etrafa döküyorlar. Bu da ayrı bir kirlilik oluşturuyor. Hatta kazara lığın içine batarsanız ayaklarınız kıpkırmızı olur, yanar. Nehrin kendini temizleme imkânı elinden alındı. Belli zamanlarda nehirde su olduğunda da çiftçiler artık sebzelerini bu kirli suyla sulamak istemiyor. Köylerde son yıllarda herkes kuyu vurmaya başladı. Yer altı suyu ile yer üstü suyu arasında bağlantı koptuğundan bu kuyularla birlikte taban suyu da giderek derinlere inmeye başladı. Bir süre sonra kuyular da çözüm olmayacak tabii ki.
‘İlk başta bizde yenilenebilir enerji bakış açısı vardı’
2007 yılında Umutlu HES’e karşı mücadeleniz başladı. Bu tarihe kadar yapılan diğer HES’lere niye bir tepki oluşmadı?
Bölgede eskiden yapılan Almus barajı ve Hasan Uğurlu barajı vardı. Bu barajlardan sonra da bölge ikliminde değişiklikler oldu. Ama asıl yıkıcı etki HES’lerle başladı. HES’ler küçük küçük projeler halinde tarım alanlarının kılcal damarlarına kadar yayılmaya başladı. Rize’deki ve Karadeniz’in diğer yerlerindeki tepkileri basından izliyorduk. O zamana kadar bizde yenilenebilir enerji bakış açısı vardı. Bu direnişleri tam ve doğru anlayamadık tabii. Doğal olarak bir tavır da geliştirmedik. Umutlu HES projesi uyarıcı bir etki sağladı bizde. Umutlu HES’in aldığı su yaklaşık yüz bin dönüm tarım alanını doğrudan etkiliyor. Suyun akışından koparılması, şirketin kullanımına sokulması, buralarda çiftçiliğin bitmesi demek. Çeltik gibi sulu tarıma dayalı alanlar bunlar. Buralarda artık çiftçiliğin bitiş süreci anlamına gelir bu projeler. Ben yirmi yıldır Taşova Ziraat Odası yönetimindeyim. Erbaa Ziraat Odası ile yan yana gelerek konuyu değerlendirmeye başladık. HES, Taşova sınırlarında ama asıl büyük darbeyi Erbaa köyleri yiyor. Bürokratik düzeyde bir takım görüşmelerimiz oldu. Ama şirketlerin eli kolu uzun, arkalarında da hükümet desteği var. Bundan dolayı bizim daha büyük bir toplumsal mücadeleye girmemiz gerektiği belliydi. Küçük üretici köylülüğü tasfiye sürecinin bir parçasıydı yaşadıklarımız. 2007 yılında on köyün muhtarı bir araya geldik. Yeşilırmak Çevre Platformu’nun kuruluşunu deklare ettik. Ben platform sözcüsü oldum. 1 Mayıs mitinginde de platform adına söz alarak toplumsal muhalefetin diğer kanallarıyla yana yana geliş çağrısında bulundum. Yoğun bir bilgilenme ve köylerde panellerle halkı bilgilendirme çalışmasına başladık.
‘Bugünkü hareketin kökleri 1970’lere uzanıyor’
Fazlı Kuru olarak siyasi duruşuyla yörede tanınan bir insansın. Senin siyasi serüvenin içinde ekoloji mücadelesi nasıl bir yere oturdu?
12 Eylül’den sonra “Darbe Anayasasına Hayır” kampanyası nedeniyle 141-142’den hakkımda dava açıldı ve yakalama kararı çıkartıldı. Kaçak durumdayken 84 senesinde yakalandım, bir süre tekrar cezaevinde kaldım. Cezaevinden çıkınca çiftçiliğe devam ettim, soğan ektim. Üretimden hiç kopmadım yani. İki dönem de muhtarlık yaptım. 94’te Taşova’da bağımsız sosyalist belediye başkan adayıydım. Adaylık kampanyasında her gün belediye hoparlöründen günlük konuşmamı yapıyordum. Sonra da yaptığım konuşma üzerinden çarşıda, kahvehanelerde insanlarla tartışmaya, konuşmaya devam ediyordum. 95 seçimlerinde de BSP-HADEP ittifakının Amasya milletvekili adayıydım. Şovenizmin şahlandığı bir dönemde zorlu bir seçim çalışması yürüttük. Daha sonra ÖDP kuruluş sürecine katıldık, kurucular kurulunda yer aldım. Ziraat Odası yöneticiliğimin de etkisiyle köylerle diyaloğum her zaman yoğun oldu. Tütün Üst Kurulu burada tütünü bitirme çalışmaları yürütüyorken ona karşı tütün üreticisi yoksul köylülerle mücadele ediyorduk. Pancar meselesinde de aynı şekilde. Tekel direnişi olduğunda Taşova’da beş yüz işçinin çalıştığı işletmenin özelleştirilmesine karşı direnişin içindeydik. Sonra bu işçiler sürgün edildi veya emekli olmaya zorlandı. Tarımın çökertilmesi, işsizlik ve yoksullukla hep bir mücadele hali yaşadık.
Bu mücadelelerin 70’li yıllarla bağı olmalı bölge açısından. Esas temelin o dönemde atıldığını söyleyebilir miyiz?
Elbette bütün bu ilişkilerimiz ve etkinliğimiz 70’ler ortamındaki mücadelemize dayanıyor. Ben 78-80 arası dönemi cezaevinde geçirdim. O zamana kadar, 76-77 yıllarında Tütün Üreticileri Birliği örgütlenmesine ağırlık vermiştik. Ben de işin başındaydım. Üreticilerin yakıcı taleplerinden ve işletmeye işçi alımındaki usulsüzlüklerden hareketle işletme işgaline varan eylemler gerçekleştirmiştik. Üreticiler de bir takım hak kazanımları edindilerdi o zaman. Hakeza Suluova’da pancar üreticileri kooperatifi zemininde de çalışmalar içindeydik. Benim açımdan cezaevi süreci başladı o dönemde. Zaten izleyen yıllarda da mücadele esas olarak tırmandırılan çatışma ortamında faşist provokasyonlara karşı bir kanalda aktı 12 Eylül’e kadar. Bu durum da mücadelenin üretim ve emek eksenli seyrine ve gelişimine zayıflatıcı etkiler sağladı kaçınılmaz olarak. Ama sonuçta alçala yüksele, düşe kalka da olsa bir süreklilik içinde bugüne getirdik bu mücadeleyi.
‘Can suyu nehrin/derenin kendisidir’
Türkiye’nin farklı yörelerindeki HES direnişlerine göre sizin mücadelenizde çiftçiler üzerinden ve tarıma vereceği zararlara odaklanan bir mücadele var. Bu da bir siyasi tercih miydi?
Tercih meselesinden değil tabii ki. Bizim dünyayı kavrayış yöntemimizle birlikte işin doğası bunu gerektiriyordu. Dar anlamda bir çevre mücadelesi kurgumuz olmadı. Suyun Ticarileştirilmesine Hayır Platformu’ndan Beyza Üstün Hoca, buradaki panellerde antikapitalist bir eksende mücadelenin nedenlerini somut deneyimler üzerinden uzun uzun anlattı. Şirketlerin derdinin sadece enerji olmadığı, suyun mülkiyetinin ve kullanım hakkının köylünün elinden alınması süreci olduğu açıkça görülüyordu. Bu nedenle, örneğin Via Campesina’nın Türkiye ayağında temsilcisi olan Çiftçi-Sen’den Abdullah Aysu ile bütün olarak tarımla ilgili neoliberal politikalar konusunda bilgi alış verişimiz oldu. Sadece HES konuşmadık. Karşılıklı bilgilenme ve deneyim içinde bu perspektifimiz oluştu. İlk defa Türkiye Ziraat Odaları Birliği Genel Kurulu’na bizim buradan giden delege arkadaşlar HES’lere karşı karar tasarısı sundular. Kıyamet koptu. Çünkü çiftçinin sahipsiz bırakıldığı eleştirisini hazmedemediler. Ama biz geri adım atmadık. Sonra Genel Başkan buraya gelerek bize destek veren açıklama yapmak zorunda kaldı.
Köylerde de bu yaklaşımımız karşılık buldu. Köylü, zaten başına gelecekleri birebir günlük hayatında hepimizden fazla ve iyi biliyor. “Dünyanın Sokakları” belgeselini yapan Metin Yeğin köylerdeki toplantılarda ve panellerde Bolivya’daki suyun özelleştirilmesine karşı direnişleri anlattığında köylü anlatılanı kendi öyküsü olarak yaşıyordu. Derenin etrafını tel örgülerle çevirdiler, köylü hayvanlarına buradan su içiremez oldu. Bunun, Cochabamba’da veya Güney Afrika’da yağmur suyunun köylüler tarafından leğene doldurulmasının yasaklanmasından çok da farkı yok. Dereler ve İsyanlar belgeseli için geldiklerinde bamya tarlasında Hanife Teyze’yle röportaj yaptılar. Kırk derece sıcakta seksen küsur yaşındaki annesiyle tarlada birlikte çalışıyor. Bebeği de beşik gibi bir şeyin içine sarmışlar, onlar çalışırken yavru da bir kenarda uyuyor. Bu gerçeğin içinde yaşamını sürdüren bu insanların suyunu ellerinden alarak açlığa terk ediyorsunuz. Bu insanlara sürdürülebilir kalkınma yalanı anlatacak halimiz yoktu.
Sizde de “cansuyu” tartışması oldu mu?
Bir ara bu yönde propagandalar yaptılar köylerde. “Suyu olduğu gibi tekrar dereye bırakacağız” dediler önce. İşte, “dereye aldığımız suyun %10’u olmadı %15’ini geri verelim” şeklinde cansuyu pazarlığına hiç girmedik. TEMA gibi burjuva çevreciliği yapan yapılar üzerinden bir ara HES karşıtı mücadelede bu yönde politikalar gündeme geldi. Ama bizim de bileşeni olduğumuz ve bir dönem yürütmesinde yer aldığımız Derelerin Kardeşliği Platformu bu piyasacı eğilime zamanında doğru tavır aldı. TEMA’nın yönetiminde HES yapan şirketlerin olduğu ortaya çıkınca zaten iyice teşhir oldular. Biz ekolojik açıdan dereden doğal haliyle akan suyun tamamının cansuyu olduğunu savunduk. Hele hele su boruya girdikten sonra bütün biyolojik özelliklerini kaybediyor. Ona artık “su” bile denemez. Halk arasında “cansuyu” dedikleri, insanın ölmeden önce son nefesinde dudağına damlattıkları sudur. HES’lerde de durum farkı değil. Sahtekârlık yapıyorlar. Birileri de “çevrecilik” ayağına bu düzenbazlığa bilerek alet oluyor ve destek veriyor.
Fatma Yolaçan
‘Hükümet politikalarıyla köylünün toprakla bağı zayıflatıldı’
Marx’ın sermayenin “ilkel birikim” yöntemi olarak formüle ettiği kamulaştırma ve bedelsiz el koymalar, geç kapitalizm evresinde de ve Türkiye somutunda Bakanlar Kurulu’nun acele el koyma kararlarıyla kendini gösteriyor. Ekoloji hareketi bu servet transferlerine karşı bir direniş hattını yeterince gündemine bile alamadı. Halen dar anlamda bir mülkiyet ihtilafı gibi algılanıyor. Siz HES için yapılan el koyma sürecinde nasıl bir deneyim yaşadınız?
HES’in yapılacağı Umutlu köyü, direnişin en güçlü olduğu köy oldu. Burada çok geniş katılımlı paneller ve değerlendirme toplantıları yaptık. 70’li yıllarda da aktif çalıştığımız köylerden biriydi Umutlu köyü. Cezaevinde yatmış çıkmış epey devrimcinin olduğu bir köy. Şirket, Umutlu’dan kimseyi satın alamayacağını gördü tabii. HES’in yerini değiştirerek direnişin zayıf olduğu Mülkbükü köyüne kaydırdı. Kamulaştırılacak parselleri de bu yeni güzergâha göre ayarladılar. Arazi sahiplerinin genel eğilimi, kamulaştırma paralarını bir an önce almak şeklindeydi. Yıllardır uygulanan hükümet politikalarıyla tarım bitirilmek istendiğinden, köylünün toprakla bağı iyice zayıflatıldı. Köylüler için toprak karın doyurmaz, değersiz bir mülke dönüştü. Bakar mısın, devlet, çiftçi tarlasını ekmesin diye teşvik parası ödüyor. Her şey bir yana bu uygulama bile bir hinliğin göstergesi.
Biz, stratejik konumdaki parsel sahiplerini ikna etmeye yoğunlaştık. HES’in ilk haline göre regülatörün kurulacağı yerde geniş arazisi olan Fatma Yolaçan, Bakanlar Kurulu’nun acele kamulaştırma kararına dava açtı ve iptal ettirdi. Diğer arazi sahiplerine metrekareye 12 lira verilirken Fatma Yolaçan’ın arazisine 16 lira değer biçtiler. Ama 80 yaşındaki Fatma Teyze sonuna kadar direndi. Çocukları da politik insanlardı ve sağlam durdular. Dediği gibi topraklarını torunlarına bırakarak geçen yıl aramızdan ayrıldı. Şirket, projesini değiştirmek zorunda kaldı. Köylü, ekonomik bakımdan bu haldeyken el koymalara direnmek çok zor. Ancak çok genel ve kapsamlı bir mücadele içinde sınıfsal temelde ele alınarak engellenebilir.
Kadın dinamiğinin diğer ekoloji mücadeleleri gibi sizde de belirgin bir ağırlığı olduğunu görüyoruz. Fakat yerel düzeyde kadınlar neden çok ön plana çıkamadılar?
12 Eylül’den sonra gericilik iyice hâkim oldu buralarda. Kadınların toplumsal alandaki görünürlüğü iyice azaldı. Buna rağmen bizde kadınlar öne çıktılar. Bizim kalabalık toplantılarımızda veya panellerde kadınlar çok ön plana çıkamadı. Köyde panel olduğunda köyün bütün kadınları evlerde sac yağlısı yapıp gelenleri ağırlıyorlardı. Ama panel başlayınca kenardan, balkondan izlemeye geliyorlardı. Daha küçük etkinliklerde, basın söyleşilerinde kadınlar öne çıkarak kendilerini ifade ettiler ve köylerdeki eylemlerde öne çıktılar. Evlerdeki tartışmalarda da kadınlar kesinlikle erkeklerden daha net tavır koyuyorlardı. Platformun diğer illerdeki etkinliklerinde de çoğu zaman kadın arkadaşlar bizleri temsil ettiler. Çiğdem Atalay bölgede yürüttüğümüz bu çalışmalar içinde yer aldı ve rol oynadı. 2015 Haziran seçimlerinde Çiğdem ekoloji hareketinin bir temsilcisi olarak da HDP’den milletvekili adayı oldu. Seçim çalışmasında HES karşıtı mücadelenin olduğu köylerde etkin bir çalışma yürüttü. Bu çalışmalar, seçimlerde yeterince oya dönüşmese de halktan yoğun ilgi gördü. Çiğdem’i de bu vesileyle saygıyla anmış olayım. Erkekler arazi paralarını yerken arazisini bir tek Fatma Yolaçan satmadı. Sonuna kadar direndi.
‘HES projeleri başarılı olursa artık Taşova’dan nehir geçmeyecek’
Bamya paraları mevzusu nasıl oldu?
Taşova, küçük ve güya muhafazakar bir yer. Öteden beri buradaki birkaç restoran, bir nevi “pavyon” gibi çalışır ama bu yerlere çok giden olmazdı. HES işi başlayınca şirketin yöneticileri, kirli işlerin döndüğü bu restoranları “halkla ilişkiler bürosu” gibi kullanmaya başladılar. İş istemek ya da arazisini satmak için gidenlerle buralarda buluşuyorlardı. Arazini satanlar da paralarını bu yerlerde yediler. Hatta çoğu kamulaştırma parası bittikten sonra kalan arazilerindeki bamya paralarını da buralarda yedi, bitirdiler. Kadın dinamiği ile erkek aklının karşı karşıya gelişini, bu örnek üzerinden de görebiliriz. O bamyalarda en çok kadınların emeği var. Tanıdık ailelerden alışan gençler oldu. Bu gençleri oralardan koparmakla uğraştık. Şimdi geriye bakıp düşündüğümde bunun şirketlerin bilinçli ve organize bir yöntemi olduğu kanaati bende güçleniyor.
Baskı ve tehditler oldu mu?
Kültürel olarak geri, küçük hesaplar peşinde taklalar atmaya hazır kimseleri kullanarak kimi köylüleri korkutmaya, kafalarını bulandırmaya çalıştılar. Onların da toplum içinde bir saygınlığı ve ağırlığı yok. Bir ara bana dolaylı tehditvari haber saldılar. Ben de aynı kanaldan selam gönderdim. Bir daha sesleri çıkmadı.
Umutlu HES kısmen ötelense de zararlı etkileri artık yaşanarak görülüyor. Halkın son duruma tepkisi ve sizin bundan sonraki mücadele stratejiniz nasıl?
Sırada bekleyen başka HES projeleri de var. Bizim davaları kaybetmemiz halinde yeni proje sahibi şirketler de bölgeye üşüşecekler. Başarılı olurlarsa da Taşova’nın ortasından artık nehir geçmeyecek. Umutlu Köyü’nün tamamı karşı çıkıp direnince HES, direnişin zayıf olduğu Mülkbükü Köyü’ne kaydırıldı. Burada muhtar ve başka işbirlikçi tiplerle köylünün arazisini ucuza kapattılar. “Öğrencilere burs vereceğiz”, “Size iş vereceğiz” diye köylüleri kandırdılar. Bu sözlerinin yalan olduğunu şimdi bu köydekiler de görüyor. İşbirlikçi tiplerin aldıkları paralar da bitti. Toprakları da gitti. Şimdi “pişmanız” diyorlar. Şirketle karşı karşıya geldikleri olaylar yaşanmaya başladı. Köylerde su yüzünden kavgalar çıkıyor. Böyle giderse çok daha vahim olaylar da yaşanacak tabii ki. Hatta bizimle aynı safta olan köylüler arasında bile ciddi gerilimler oluyor. Araya girmek durumunda kalıyoruz. Su kimseye yetmiyor. Gece köylüler şirketin kanallarını kırarak su almaya çalışıyor. Çünkü çiftçinin bütün hayatı, geleceği o suya bağlı. Dava süreçleri nedeniyle Ağaoğlu şimdilik köylülere esnek davranıyor. Davanın ayrıntılarını Mehmet anlatır. Türkiye’de hukukun ne halde olduğu belli. Mahkemeden on yıl sonra, ancak Anayasa Mahkemesi ihlal kararı verdikten sonra iptal kararı alabildik. Bir türlü yürütmeyi durdurma kararı vermedi mahkeme ve inşaatın bitmesine göz yumuldu. Duruşmada Ziraat Odası Başkanımız hâkimlerin yüzüne “binlerce köylüyü bir zengine sattınız” dedi. Hiçbir şey diyemediler. Şirketin ÇED raporunu hazırlayan, kendine uzman diyen kişiler, daha nehrin suyunun hangi tarafa aktığını bile bilmiyorlar. Tek tek davalarla bunlarla uğraşarak sonuç almak zor. Ekoloji hareketlerinin genel olarak bir araya gelerek ortak ve doğru bir duruş oluşturmasıyla yol alabiliriz.
‘Ekolojiye yönelik saldırılara ancak anti-kapitalist perspektifle karşı durabiliriz’
Ekoloji mücadelesinin geneline ilişkin bahsettiğin doğru duruşu biraz daha açar mısın?
Çevrecilik çok moda ama içi boş ya da sığ bir savunuya dönüştü artık. Şirket ilk geldiğinde Umutlu’da köylüler kepçeleri engelleyerek net bir tavır koydular. Bizim de aynı netlikte bir siyasi duruş göstermemiz gerekiyordu. O dönem için sosyalist harekette deneyim olarak yararlanacağımız pek bir örnek bulamadık. İlk başlarda tanıdık yoldaşlarla yoğun bir tartışma yürüterek biraz el yordamıyla yürüdük. Ben daha işe ilk başlarken bu yeşil kapitalizm konusuna yoğunlaştım. Sol açısından burada bir tuzaklı zemin vardı. “Yeşil kapitalizm”, “sürdürülebilir kalkınma”, “yenilenebilir enerji” gibi tanımlamalar genel olarak insanlarda hoş, sempatik etkiler bırakıyordu. Oysa durum başkaydı. Sermaye, her krize girdiğinde tarıma, doğadaki suya, suyun aktığı dağa, ormana, yeraltındaki sulara, pınarlara daha fazla saldırıyor. Doğal alanlar, hatta elimizden geldiğince izliyoruz, Hasankeyf, Allianoi, Sur gibi pek çok kültürel özellikteki yapılar dâhil sermayenin kâr alanına dönüşüyor. Bu da özel ve kararlı bir çabayı gerektirir. Bu durum sosyalist hareket için önemli bir görevi ortaya çıkarıyor: Kendini bu modasal boş veya sığ söylemden ve tavırdan ayrıştırmak! Gelinen noktada Cumhurbaşkanı bile çevreci olarak konuşabiliyor. Sınıfsal bir duruş ve net bir antikapitalist perspektifle bu saldırılara karşı koyabiliriz.
‘Ekoloji meselesi sosyalist hareketin ana eksenlerinden biri olmalı’
Sosyalist hareketin ve genel anlamda solun ekoloji mücadelesine dair tutumu sizin mücadele deneyimiz içinden nasıl görünüyor?
Sosyalistler olarak ekoloji sorununu ve mücadelesini anlamakta geç kaldığımızı; hatta halen gereken önemi vermediğimizi düşünüyorum. Bazı siyasetler Karadeniz’de halk tepki gösterince kendilerini buralarda görünür kılmaya çalıştılar. Söylem olarak dönemsel popülist laflar ediyorlar, alanda ise faydacı bakış açısı içindeler. CHP’yi zaten samimi bulmuyorum. CHP, bu işlerden nasıl para kazanılır hesapları içinde. Sektörde iş yapanlar içinde çokça CHP’li var. HDP ileri bir programı savunuyor ve elinden geldiğince ekoloji konusunda söz söylüyor. Bu çok önemli ve değerli tabii ki. Yeşilırmak Çevre Platformu olarak biz de HDK ekoloji çalışmalarına katıldık. Ama HDP zeminlerinde de bu “yeşil kapitalizm” konusunda kafa karışıklığına tanık oluyorum. Altan Tan gibi milletvekilleri, HES’lerle ilgili konuda “önümüzü açın” anlamında demeçler verebiliyorlar. Bizim sahada edindiğimiz deneyimlerin parti bütünlüğünde yeterince içselleştirilemediği hissi var bende.
Özellikle vurgulamak istediğin bir konu var mı?
Son olarak şunu söyleyeyim: Sosyalist hareket ekoloji sorununu program-söylem ve davranış düzeyinde bilince çıkarabilmeli. Kapitalist uygarlığı karşıya almak ve yeni bir uygarlık perspektifiyle hedefler ortaya koymak geleceği kurabilmenin tek yolu olarak kendini dayatıyor. Ekoloji meselesi programımızın ve örgütsel çabalarımızın ana eksenlerinden biri olmalı.