SEÇTİKLERİMİZ- Dr. Mustafa Peköz’ün Sendika.org’taki yazısı: Başkanlık sistemiyle iktidar gücünün tek kişide merkezileştirilmesi hiçbir şekilde istikrarı sağlayamaz. Bölgede kaybeden bir Türkiye’nin içte demokratikleşme hamlelerini sağlamadan istikrarı sağlaması mümkün değildir.
Başkanlık sistemiyle iktidar gücünün tek kişide merkezileştirilmesi hiçbir şekilde istikrarı sağlayamaz. Bölgede kaybeden bir Türkiye’nin içte demokratikleşme hamlelerini sağlamadan istikrarı sağlaması mümkün değildir. Bölgesel savaş stratejisinde yenilmiş olan Türkiye’nin egemen güçleri, iç savaşa yönelerek büyük yıkımlar gerçekleştirebilir ancak kazanma şanslarının olmayacağı da açıktır.
AKP-MHP ittifakına dayanan anayasa değişikliği taslağı tamamlandı ve önümüzdeki birkaç hafta içerisinde oylanması hedefiyle parlamentoya sunuldu. Üzerinde anlaşmaya varılan 21 madde, birkaçı hariç cumhurbaşkanı görevine ilişkin düzenlemeler olup sistemin yeniden örgütlendirilmesi amacına yöneliktir.
Yapılması kararlaştırılan ve sistemin idari yapısını önemli oranda değişime uğratan anayasa değişikliği üzerinde tartışmalar başlamadan, İstanbul’da gerçekleştirilen eylem sonucu 44 kişi yaşamını kaybetti. Bu eylem gerekçe gösterilerek, toplumsal dinamiklere karşı bir saldırının başlatılacağı, bu sürecin de iktidar gücünün merkezileştirilmesinin bir aracı olarak kullanılacağı anlaşılıyor.
Başkanlık veya parlamenter sistem tanımlaması, rejimin niteliğine ilişkin stratejik bir değişimi ifade etmez. Bu bakımdan sistemin içyapısında hangisinin tercih edilmesi gerektiğine dair yapılan tartışmalar esasen biçimseldir. Rejimler, ekonomik, sosyal ve politik gelişmelere, uluslararası ve bölgesel değişimlere göre anayasalarında bir kısım değişimleri kaçınılmaz olarak yaşama geçirirler. Dünyanın değişik ülkelerinde olduğu gibi Türkiye’de de, uygulamaya geçirilen yönetim modellerin tamamı rejimleri korumaya ve sürekliliğini sağlamaya dayanır. Her ülkenin tarihsel, sosyal, politik, kültürel ve ekonomik koşulları ve gelişmişlik düzeyi sahip olduğu devletin işleyişini belirler. Bu nedenle bir devletteki rejimin yapısı bir başka devletinkine benzemeyebilir ama bunlar birbirinden etkilenebilir ve örnek modeller olarak yararlanabilir.
Başkanlık sisteminin geçerli olduğu ABD, federal devletler sistemidir. Almanya da parlamenter sistemle yönetilir ancak eyalet sistemi geçerlidir. Rusya’da güçlü bir başkanlık rejimi vardır ama sistem federasyondur. AB, ABD, Rusya ve hatta Çin, Hindistan gibi ülkelerde federal yapıya dayanan sistemlerin sürekliliğini sağlayan mekanizmalar oldukça güçlüdür. Başkanların yetkileri kontrol edilebilir ve denetlenebilir mekanizmalar sanıldığından daha güçlü ve etkilidir. Bu ülkelerde sistemin yapısını belirleyen eyaletler olup, merkezi devletle eyaletler arasında anayasal bir denge söz konusudur.
Anayasaların kimler tarafından yapıldığı sorunu önemli olmakla birlikte, rejimin niteliksel yapısında esasa ilişkin bir değişiklik oluşturmaz. Özellikle Anayasa hukuku bakımından tartışma konusu olan “kurucu” iktidarların anayasayı değiştirmeleri, devleti ve politik sistem bakımından çok özel bir değişimi ifade etmez. Önemli olan şudur; Anayasa, esasen sistemin dönemsel ihtiyaçlarına yanıt veren ‘hukuksal’ düzenlemelerin belirlenmesi ve rejimin geleceğinin kontrol altına alınmasıdır. Sistemler uluslararası gelişmelere, bölgesel dengelere, ülke içindeki ekonomik, sosyal ve politik gelişmelere bağlı olarak kendi içyapısını yeniden düzenler, planlar veya organize eder. Bütün bunları kendisi bakımından belirlenen bir hukuk sistemi içinde yapar. 50 yıl önce belirlediği hukuksal değişimlerin bugünkü gelişmelerin gerisinde kaldığına karar verilirse, yeni dönemdeki gelişmelere uygun hukuksal düzenlemeler yapabilirler. Önemli olan toplumsal ihtiyaçlara, politik ihtiyaçlara yanıt veren bir düzenlenmenin yapılmasıdır.
Parlamentonun etkin olduğu siyasal rejimlerin mutlak olarak demokratik olduğu, başkanlık sistemlerinin anti-demokratik olduğu sonucuna da varılmaz. Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana parlamento işlevseldir. Ancak 1946’lara kadar Cumhurbaşkanı olarak M. Kemal’in ve İ. İnönü’nün mutlak egemenliğinden bahsedilir. 1960 askeri darbesinden sonra darbecilerin yaptığı anayasada başbakanlık kurumu ve parlamento kurumsal olarak ön plana çıkartıldı. Bu değişim Türkiye’yi demokratikleştirmedi. 1980 askeri darbecileri tarafından oluşturulan anayasada ise parlamentonun etkinliğine paralel olarak cumhurbaşkanlığı da daha aktif hale getirildi. Oluşturulan anayasaların tamamında bütün idari yönetim işleri ve karar merci olarak Ankara merkez üs olarak belirlendi. Bir başka tanımlamayla merkezileşme Ankara’da somutlaştırıldı.
Türkiye’de anayasanın özünü oluşturan ilk dört maddedir. Parlamenter veya uygulanmaya konulacak olan başkanlık sisteminin özünü oluşturan Anayasanın ilk dört maddesi, rejimin politik karakterini yansıtıyor. Rejimin idari yapısı ve politik bakış açısı dikkate alındığında ne Kürtlerin ne Alevilerin ne de diğer sosyal katmanların sosyal-politik sorunlarına çözüm bulundu. AB aday ülkesi olmakla birlikte toplumun demokratikleştirilmesine yönelik sistem içi niteliksel değişimlere gidilmedi. Tersine sisteme muhalif bütün toplumsal dinamiklerin tasfiye edilmesi kararı alındı. Ulus devlet anlayışına dayanan parlamenter sistem, demokratikleşmenin ve toplumsal özgürlüklerin geliştirilmesinin önünde bir engel olarak işlev gördü.
Darbeci generallerin oluşturduğu 1982 Anayasası ile Türkiye’nin 50 yıllık geleceğinin belirlenmesi hedeflendi. Dünya kapitalist sistemindeki gelişmeler, küreselleşmenin oluşturduğu boyut, bölgesel ilişkilerde ve özellikle Ortadoğu dünyasında meydana gelen hızlı değişimler, mevcut anayasayı önemli oranda işlevsizleştirdi. Süreklileşen toplumsal-politik kriz rejimin yeniden yapılandırılmasını bir bakıma zorunlu hale getirdi. AKP-MHP ittifakına dayanan anayasa değişikliği, parlamenter sistemden esasen cumhur-başkanlık sistemine geçiştir. Bu geçişin esası, sistemin karşı karşıya sahip olduğu sorunlardan kaynaklanmaktadır. Rejim krizinin Ankara’da merkezileşen yetkilerin doğrudan cumhurbaşkanı tarafından kullanılmasıyla çözülebileceğine karar verildi. Sistemin idari krizi olarak tanımlanan yönetim krizinin aşılması, karar mekanizmasının hızlı ve etkili işleyebilmesi için idari yapının tek bir kişi tarafından yönetilmesi tercih olarak ön plana çıkartıldı.
Burada önemli iki soru gündeme geliyor. Birincisi, başkanlık sistemini dayatan politik koşullar nelerdir? İkincisi, bu sistem ile istikrar sağlanabilir mi? Ya da politik kaosa son verilebilir mi?
1920’li yıllarda uluslararası güçlerin oluşturduğu İran-Irak-Suriye-Türkiye merkezli ‘milli misak’ sistemleri dağılmaya başladı. Küresel kapitalist sistemin Ortadoğu merkezli oluşturduğu stratejinin uygulanmaya konulmasıyla güç dengeleri çok önemli oranda değişti. Irak’ta Güney Kürdistan’ın, Suriye’de Rojava/Batı Kürdistan’ın toplumsal-politik bir iktidar gücü haline gelmesi, Ortadoğu’da 21.yüzyılın politik stratejisine yanıt veren yeni milli misakların oluşturulmasıdır. Bu stratejinin merkezinde ‘Kürdistan’ bulunuyor. 20. yüzyıla dayanan milli misakların dağılmasında çok daha güçlü olarak etkilenecek ülke Türkiye’dir. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın mevcut sınırları tanımadığı yönündeki açıklaması, “Ya büyüyeceğiz ya da küçüleceğiz” olarak tanımladığı politik yönelim Ankara’yı bekleyen tehlikeyi işaret ediyor. Ankara’nın ortaya çıkan bölgesel politik krizi aşmak için ‘büyümek’ yani başka devletlerin topraklarını işgal politikasına yönelmek istediğini gösteriyor. “Musul bizimdir, Halep bizimdir, Adalar bizimdir” tezi de bu politik yönelimin somutlaşmış halidir. Bölgesel değişimde yer almak ve kendi planlarını uygulayabilmek için rejimin çok daha üst düzeyde merkezileştirilmesine ihtiyaç duyulmaktadır. AKP ve MHP’nin ortak politik stratejisi, bölgesel krizden çıkabilmek için ‘büyüme’ hamlesini, yani komşu toprakları işgal etmeyi arzulayan politikayı uygulamayı amaçlamaktadırlar. Ankara merkezli mevcut sistemin idare yönetimiyle bunun mümkün olmadığı görülüyor. Bu nedenle parlamentoda toplanan gücün ve yetkilerin çok önemli oranda cumhurbaşkanına devredilerek, daha üst düzeyde merkezileşmenin gerekli olduğuna karar verildi.
MHP-AKP ittifakının esası; öncelikli olarak stratejik yakın tehlike olarak gördükleri Kürtlerin bölgesel gücünün kırılması ve etki alanının sınırlandırılmasıdır. Sonra, olası maceracı politikaların yaşama geçirilmesinde muhalefet edecek bütün toplumsal dinamiklerin etkisizleştirilmesidir. Bu iki temel olgu için iktidarın tek elden merkezileştirilmesi ve sistemin idari yapısının cumhurbaşkanından somutlaştırılması rejimin bekası için gerekli ve zorunlu görülmektedir. Bunun bir başka anlamı, sistem içi demokratikleşmenin bütünüyle ortadan kaldırılması ve çok daha somut olarak tek elden yönetilen bir dikta rejiminin kurulmasıdır. Türk usulü denen cumhurbaşkanlığı sisteminde ABD, AB, Rusya’da olduğu gibi yönetim mekanizmasını kontrol eden kurumsal yapılara ihtiyaç duyulmamaktadır.
Peki, Anayasa değişikliğiyle yaşamak geçirilmek istenen bu politik stratejinin uygulanabilirlik düzeyi nedir. Burada birkaç noktaya dikkat çekmek gerekir. Bugün rejimi kontrol eden güçler, yönetim erkinin tek bir kişide somutlaşması gerektiğine inanmaktalar ve bu yönde karar aldılar. Ancak sistem içerisindeki dengeyi sağlayan güçler tek bir bütün değildir. İslamcı iktidar güçlerinin önemli bir kesimi iktidarın tek bir kişide somutlaşmasından yana olmakla birlikte, bu sürece karşı çıkan etkili bir güç bulunuyor. Bahçeli merkezli MHP’nin, AKP ile yaptığı ittifakın, bu partinin tabanında ciddi bir karşılığı olmadığı görülüyor. Bu nedenle MHP tabanının önemli bir kesiminin, MHP-AKP irtifakına dayanan Anayasa değişikliğine onay vermeyeceği anlaşılıyor. CHP, devleti kuran parti olarak başkanlık sistemine geçişle devlet içerisindeki ayrıcalıklarını kaybedeceği kaygısıyla karşı çıkmaktadır. Ayrıca 15 Temmuz darbe girişimi karşısında AKP ile ittifak yapan ulusalcı kesimlerinin önemli bir kesiminin ulus devletin sembolü olarak görülen parlamento sistemden yana tutum alması ile ittifakın bozulacağına dair ilk veriler ortaya çıkmaya başladı.
Burada iki gücün tutumu önemli oranda etkili olacaktır. Gülen Cemaati’nin darbe girişimi karşısında AKP hükümetine aktif destek veren İstanbul sermayesinin alacağı tutum önemlidir. Çok açık olmamakla birlikte İstanbul sermayesi iktidar gücünün tek bir kişide somutlaşmasına sıcak bakmamaktadır ve iktidar gücününde cumhurbaşkanı-parlamento dengesinin korunmasından yanadır. İkincisi Gülenci darbe girişimi karşısında çok ciddi oranda darbelenen ve prestij kaybeden Genelkurmay’ın tutumudur. Bugünkü veriler dikkate alındığında AKP-MHP ittifakına dayanan politikalara uyumlu görünmekle birlikte, bu uyumun değişmesi söz konusu olabilir.
Devletin bütünüyle dışladığı Kürtlerin tutumu son derece önemli ve etkilidir. AKP-MHP ittifakının amaçlarından biri de Kürtlerin anayasa değişiminde oy kullanmasının engellenmesidir. Kürtlerin sandık başına gitmesi engellenerek, evet oylarının attırılması planı mutlak bir şekilde uygulanmak istenecektir. Türkiye’de önemli bir dinamik olan Alevilerin önemli bir kesiminin AKP’ye karşı bir tutum içinde olmaları süreci etkileyecek önemli bir faktördür. Sisteme muhalif olan diğer demokratik-toplumsal güçler de, sistemin tek elden merkezileşmesine karşı çıkmaktadırlar. Bu verilerden yola çıkarak, Anayasa değişikliğinin parlamentoda 330 barajını aşması yüksek bir olasılıktır ancak halk oylamasında ise dengeler değişebilir. Başkanlık sistemine geçiş çantada keklik değildir. Önümüzdeki süreçte ittifak ilişkilerinde tahmin edilmeyen sürprizler gündeme gelecektir. Referandumda ‘Hayır’ oylarının fazla çıkmasının, güç dengelerin çok önemli oranda değişmesine yol açacağı kesindir.
Kaostan politik çıkarlar elde etmek
Türkiye’nin bölgesel alanda ve içerdeki krizi tahmin edilenden çok daha fazla karmaşık bir şekilde ilerliyor. Bölgesel stratejisi çöken Ankara, iç politik istikrarını korumak için saldırı politikasını esas aldı. Bütün dikkatini toplumsal dinamiklerin tasfiyesine verdi. İç istikrarı bu tarzda sağlayabileceğini hesaplayan AKP-MHP ittifak gücü, toplumsal kaousu derinleştirmeyi, sosyal katmanlar arasında kutuplaşmayı teşvik ediyor. Rejimin ayakta kalması ve sürekliliğini sağlaması konusunda kendisine olan güvensizlik, merkezileşmeyi bir bakıma zorunlu hale getiriyor. Demokratikleşme hamlelerinin dağılma korkusuna yol açtığı düşüncesi, sistemin stratejik kurumlarına hakim hale gelmiş bulunuyor. Bu nedenle demokratikleşme hareketlerini geliştirerek, toplumsal uzlaşı içerisinde aslında demokratik alanı genişleterek ortak bir çözümü teşvik etmek yerine merkezileşerek, toplumsal dinamikleri tasfiye ederek, varlığını koruma telaşı içerisinde oldukları görülüyor. Örneğin İstanbul’da 44 kişinin yaşamını yitirmesine yol açan patlamanın, toplumun farklı güçleri arasındaki iç çatışmanın derinleştirilmesi ve başkanlık sistemi için bir avantaja dönüştürülmesi amaçlanmaktadır. Toplumsal kutuplaşma esasen iç savaşın ön hazırlıkları olarak değerlendirilmektedir. Türkiye’nin toplumsal dinamikleri arasında kışkırtılmaya çalışılan ve özellikle Kürtler ve Alevileri hedefleyen bir iç çatışmanın derinleştirilmesi, bölünmenin resmileştirilmesidir. İstanbul’daki saldırı nedeniyle HDP’nin hedef tahtasına oturtulması, gelecekte çatışmanın nereye doğru evrileceğini gösteren önemli bir işarettir. Önümüzdeki süreçte Kürt, Alevi ve demokratik güçlere karşı katliam türü saldırıların gündeme gelmesi sürpriz olmayacaktır.
Başkanlık sistemiyle iktidar gücünün tek kişide merkezileştirilmesi hiçbir şekilde istikrarı sağlayamaz. İstikrar, toplumsal taleplerin karşılanmasıyla, politik özgürlüklerin ve ekonomik dengelerin sağlanmasıyla gerçekleşebilir. Bölgede kaybeden bir Türkiye’nin içte toplumun ihtiyaçlarına yanıt veren demokratikleşme hamlelerini sağlamadan istikrarı sağlaması mümkün değildir. Bölgesel askeri savaş stratejisinde esasen yenilmiş olan Türkiye’nin egemen güçleri, iç savaşa yönelerek büyük yıkımlar gerçekleştirebilir ancak kazanma şanslarının olmayacağı da açıktır.
İktidar gücünü merkezileştirerek içte topyekûn yıkım stratejisi üzerine kurduğu savaş, politik ve toplumsal istikrarı sağlayamayacağı gibi orta vadede iç dinamiklerini de önemli oranda kaybeder.
Demokratik güçler, parlamenter veya başkanlık sistemi arasında bir tercih yapmak zorunda değildir. Önemli olan demokratikleşmeyi esas alan, iç barışı gerçekleştiren, toplumun sosyal katmanları arasında ekonomik dengeleri sağlayan bir politik sistemi tercih etmektir.
Bölgesel dengelerin dışına düşmüş, İslamcı güçlerle ilişkisi tescil edilmiş, kaybedenler grubunda temsil edilmiş Türkiye’nin geleceği için en uygun yönetim eyaletler sistemine dayanan başkanlık veya parlamenter rejiminin uygulanmasıdır. Bugünkü politik dengeler ve kaos ortamında bu mesele konuşulmamakla birlikte, varlığını devam ettirmek isteyen bir rejim için zorunlu ve kaçınılmaz.