Eylül ayının gelişi ile birlikte eğitim sistemine ilişkin tartışmalar yeniden hatırlandı. Özellikle, temel öğretimden ortaöğretime geçiş sınavı (TEOG) yerleştirmelerinde yaşanan sıkıntılar, okul müdürlerinin atamasında siyasi tercihlerin etkili olabileceğini düşündürten sözlü sınav uygulamasına geçiş, özel okullara kayıt için velilere devlet desteği adı altında teşvik parası verilirken, devlet okullarına kayıt için velilerden katkı payı ve bağış alınması gibi son dönemde gündeme gelen tartışmalar eğitim sisteminin çıkan çivisini gözlere sokmaya yetecek nitelikte. Ne yazık ki, toplumun bugününü ve yarınını belirleyen, milyonlarca insanın doğrudan içinde yer aldığı eğitim sistemine ilişkin sorunlar, okul zilinin çalması ile birlikte bu yıl da kendisine ayrılan kısa sürenin sonuna gelecek. Siyasilerin aklına düşüverecek enteresan fikirlerle yeni yasalarda torbalanıp ani bir gündem oluşturmazsa, eğitim sistemi tartışmaları bir sonraki sonbahara ertelenecek.
Henüz iki yıl önce Türkiye’deki eğitim sisteminin çok büyük bir ölçeğini yeniden şekillendiren 12 yıllık zorunlu eğitim düzenlemesi bile birkaç aylık kısa bir tartışmanın ardından her hangi bir tepki ile karşılaşılmaksızın uygulamaya konulabilmişti. Milli Eğitim Bakanlığı’nın yayınladığı verilere göre başlatıldığı 2012-2013 eğitim-öğretim yılında yaklaşık 15 milyon öğrenciyi doğrudan ilgilendiren ve eğitim biliminin temel ilkelerine aykırı olduğu bilim insanlarınca defalarca dile getirilen bu uygulama, siyasiler tarafından “ demokrasi tarihinin kara lekesi 28 Şubat’ın tarihin tozlu raflarına gönderilmesi” olarak sunulmuştu. Gerçekten de, Türkiye’de eğitim sisteminin politik tercihler ve düşmanlıklar üzerinden şekillendirilmesi yeni bir durum olarak nitelendirilemez. Modern toplumdaki gelişimi itibariyle eğitim sistemi özellikle de zorunlu eğitim, zaten ideolojik bir aygıt olarak kullanılma potansiyelini içinde barındırır. Özellikle modernleşmekte olan ülkelerde ulusun oluşumu, vatandaş kimliğinin belirlenmesi ve işgücünün yetiştirilmesi konusunda eğitim sisteminden özellikle faydalanılmaktadır. Hukukun doğrudan kural koyarak ya da yasaklayarak zor yoluyla değiştiremediği, özellikle değer ve ahlaka ilişkin davranış ve tutumlar, dolaylı olarak eğitim sitemine ilişkin hukuki düzenlemeler ile sağlanır. Şüphesiz eğitim, değişim yaratmada güç kullanımına göre çok daha başarılı bir işleve sahiptir. Türkiye’de de zorunlu eğitim düzenlemeleri benzer bir yaklaşımın ürünü olmuş; önceleri ortak bir dil ve kimlik yaratmanın, sekülerleşmenin ve modernleşmenin bir aracı olarak kullanılmış, daha sonra ise muhafazakar politikalar etrafında şekillendirilmeye başlanarak zaman içinde Türkiye modernleşmesinin iki kutbu arasında önemli bir çatışma alanı haline gelmiştir.
İKTİDAR DEĞİŞTİKÇE SİSTEM DEĞİŞİYOR
Siyasi iktidar değiştikçe yapılan yeni ve birbiriyle tamamen tutarsız düzenlemeler, eğitim sistemini, içinde her yıl milyonlarca çocuk ve gencin eritildiği kaynayan bir kazan görünümüne sokmuştur. Eğitim-Sen’in Haziran ayında yayınladığı eğitim raporuna göre 2013-2014 eğitim-öğretim yılında Anayasa’da devlet okullarında parasız olduğu düzenlenen ilköğretim için eğitim masrafı tam 5 kat artarak 3 bin 602 TL’ye yükselmiştir. Buna karşın, özel okullara vergi muafiyeti ve teşvik uygulamaları ile doğrudan desteklenmektedir. Milli Eğitim Bakanlığı’nın aynı döneme ilişkin istatistiklerine göre, zorunlu eğitim kapsamına alınmayan okul öncesi eğitimde genel okullaşma oranı yüzde 25 azalmış, pedagogların uyarılarına rağmen okul öncesi eğitim yaşındaki çocuklar, müfredatta herhangi bir değişikliğe gidilmeksizin zorunlu eğitime başlatılmıştır. Çok sayıda öğrencinin meslek liseleri, imam hatip liseleri ve açık liselere gitmeye zorlanması ile ise 2012-2013 eğitim-öğretim yılında ortaöğretimde yüzde 70 olan okullaşma oranı yüzde 34,47’e düşmüş; ortaöğrenime devam eden öğrencilerden açık liseye kayıtlı olanların yani örgün eğitim almayan öğrencilerin sayısı ise son üç yılda yüzde 40 oranında artmıştır.
Eğitim sistemine ilişkin politik yönelimin muhafazakâr kutba kaydığının en belirgin göstergesi olan imam hatiplerdeki gelişim ise hızla sürmektedir. En donanımlı ve altyapısı müsait okullar öğrenci ve velilerinin bilgisi dışında imam hatiplere dönüştürülürken; bu okulların kontenjanlarının artması ve otomatik TEOG yerleştirmeleriyle imam hatiplerde eğitim gören öğrencilerin sayısı hızla artmıştır. Milli Eğitim Bakanlığı’nın istatistiklerine göre 2012-2013 eğitim-öğretim yılında 1099 imam hatip ortaokulu varken 2013-2014 eğitim-öğretim yılında 1361 imam hatip ortaokulu bulunmaktadır. İmam hatip ortaokullarında okuyan toplam öğrenci sayısı 94 bin 467 iken 2013-2014 eğitim-öğretim yılında bu sayı toplam 140 bin 15’e kadar yükselmiştir. Buna karşın, meslek eğitimine erken başlangıç yapılması için ilkokullardan ayrıldığı öne sürülen ikinci 4 yıllık eğitim olan ortaöğretimde şaşırtıcı şekilde başka herhangi bir mesleki ortaokul oluşumuna gidilmemiştir. İmam hatip liselerine bakıldığında ise 12 yıllık zorunlu eğitim öncesinde 537 imam hatip lisesinde 268 bin 245 öğrenci varken 2013-2014 eğitim-öğretim yılında lise sayısı 854’e, bu okullardaki öğrenci sayısı ise 474 bin 96’ya yükselmiştir.
MUHAFAZAKARLAŞMA İMAM HATİPLE SINIRLI DEĞİL
Yeni sistemde, eğitim sistemindeki muhafazakârlaşma imam hatiplerle sınırlı kalmamaktadır. Hatırlanacağı gibi, 12 yıllık zorunlu eğitim düzenlemesinin en tartışmalı alanlarından biri “zorunlu seçimlik din dersi”dir. Eğitim mevzuatında bir ilke imza atılarak ortaokul ve liselerde öğrencilerin “Kur’an-ı Kerim ve Hz. Peygamberimizin hayatı” konulu bir dersi “seçebileceği” doğrudan kanunla düzenlenmiştir. Bu düzenleme, “Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi” dersinden sonra zorunlu eğitim sistemi içindeki bütün öğrencileri dini eğitime yönlendiren en belirgin düzenlemedir. Bilindiği gibi, eğitimde muhafazakârlaşmaya paralel olarak 1982 Anayasası ile ilk ve ortaöğretim kurumlarına zorunlu “Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi” dersi uygulaması getirilmiş, bu düzenleme anayasadaki laiklik ilkesine karşı ise sahip olduğu genel içerik ile savunulmaya çalışılmıştır. 12 yıllık zorunlu eğitim uygulaması içinde ne yazık ki kanuna ilişkin olarak yapılan eleştiriler doğrulanmış pek çok okulda seçimlik ders olarak sadece bu derse ve türevlerine yer verilmeye başlanması ile ilk ve orta okullarda din derslerinin toplam saati artmıştır. Yeni eğitim-öğretim yılına başlarken çıkarılan ortaöğretim kurumları yönetmeliği ile ise ortaöğretim kurumlarında ibadethane zorunlu hale getirilirken, Anadolu İmam Hatip Liselerinin imamlık, hatiplik, vaizlik, müezzinlik, Kur’an kursu yöneticiliği ve benzeri uygulamaya yönelik olarak başka kurumlardan destek alınabileceği düzenlenmiştir. Söz konusu düzenlemede, bu kurumların ne tür kurumlar olduğu ve desteğin niteliğine ilişkin ayrıntılara ise yer verilmemiştir.
Eğitim sistemine ilişkin hukuki düzenlemelerden kaynaklı bu sorunlara altyapı ve ödenek yetersizliği, öğretmen azlığı, yöneticilerin niteliksizliği ve ayrımcı uygulamalar eklendiğinde henüz altı yaşına gelmeden okul yoluna düşen ve en az 12 yıl boyunca bu eğitim sistemi içinde şekillenecek olan çocuklarımızı ciddi sorunlar beklemektedir. Ancak sanılacağının aksine, eğitim sisteminin mevcut hali üst üste yapılan hataların, belirlemelerdeki yetersizliklerin bir sonucundan ibaret değildir. Muhafazakar neoliberal politikalar ile eğitimin Anayasa’da yazdığının aksine bir hak olmaktan çıkarılması, vatandaş kimliğini şekillendiren ideolojik bir aygıt, alınıp satılan bir meta ya da ucuz işgücü üreticisi vasıtasına dönüştürülmesi eğitim sistemini bulunduğu noktaya getirmiştir. Rakamların açıklıkla ortaya koyduğu gibi yeni 12 yıllık zorunlu eğitim sistemi ile birlikte, genel ortaokul ve liselerin sayısı azaltılarak ve maddi destek verilerek orta sınıftan insanların çocuklarını özel okullara göndermesi teşvik edilmekte; emekçi sınıfların çocukları ise meslek liseleri ya da imam hatip okulları arasında bir tercih yapmaya zorlanmaktadır. Bu okullara devam edecek kadar dahi maddi imkanı olmayanlar ise örgün eğitim dışına çıkarak çocuk işçiler ve çocuk gelinler haline gelmektedir. Bu nedenle, mevcut toplumsal yapının ve gelecek kuşakların kaderi, eğitimin ideolojik ve politik çıktılarına göre düzenlenen bir araç olmaktan çıkarılarak bir hak olarak algılanmaya başlamasına bağlıdır.
İnsan hayatının giderek değersizleştiği, devletin güvenlik işlevini bile tam olarak yerine getiremediği bir dönemde, her ne kadar ileri bir talep gibi görünse de; eğitim hakkı, devletin, toplumun gelişmesi konusundaki yükümlülüklerini artırarak görünür hale getiren bir yaklaşımı beraberinde getirir. Eğitim sistemi böyle bir yaklaşımla ele alınmaya başlandığında ise toplumun gelişim yönü de siyasal iktidarın değil; katılımcı, demokratik ve çağdaş bir zeminde ele alınacak toplumsal dinamikler aracılığıyla belirlenebilecektir. Aksi, eğitim sistemi içindeki çocukların ve gençlerin hakları olan parasız, özgür ve bilimsel eğitim yerine sürekli bir belirsizlik ve endoktrinasyon ile karşı karşıya kalması sonucunu doğuracaktır. Eğitim sisteminin çıktısı, ucuz işgücü oluşturacak itaatkar nesiller olduğu sürece bu durum siyasal iktidar açısından bir problemden çok, bir olanaktır. Dolayısıyla; devlettin kendiliğinden, maddi yükümlülükleri beraberinde getirecek ve çoğulcu demokrasinin altyapısını oluşturacak hak temelli bir eğitim sistemi oluşturması beklenemez. Öyleyse; henüz Eylül ayı bitmeden, “sevgili” çocuklarımızı okul sıralarına terk etmeden, onları nereye ve neye teslim ettiğimizi şöyle bir durup düşünmekte fayda vardır. Eğitim sistemine ilişkin sorunlar, sadece eğitimcilerin sorunları olmadığı gibi, eğitimin devlet tarafından bir hak olarak algılanması ve bu yönde düzenlemelerin yapılması eğitim konusunda bir hak mücadelesi yürütülmeksizin mümkün değildir.
(Radikal – 16 eylül 2014 – Dr. Ceren Akçabay – Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi)