TUNCAY YILMAZ yazdı: “Bütün bu yaşananlar yalnızca sultanlık, belki de halifelik heveslisi ihtiraslı bir politikacının hezeyanlarından kaynaklanıyor değil şüphesiz. Şayet durum bununla sınırlı ve bu hezeyanlar bir dizi başka arzuyla kamçılanmıyor olsaydı bugün varabildiği noktaya varması neredeyse imkansızdı.”
TUNCAY YILMAZ
Bütün bu yaşananlar yalnızca sultanlık, belki de halifelik heveslisi ihtiraslı bir politikacının hezeyanlarından kaynaklanıyor değil şüphesiz. Şayet durum bununla sınırlı ve bu hezeyanlar bir dizi başka arzuyla kamçılanmıyor olsaydı bugün varabildiği noktaya varması neredeyse imkansızdı.
Kimi koşulların ve ihtiyaçların böylesine çakışması, Tayyip Erdoğan’ın öznel becerilerini ve kapasitesini, olası gelişmelerin seyrinde tuttuğu kritik pozisyonu hiçe saymanın gerekçesi olmamalı elbette. Kızılderili atasözünde dendiği gibi, düşmanı olduğundan küçük görmek ahmaklıktan, büyük görmek korkaklıktandır. Başka bir siyasi lider (hele de bu süreçte burjuva siyaset alanında boy gösterenlere bakınca) aynı koşullarda aynı basireti büyük olasılıkla gösteremezdi.
Süreci doğru analiz etmek, bizi bekleyenlere ilişkin isabetli öngörülerde bulunabilmek ve tabii ki duruma uygun bir hazırlık yapmak için hem Erdoğan’ı bugüne taşıyan koşulları hem de artık Erdoğan faktörüyle birlikte inşa olan gerçekliği dikkate almak zorundayız. Analizlerde herhangi birini ihmal etmek bizi yanlış çözümlemelere götürür.
Qua Vadis/Nereye?
“Şimdi nereye gidiyoruz” sorusuna verilecek cevap ister istemez “Buraya nasıl geldik”in de cevabını içinde barındıracaktır.
Hiçbir ciddi güç sadece yaşanan an’a konsantre, sahadaki enstrümanlarla sınırlı düşünmez ve de davranmaz. Olayların ardından sürüklenen, bakışını o olayları yaratan koşullara ve o koşulların sonrasındaki olası müdahalelerine/etkilerine derinleştiremeyen bir analiz de vakanüvislikten öteye gidemez.
O halde referandum ve sonrasına ilişkin isabetli bir analiz yapmak için “Evet”in ve “Hayır”ın perde arkasına bakmaya çalışalım.
Evet Koalisyonu ve stratejileri
İhmal etmekte sakınca olmayan kimi küsuratları es geçer ve en görünürlerden başlayacak olursak Evet’in siyasi alandaki bayraktarlığını AKP ve MHP yapmakta. MHP’deki durum daha net görünmekle birlikte her iki siyasi öznenin de kayıpları var. Bugüne kadar sürükleyegeldikleri güçlerin tamamını Evet’in arkasına konsolide edemediler. Bu kayıpların yanı sıra, arkalarına dizmeye başardıkları “küçük ama mide bulandıran” Hüda-Par, BBP, Mesud Barzani’nin Türkiye KDP’si var.
Yeni Ortadoğu Projesi’nin rüzgarı ve bu projenin arkasındaki güçlerin desteğiyle kendini iktidar koltuğunda bulan Erdoğan, “ne oldum dememeli, ne olacağım demeli” düsturunu unutarak kapıldığı rüzgarın sarhoşluğuyla Türkiye’de Yüce Divan’ın, dünyada Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin kapısına kadar geldi.
Kendisini vazgeçilmez sanan ve şaşaalı günlerin avantajlarını kullanarak pozisyonunu kalıcılaştırmak isteyen Erdoğan, bölgesel ve yerel güçlerin ekonomik-politik manevralarını doğru okuyamadı ve hatta neredeyse 100 yıllık (öncesi bir yana!) mazisi olan, milyonlarca insanın kanı dökülerek, uğrunda dünya savaşları çıkartılarak kazanılmış eksenlerde değişiklikler yaratabileceği, gedikler açabileceği zannına kapıldı.
Geldiği noktada durumun kendisi açısından hiç de iç açıcı olmadığının sonuna kadar farkında olarak, referandumdan çıkartacağı Evet’le, bugüne kadar işlediği suçları temize çıkartacak “bir fırsat daha” yakalamaya çalışıyor.
Bunca falsoya rağmen halkın çoğunluğunu arkasına dizmeyi başarmış bir lider olarak, baş aktörü olduğu süreci kendinden hesap sorulamaz bir biçimde anayasal güvenceye kavuşturmak için yeniden güç odaklarının desteğini arkasına almak istiyor.
16 Nisan’da hile, şer ve baskıyla elde etmeye çabaladığı bir referandum zaferiyle Meclis’i yeniden dizayn etmek ve devlet yapısında bitiremediği dönüşümü anayasal olarak tamamlamak istiyor. Referandumun hemen ardından gündeme girecek olan erken seçimle Başkanlığını 2023’e kadar garantiye alıp, Cumhuriyet’in 100. yılına mutlak iktidar olarak girmeyi planlıyor.
Bu süreçte içine girdiği çapraşık ilişkiler bugüne kadarki destekçilerinin kendisine olan güvenini azaltmış olsa da, neoliberal, yayılmacı, saldırgan ekonomi politikalarıyla sermayenin, milliyetçi/devletçi politikalarla eski statükonun desteğini almaya çabalıyor.
Muhtemel ki bu güçlerle perde arkasında bu güne kadar “Sizin istediklerinizi, üstelik de toplumun büyük kısmının rızasını alarak, benim kadar kati şekilde uygulayacak bir iktidar bulamazsınız, birlikte çalışmaya devam edelim” dedi, diyor. Dünyada ve bölgede ekonomik/siyasal krizin derinleştiği böylesi bir süreçte, her koşulda toplumun önemli bir kesimini konsolide edebilen otoriter lider seçeneğini parlatıyor, pazarlıyor, satmaya çalışıyor.
Elbette kafasının arkasındakini harfi harfine bilemeyiz ancak, en yakınındakileri dahi gözlerinin yaşına bakmadan harcayan böylesine pragmatik bir liderin bugün destek istediklerini yarın fırsatını bulduğunda tereddütsüzce harcamak isteyeceğini bilmek için müneccim olmamız gerekmez.
MHP’nin, daha doğrusu Devlet Bahçeli’nin biçare, zavallı pozisyonuna değinmeye bile gerek yok aslında. Görebildiği tek ışık ise Erdoğan’ın devrilmesi durumunda bugün verdiği desteğin AKP tabanının bir kesiminin kendisine teveccüh edeceği yanılgısından sızıyor. Hâlbuki şimdilik karşılıklıymış gibi görünse de, referandumdan sonra Erdoğan’la tek taraflı bağımlı bir ilişki olacağı gün gibi orta yerde durmakta.
Evet’in silahlı kanadı
Evet Koalisyonu’nun silahlı alanında ise AKP’nin büyük oranda kontrolüne aldığı polis ve MİT teşkilatının yanı sıra, Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) içerisindeki Erdoğan destekçileriyle birlikte eski statüko (namı diğer Ergenekon) uzantılarını da görüyoruz.
Ergenekoncuları, kendisini yerinden eden Erdoğan ekibiyle koalisyona ikna eden temel mesele şüphesiz ki, Kürt Halkının başta Türkiye sınırlarında olmak üzere mümkünse diğer parçalarda da bir statü/ilerleme sağlamasının önüne geçmekti. Bunu “Türk Devleti” açısından beka sorunu olarak gören eski statüko güçleri, kan kusup kızılcık şerbeti içtik demeyi göze alarak, tetikçi Gülen Cemaati’nin devlet içerisinden tasfiyesi bonusunu da cebine koyup Erdoğan’la anlaştı. Bu anlaşmanın mutabakat metni 30 Ekim 2014 tarihli MGK toplantısının sonuç metnidir.
Yaşanan kaotik süreçten faydalanarak TSK içerisinde kendine küçük de olsa destekçi bulan -ya da onu kullanmak isteyen- Doğu Perinçek grubu ve Fethullah Gülen’in “uyuyan” kadroları dışında devletin kolluk kuvvetlerinin neredeyse tamamı, gerekçeleri ayrı ayrı da olsa, Evet Koalisyonu’nun arkasında dersek yanlış söylemiş olmayız. Buna gelecek günler için hazırlanan paramiliter güçleri de eklemekte fayda var elbette.
Toparlanmaya çok daha öncesinden başlayan eski statüko güçleri, 15 Temmuz başarısız darbe girişimini de kendisine iyi bir manevra imkanı olarak kullandı. 15 Temmuz sonrası, TSK’dan tasfiye edilen muvazzaf askerlerin yerine hatırı sayılır bir kadrolaşma yaptıkları Ordu’dan sızan bilgiler arasında. Elbette tokmağı elinde bulunduran Erdoğan da bu süreci kendisi için maksimum verimle kullandı. Ancak her halükârda TSK içerisinde etkisini arttıran ve konumlanışını yeniden yaygınlaştıran bir Ergenekon varlığından bahsetmek yanlış olmayacaktır. Üstelik TSK’nın NATO ve Pentagon’la nasıl bir girift ilişki içerisinde olduğunu bilenler açısından, bu kadar büyük bir savaş gücünün sadece Erdoğan’ın iki dudağı arasına teslim edilmeyeceğini tahmin etmesi hiç de zor değil.
Yeri gelmişken “Yeni bir darbe” olasılığına da değinmekte fayda var. Bu olasılık vardır ve gerçektir. Kemalist kahve sohbetlerinin “Darbe yapacak ordu mu kaldı?” hayıflanması gerçekliği pek de yansıtmıyor. Sırf TSK’nın hiyerarşik yapısının küçük bir kısmının ve silah gücünün çok azının aktive olduğu 15 Temmuz başarısız darbe girişiminin yarattığı çalkantı dahi düşünüldüğünde; 4.000'e yakın tank, 7.500 zırhlı savaş aracı, 240 savaş uçağı, 100'e yakın taarruz helikopteri, 16 fırkateyn, 8 korvet, 50 sahil güvenlik botu ve 650 bin askerlik devasa gücüyle ordu hiyerarşisinin tamamının -ya da önemli bir kısmının- katıldığı bir darbe girişiminin nasıl bir güç olduğunu düşünmek zor olmasa gerek! Hele ki bu askeri darbe sistemin asıl sahipleri tarafından tercih edilir bir enstrüman haline gelmiş olsun!
Erdoğan’ı ve yakın çevresini hedef alan bir askeri darbe, iktidar bloğunun ekonomik ve silahlı kanadının da ortak olduğu Erdoğan/AKP icraatlarından “en temiz” sıyrılma yolu olarak tercih edilebilir. Bir askeri darbeyle dönemin bütün suçu, günahı, sorumluluğu Erdoğan ekibinin sırtına yüklenmek üzere bir kez daha “kurtarıcı” rolüyle “Ordu/Our boys/bizim çocuklar göreve” çağrılabilir. Bu “yeni/temiz bir başlangıç”a ihtiyacı olan kesim düşünüldüğünde hâlâ aktüel bir tehlikedir. Belirtmeden geçmeyelim, böyle bir askeri müdahale girişimi asıl ve en büyük darbeyi muhalefet güçlerine/dinamiklerine, yani bizlere vuracaktır.
Erdoğan’ın sermayesi, sermayenin Erdoğan’ı
Evet Koalisyonu’nun ekonomik kanadında, 15 Temmuz sonrası tarumar edilmiş Gülenci sermayedarlar dışında kalan bütün kesimler mevcut. Erdoğan’ı “yoktan var eden”in aslında sermayenin desteği olduğunu söylemek gerçekliğe hiç de uzak düşmeyecektir. Finans Kapital’in 80 yıllık Kemalist Cumhuriyet formuyla sınırlarına dayandığı büyüme çizgisinde bir sıçrama, makas değişikliği yapma ihtiyacıdır AKP diye bir partiyi var eden ve Erdoğan’ı iktidara taşıyan. Müslüman coğrafya Yeni Ortadoğu Projesi’yle kapitalizme daha fazla entegre olurken, Osmanlı bakiyesi Müslüman bir hükümetle kapılacak paylar arttırılacak, ihracatın neredeyse yüzde 30’unu oluşturan enerji ithalatında yeni oyunlar kurmanın, kurulan oyunlara dahil olmanın imkanları zorlanacaktı. Ama evdeki hesap bir kez daha çarşıya uymadı maalesef!
Sadece MÜSİAD ya da Erdoğan’a yakın duran TÜSİAD üyeleri değil (Ülker, Ağaoğlu, Rönesans, vs..) sermaye örgütlerinin tamamı sesli ya da sessiz olarak Evet Koalisyonu’nun arkasında yer alıyor. Elbette, bunların arasında sıranın kendisine gelmekte olduğunu hisseden Doğan Grubu gibi kimileri sinik bir direnç göstermekte. Ancak bütünlüklü olarak bakıldığında Türkiye’nin yakın geleceğini belirleyecek ve neredeyse tüm dünyanın üzerine söz söylediği referandum üzerine sermaye gruplarından tek ses çıkmaması “korku”nun boyutundan çok zımni desteğe işaret ediyor.
Bu desteğin en temel nedenlerinden bir diğerini aşağıdaki tablo bütün çıplaklığıyla ortaya koymakta aslında. Bugün Erdoğan’a muhalefet etmesi beklenen büyük sermaye, Erdoğan iktidarından en çok nemalanan, en büyük payı kapan kesimdir.
Sermaye birikiminde adeta yeni bir sıçrama yaratan neoliberal politikaların (örgütsüzleştirme, güvencesizleştirme, esnekleştirme, kuralsızlaştırma) en acımazsızca uygulandığı süreç Erdoğan iktidarında yaşandı. Türkiye’de 1986-2016 yılları arasında yapılmış olan 68 milyar dolarlık özelleştirmenin yüzde 87,9’u AKP hükümetleri döneminde yapıldı ve bu özelleştirmelerde kârlılık payı en yüksek olanları büyük sermaye grupları kaptı.
Aşağıdaki tablo Türkiye sermayesinin en önde gelen gruplarından bir kaçının, AKP’nin iktidara geldiği yıldan bu güne sergilediği finansal gelişimi göstermekte. AKP’nin 15 yıllık iktidarı boyunca ekonomiden aslan payını alan çokça dillendirildiği üzere “yeşil sermaye” diye nitelendirilen MÜSİAD’ın değil -kaldı ki onun sadece “İslami/muhazafakar” niteliğine vurgu yapan, tekelci/tekel dışı konumlanışlarını ıskalayan bir kategorileştirme gerçekliği tarif etmekte çok yetersizdir!- Türkiye kapitalizminin amiral gemilerinin oluşturduğu TÜSİAD’ın üyeleridir. Tabloya örnek olması açısından alınan Ülker Grubu, her ne kadar AKP iktidarında yıllık konsolide cirosunda yüzde 886’lık bir büyüme gösterse de, ana grupların yanına dahi yaklaşamamıştır. Küçük bir araştırmayla benzer tabloları kamu ihaleleri, kârlılık oranları, ihracat rakamları alanında da bulabilirsiniz. Bir özel not olarak belirtmek gerekir ki Doğan Holding Erdoğan’la kapışmaya başlamadan önce yıllık cirosunu 13-14 milyar TL’ye kadar çıkarmış ama son üç yıldır hızlı bir düşüş yaşamıştır.
Bu tabloya bir de “suç ortaklıkları” (KOÇ’un Petkim’inde rafine edilip piyasaya sürülen IŞİD petrolleri, Ortadoğu’daki savaşa pompalanan silah, lojistik materyal ticareti, vs…) eklendiğinde sermayenin “evet” diyor oluşuna şaşırmanın şaşırtıcı olduğunu söylemeden geçmeyelim!
Emperyalist güçler ne diyor?
Son bir aydır kamuoyuna yönelik sergilenen performans dışında, emperyalist güçlerin ve sermayenin Türkiye’deki dönüşüme yönelik “büyük kaygı” taşıdığını, süreklileşecek bir karşı koyuş yönelimi içerisinde olduğunu söylemek saflık olacaktır. Şimdiki durumu kestirmeden ifade edecek en isabetli tarif “kurtla yiyip çobanla ağlama” halidir sanırım. Tüm dünyanın gözü önünde desteklenip büyütülen cihatçı çeteler, bir statü dahi verilmeyen milyonlarca Suriyeli sığınmacı, yurdun dört bir yanında patlatılan canlı bombalar, kelimenin gerçek anlamıyla “dümdüz edilen” Sur, Nusaybin, Cizre, yüzbinlerce gözaltı, işten atma, onbinlerce tutuklama aynı göğün altında yaşandı ve bu güçler sadece izlemekle yetindi.
Elbette monoblok bir sermayeden söz etmek, sermeye grupları, emperyalist ülkeler ve odaklar arasındaki çatlakları hiç görmeden sadece “kitabın orta yerinden konuşarak” politika yapmak bizleri güncel politikanın imkanlarından uzak tutacaktır. Ancak, sermayenin tarihsel hareketini/salınımlarını yok sayıp konjonktüre hapsolarak yapılacak erken/yüzeysel analizler de her seferinde bizi burjuvazinin başka bir manevrasının malzemesi durumuna düşürür. Bunun en açık örneklerini bilmem kaçıncı kez “Erdoğan’ın işi bitti, ipini çektiler” tespiti yapan analizlerde bolca görmek mümkün.
Birkaç HDP Milletvekili’nin ve milyonlarca Türkiyeli göçmenin Avrupa siyasi arenasında yürüttüğü mücadele karşılıksız kalmasa da hâlâ “somut” bir yaptırıma ve zorlamaya dönüşmüş değil. Almanya’da başlayıp Hollanda ve diğer Avrupa ülkelerine doğru hızla yayılan Erdoğan/AKP karşıtlığında tek gerekçe olmasa da, uzun süredir ısrarlı ve istikrarlı biçimde sürdürülen diplomatik ve fiili mücadelenin etkisi göz ardı edilemez. Şimdilik sadece içerdeki kamuoyuna mesajlar veren ve Erdoğan’ın hareket alanını sınırlandıran son müdahalelerin gerçek bir zorlamaya dönüşüp dönüşmeyeceğini 16 Nisan’dan sonra göreceğiz. Her ne kadar bugüne kadar olagelen pek çok gelişme Erdoğan’ın gözden çıkarıldığını işaret ediyor olsa da, referandumdan galip çıkmış bir Erdoğan’la emperyalistler arasında yeni bir “geçici” uzlaşma ihtimali hiç de uzak değil. Hele ki, mevcut tabloya bakarak “Erdoğan’ın ipi çekildi” rehavetine kapılmak düşülecek hataların en büyüğü olacaktır.
Almanya’nın/Avrupa’nın, Erdoğan’ın nobranlığına karşı elini tutuklaştıran öncelikli mesele sanıldığının aksine “Suriyeli göçmenler” meselesi değildir. Bu mesele emperyalist güçlerin almaktan çekinmeyeceği daha sert tedbirler ve başka tampon bölgeler aracılığıyla çözülebilirdi, nitekim iş bu noktaya doğru da evrildi.
Ancak asıl mesele doğu-batı emperyalist blokları arası kapışmada ellerini zayıflatmak istemiyor oluşlarıydı. Her ne kadar konuşulduğu gibi “basitçe” bir “eksen kayması” olabileceğini düşünmüyor olsalar da, Rusya, Çin ve İran’ı sınırlamak istedikleri uç bölgede bir zayıflama ve kaosun oluşmasına da göz yummak istemiyorlar. Anlaşılan o ki, 16 Nisan’da çıkacak sonuca göre bu konuyu daha net tutumlarla bir hale yola koymak niyetindeler.
Burada “eksen kaymasına” ilişkin bir parantez açmak gerekir sanırım. İzahata girişmeden önce sırf aşağıdaki ticaret hacimleri karşılaştırması dahi, Türkiye kapitalizminin nereden para kazandığı, nereye para kazandırdığını göstermek açısından oldukça açıklayıcı. Tabloya bakınca Türkiye’nin Şangay İşbirliği Örgütü’ne girip giremeyeceği net olarak görünmese de, ihracat-ithalat rakamlarına dikkat edildiğinde Şangay İşbirliği Örgütü’nün Türkiye’ye girdiği net bir şekilde orta yerde duruyor.
Bu tabloya, Türkiye sermayesinin batı sermayesiyle ortaklıklarını, karşılıklı yatırımları, TSK envanterinin NATO menşeli oluşunu, vs. ekleyin ve siz siz olun “Erdoğan Rusya’ya yanaşıyor, eksen değiştiriyor” derken iki kez düşünün.
Kaldı ki, “eksen kayması” , “emperyalizmin bir iç olgu olduğu” saptamasının da işaret ettiği gibi salt ekonomik bir mesele değil, aynı zamanda ve tepeden tırnağa siyasi bir meseledir. Yukarıda da bahsettiğim gibi oluşumu için iki dünya savaşı çıkartılmış bu eksenlere giriş çıkışlar o kadar kolay değil.
Hayır güçleri ve stratejileri
Evet güçlerinden bir “koalisyon” olarak söz edebiliyorken, Hayır güçlerini böyle bir “koalisyon” altında toplamak mümkün değil. Hayır’lar tek adam diktatörlüğüne karşı olma hususunda birleşiyor olsa da, bunun bir adım sonrasında hemen bir birine karşı pozisyon alma potansiyeli taşıyor. Her ne kadar 16 Nisan’a kadar işin bu kısmını fazla kurcalama niyetinde olmasak da, 16 Nisan’dan sonra bizi bekleyen hayatı doğru analiz etmek için meselenin bu yönüne de bakmak zorundayız.
Durum böyleyken, bütün parçalılığına rağmen birinin merkezinde CHP, diğerininkinde HDP olan iki Hayır eksenine bakarak değerlendirme yapmak yanlış olmayacaktır.
CHP’nin Hayır’ı
1950’den bu yana tek başına, 1995’ten bu yana da koalisyon ortağı olarak bile hükümet olamayan CHP, bütün silik, etkisiz, basiretsiz görüntüsüne rağmen belki de yakın tarihinin en büyük oyununu oynuyor. Baykal’ın bir “kaset operasyonuyla” başkanlıktan düşürülmesinin ardından CHP’nin başına “getirilen” “Alevi” Kılıçdaroğlu’yla birlikte hız kazanan “merkezin sağına açılarak kazanma” stratejisi, 2002’den bu yana girilen yedi seçimdir sonuç alamıyordu. Ancak bu sefer CHP kurmayları, belki de ilk kez, “kazan-kazan” hamlesini kurmaya soyundular.
Dokunulmazlıkların kaldırılmasına “Anayasaya aykırı olmasına rağmen” Evet oyu veren CHP, referandumda Hayır diyerek bir taşla iki kuş birden vurmak istiyor. Belli ki strateji; şayet referandumdan Evet galip çıkarsa kurulması planlanan iki partili yeni meclisin tek muhalefeti, Hayır galip çıkarsa ise tek adam rejimine geçişi durdurmuş müstakbel iktidar adayı olmak üzere kurgulanmış.
Bu strateji kurulurken belli ki sadece MHP’deki Bahçeli muhalifleri ve Gülen Cemaati destekçileri değil, HDP’nin etrafında toparlanan demokrasi dinamiklerinin de CHP’de konsolidasyonu planlanmış. Eş Genel Başkanları dahil 11 Milletvekili tutuklanmış, sürdürülen baskı, tutuklama ve şiddet politikaları aracılığıyla kriminalize edilerek kitle bağları kopartılmış bir HDP’nin yeniden toparlanamayacağı varsayılıyor ve oradan umudunu kesen kitlelerin kötünün iyisi olarak yeniden CHP’nin arkasına dizilmesi umut ediliyor.
Kürt meselesi, Alevi sorunu, soykırımlarla yüzleşme, modernist dayatmalar gibi rejimin (sistemin değil!) temel demokrasi sorunlarına ilişkin yaklaşımında hiçbir ciddi değişiklik yapmayan CHP, en basit düşünce sistematiği olan nedenselliğin olaylarla olgular arasındaki bağlantısına işaret eden “aynı nedenlerin aynı koşullar altında hep aynı sonuçları vereceği” ilkesini toplum mühendisliğiyle es geçebileceğini var sayıyor.
HDK/HDP ve diğerleri
7 Haziran zaferinin ardından içerisine düşülen basiretsizlik hali, HDK/HDP’yi oluşturan güç merkezlerinin taktiksel çatallaşması ve Erdoğan’ın “baskın basanındır” saldırganlığıyla üst üste çakışınca epey bir afalladığımız aşikâr. Canlı bombalar, 10 bini aşkın gözaltı, 3 binin üzerinde tutuklama, binlerce işten çıkartma ve güçlerinin yettiği her yerde ve alanda toplumsal linçe tabi tutulma bu afallamayı meşrulaştırabilir belki. Ancak siyaset son noktada yapabildiklerimizle kurulur, yapamadıklarımızın izahıyla değil.
Sendeleyen Erdoğan’a yüklenip onu devirmektense eski çizgisine dönmesini sağlamak üzere taktik yönelim belirlemenin bedeli hepimiz için çok ağır oldu. Oysa 7 Haziran’da aldığı darbe Erdoğan’ı epey sersemletmişti. Toparlanmasına, oyun bozarlığına meşruluk kazandırmasına izin vermemeliydik, yapamadık. “Leoparın kuyruğunu tutma, tuttuysan da bırakma!” diyen Afrika atasözünde olduğu gibi, ya o kuyruğu tutmayacaktık, tuttuysak da leoparı devirene kadar bırakmayacaktık!
Tabii burada kimi Kürt kentlerinde ilan edilmek istenen özerklik denemelerine de değinmemiz zorunlu. Sonuçta, bugünkü siyasal dizilimde en önemli etkisi olan gelişmelerden biri de özerklik denemeleriydi.
Bu hassas konu üzerine, dönem atlatıldıktan sonra daha rahat yazılıp çizilecek, Sur, Nusaybin ve Cizre’deki muhteşem direnişlerden çok önemli deneyimler çıkartılacaktır. Ancak bu hamlenin HDK/HDP perspektifinde yarılma yarattığını teslim etmek durumundayız.
Özü, demokratik devrimin öncülüğünü alan Kürt Özgürlük Hareketi’nin Türkiyeli ve Kürdistanlı ezilenlerin birleşik demokratik direnişiyle kazanma stratejisi olan HDK/HDP perspektifi, Sur, Nusaybin ve Cizre’de erken bir iktidarlaşma/ikili iktidar yaratma hamlesiyle kırılmaya uğradı. Birleşik demokratik halk direnişi stratejisi kitleler ve örgütlülük düzeyi henüz buna hazır değilken “devrimci halk savaşı” hamlesine sıçratılmak istendi. Elbette burada çatışma sürecini zorlayan ve başlatanın Erdoğan iktidarı olduğunu, Kürtlerin bir statü kazanmasını, Rojava’daki kazanımlarını engellemek için çatışma sürecini yeniden başlattıklarını vurgulamaya gerek dahi yok. Ancak biz bu hamlelere verdiğimiz yanıtları değerlendirmek ve ulaştığımız cevaplardan yola çıkarak yeni taktikler belirlemek durumundayız.
Kürt Özgürlük Hareketi’nin de bu değerlendirmeyi en gerçekçi şekilde yaptığına ve buradan çıkarttığı sonuçlarla referandum sürecinde izleyeceği taktiği belirlediğine canı gönülden inanıyorum. Bugün sokaklar yeniden hareketlenmeye başlamış, Gezi’nin ve 7 Haziran’ın yaratıcı coşkusu tekrar nefes almaya ve kendini hissettirmeye imkân bulmuşsa, bu, Kürt Özgürlük Hareketi’nin süreci doğru okuyarak siyaset alanına tekrar fırsat tanımasıyla mümkün oldu. Feda eylemlerinin, çatışmaların, baskınların yaşandığı bir süreçte Hayır çalışması sokakta nefes alamazdı. Kürt Hareketi’nin yaşanan süreçten doğru sonuçlar çıkardığının en büyük kanıtı, Erdoğan ve ekibinin tüm provokasyon girişimlerine rağmen silahı değil, siyaseti öne çıkartan tutumlarındaki ısrarlarıdır.
Bu uzun “Kürt Hareketi tutumu” parantezinden sonra yeniden Hayır meselesine dönersek; biraz da tüm bu anlattıklarımızın sonucu olarak toplumsal muhalefetin meşru önderliğini yitiren HDK/HDP, CHP dışında kalan Hayır’ları bir cephede toplayamadı. Elbette bunun tek sorumlusu HDK/HDP değil. Kürt Hareketi’yle aynı fotoğraf karesine girmemeye yeminli çevreler, bir kez daha deyim yerindeyse “top çevirme” imkanı buldular ve yaşanan süreci de gerekçe göstererek birleşik bir Hayır cephesi oluşmasına destek vermediler.
HDK/HDP’nin yönelimini belirleyen güçler geç de olsa durumu doğru analiz ederek, bu parçalı gerçekliği kabul edip ona göre bir konumlanışı sağladılar. Aldığı büyük darbelere rağmen bugün Hayır’ın taşıyıcı öznelerinin en başında HDK/HDP gelmeye devam ediyor. Son olarak gerçekleşen Newroz’larla Kürtler ve onların siyaset alanındaki öznesi HDK/HDP Hayır’da ağırlığını hissettirmeye başladı.
Yeniden tutmaya başlayan kitlesel/birleşik halk direnişi mayası geliştirilebilir, tüm bileşenlerce bu hatta ısrarcı olunursa, referandumdan çıkacak sonuç ne olursa olsun, HDK/HDP bir kez daha sürecin kurucu öznesi olma imkanını yakalayabilir. Referandum’dan Hayır çıkmasının sağlanması durumunda büyük bir moral üstünlükle, az farklı (bol hileli ve şerli) bir Evet çıkması durumunda da yenilmiş ama ezilmemiş, üstelik haklı ve meşru bir güç olarak 16 Nisan sonrasının toparlayıcı öznesi haline gelebilir.
HDK/HDP etrafında kuruluyor olmasa da, neredeyse mahalle mahalle hayat bulan Hayır Meclisleri HDK/HDP’nin toplumsal muhalefeti yeniden canlandıracağı habitatı olabilir.
Yeniden bir taktiksel çatallanmaya sürüklendiği taktirde ise, HDK/HDP tarihsel rolünü oynayamadan yavaş yavaş tarih sahnesinden çekilir.