SEÇTİKLERİMİZ- Dr. Mustafa Peköz’ün Sendika.org’daki yazısı:Ankara NATO’dan çıkıp Şanghay İşbirliği Örgütü’ne girer mi?
Dr. MUSTAFA PEKÖZ
Türkiye’nin devlet politikası olarak belirlediği uluslararası güvenlik stratejisi üzerine özellikle Cumhurbaşkanı tarafından başlatılan tartışma politik olarak neyi ifade ediyor? Türkiye’nin içerisinde yer aldığı ve aynı zamanda Ankara’nın küresel güç ilişkilerinde safını mutlak olarak belirlediği stratejinin değişmesi söz konusu olabilir mi? Askeri, politik ve ekonomik bakımdan tabi olduğu küresel kapitalist sistemden kopup bir başka yöne doğru evrilmesi pratik olarak gündeme gelebilir mi? Bu sorulara verilecek yanıt esasen Türkiye’nin özellikle askeri ve politik konumlanmasının ne olduğu hakkında bize bir fikir verebilir.
Ankara’nın iç politik dengelerini esasen uluslararası ilişkilerle olan bağları belirledi. Özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki uluslararası politikada ortaya çıkan güç dengesi ilişkileri, Türkiye’nin jeo-politik konumunu çok daha fazla belirgin hale getirdi. Sovyetler Birliği ve ABD merkezli oluşan uluslararası saflaşmada Türkiye, ABD’nin yanında yer aldı. Dünya kapitalist sistemin askeri savaş gücü olarak oluşturulan NATO’nun iki stratejik merkezi oluşturuldu: Yönetim ve organize güç merkezi olarak Belçika/Brüksel ve saldırı gücü olarak Türkiye/Ankara ön plana çıkartıldı.
NATO ile Ankara arasındaki stratejik ilişki, Türkiye’nin savaş stratejisini oluşturan ordunun iç organizasyonu ve savaş gücü bütünüyle NATO’ya endeksli hale getirildi. 60 yılı aşan bu stratejinin arka planında ABD merkezli NATO’yu oluşturtan güçlerin uluslararası ve bölgesel stratejileri ve çıkarları bulunuyor. Türkiye’de hiçbir politik güç bu dengeyi değiştirme şansına sahip olmadı. Sorun Türk ordusunun NATO konseptine göre organize edilmesinin çok ötesini oluşturuyor. Türk devlet yapılanması ve sistemin işlerini organize eden yani devlet kadrolarının çok büyük bir kısmı, NATO konseptine göre eğitildiler. Aynı şekilde Türkiye ekonomik olarak NATO’nun yönetim merkezini oluşturan devletlere bağımlı hale getirildi. Bunun bir başka anlamı, Türkiye, NATO içerisinde en çok tartışmalı olan bölgelerde ve askeri-politik riskin en yoğun olduğu bir alanda öncü vurucu güç olarak konumlandırılmak istendi ve böyle bir işleve sahip oldu.
NATO’nun yönetim merkezlerini oluşturan güçlerle Türkiye arasındaki ilişkilerde politik bağımlılık tahmin edilenden çok daha derin ve köklü bir yapıya kavuştu. Örneğin Türkiye’de yapılan bütün askeri darbelerin NATO merkezli olması bir tesadüf değildir. Seçimle geldiğini sandığımız bütün hükümetlerin arka planında yönetim merkezlerinin bulunduğunu, bunların da Brüksel’den, Londra’dan, Washington’dan talimat aldıkları, onların belirlediği ekonomik-politikaları uyguladıkları yıllar sonra yayınlanan belgelerde okuyoruz. Bu bakımdan Türkiye’nin uluslararası stratejisi sanıldığı gibi tek başına keyfine göre belirlemedi ve uyguladığı bir hatta ilerlemedi.
Sovyetler Birliği’nin dağılması ve küresel güç ilişkilerinin yeniden tanımlanmaya başlanması, uluslararası ve bölgesel güç ilişkilerinin yeni dengelere göre şekillenmesi, ittifak ve bağımlılık ilişkilerini de doğrudan etkiledi. Her devlet ortaya çıkan yeni konsepte uygun bir askeri ve politik strateji belirlemek veya güç ilişkilerinde kendisine yeni bir alan açmak istedi. Özellikle küresel güçlerin rekabet ve çatışma alanına dönüşen Ortadoğu coğrafyasının yeniden şekillendirilmesi, bölgedeki devletleri çok daha fazla etkiledi. Afganistan’da başlayarak yayılan savaşın Irak ve Suriye’yi kapsayarak genişlemesi, küresel askeri ve politik stratejinin yeniden tanımlanmasını zorunlu hale getirdi.
ABD merkezli NATO askeri gücünün savaş konsepti de zorunlu olarak değişti. Daha çok Asya ve Ortadoğu’yu kapsayan küresel askeri savaş stratejisine uygun bir NATO konseptinin oluşturulması ve NATO üyesi devletlerin savaş konseptinin de bu ‘yeni’ planlamaya uygun hale getirilmesi kararı alındı. Afganistan’dan Irak’a kadar süren küresel savaşta uluslararası güçler olarak tanımlanan askeri birlikler esasen NATO merkezli askeri güç olduğu çok açıktı. Bugün Irak ve Suriye’de IŞİD’e karşı yürütülen savaş gücünün önemli bir bölümü NATO merkezli devletlerin askeri birlikleridir. Bu bakımdan NATO’nun belirlediği savaş konsepti, Ortadoğu coğrafyasında çok kapsamlı olarak uygulanıyor.
Türkiye’nin özellikle Suriye merkezli bölgesel politikalarında ABD ve AB ile dahası NATO merkezli askeri güçlerle ters düşmeye başladı. Kendi başına bölgesel bir güç olma stratejisi izleme kararı alması, ‘radikal’ İslamcı gruplarla işbirliğine yönelmesi ve hatta bunları kontrol edecek düzeyde liderlik veya abilik rolü üstlenmesi, Türkiye’nin NATO merkezli ittifak ilişkilerini tartışır duruma getirdi.
Türkiye’nin belirlenen küresel stratejinin dışında, kendi politik yönelimlerine uygun bölgesel ittifaklara yönelmesi, esasen NATO stratejisini boşa çıkartma hamleleri olarak algılandı. Türkiye’nin çıkarları bakımından giriştiği arayışlar, iç politik dengeleri de etkilemeye başladı denebilir. ABD merkezli askeri güçlerin Irak’a müdahalede bulunmak için Türkiye üzerinde Güney Kürdistan’a kara birliklerini gönderme isteğinin TBMM’den reddedilmesinin siyasal sorumluluğunun faturası orduya kesildi. Ordu içerisinde sayısal olarak az ama yönetim kademesinde yer almaları nedeniyle etkinlik alanı artan generallerin başlattığı Avrasya politikasına yönelimleri NATO içerisinde ciddi bir tepkiyle karşılandı. NATO, dört kez darbe için görevlendirdiği orduya karşı ilk kez darbe yaptı. AKP ve Gülen Cemaati kullanılarak Balyoz ve Ergenekon ile başlatılan süreç esasen NATO’nun genelkurmay merkezine yaptığı bir operasyondu. Bunun bir başka ifadesi, Asya’ya yönelme politikasını benimseyen generallerin tasfiyesinin sağlanması ve NATO’nun küresel stratejisi dışında her hangi bir yönelime izin verilmeyeceğinin beyanı olarak değerlendirildi.
ABD ve AB merkezli NATO, Ankara’nın tek yöne bağımlı bir güç olmaktan çıkarak, çıkarlarını esas alan ‘yeni’ askeri-politik ilişkilere yönelmesini dikkatle ve kaygıyla izliyor. Peki, Ankara merkezli iktidar gücü bunu sağlayabilir mi? Yoksa böyle bir yönelim mesajını vererek bir bakıma süreklileştirdiği şantaj politikası ile elini güçlendirmek mi istiyor?
Türkiye’nin NATO ile olan askeri-politik bağların, herhangi bir hükümetin tek başına değiştirme şansının olmadığını vurgulamak gerekir. Bunun yakın tarihimizdeki en çarpıcı örneği, Çin’den füze savunma sistemleri alınmak istenmesi üzerine yaşananlardır. Çin maliyeti oldukça düşük olan füze sistemlerinin teknolojisini de Türkiye’ye satmayı kabul etmişti. İki yıl süren pazarlıklara rağmen, Türkiye, Çin’den bu silahları almadı, değil, alamadı. Bunun iki temel nedeni var: Birincisi Türkiye, NATO’nun savaş konseptine dâhildir. Bu nedenle Türkiye’nin savaş teknolojisi NATO standartlarına uygun olmak zorundadır. Türkiye’nin NATO dışında bir ülkede güçlü füze savunma sistemleri alması, NATO’nun savaş konseptinin dışına düşmesi anlamına gelir. Bu bütünüyle NATO dışında ve hatta NATO’ya alternatif yeni bir savaş gücü konseptine dâhil olmasıdır. Askeri olarak bunun mümkün olmadığı gibi Almanya’nın NATO’da görevli generali de, ‘Türkiye’nin bu girişiminin NATO’ya ihanet olacağını’ çok açık bir olarak ifade etti. Türkiye, kendisi için çok uygun olmasına rağmen Çin’e ait füze savunma sistemlerini alamadı, dahası bunu izin verilmedi.
İkincisi, Erdoğan tarafından birkaç haftadır gündemleştirilen Şanghay Beşlisi’ne girme ve Rusya’ya ait S-400 füze savunma sistemlerinin alınması meseledir. Bu iki konu Türkiye’nin NATO ile ilişkilerini ve aynı zamanda güçlü görünen iktidarın geleceğini belirler. Şunu çok açık olarak ifade etmek gerekir ki, Türkiye Çin füzelerinde olduğu gibi Rusya’ya ait olan S-400 savunma füze sistemlerini alamaz. NATO buna izin vermez. NATO askeri konseptine göre organize edilmiş Türk ordusunda NATO dışında bir askeri sistemin kullanılmasına izin vermezler. Ancak, sorun bunun çok ötesinde Türkiye’nin jeo-politik olarak kimin safında yer alacağıyla ilgilidir. Bu nedenle NATO baş belası olan Rusya ait savaş sanayisine ait araçların sadece Türkiye’de değil NATO üyesi hiçbir ülkede kullanılmasına izin vermiyor, vermez. Bu bakımdan Erdoğan’ın Çin’den sonra Rusya’ya ait S-400 füze sistemlerinin satın alınabileceğine dair yapmış olduğu açıklama, hem iç kamuoyuna yöneliktir hem de NATO’ya bir şantaj özelliği taşımaktadır.
Erdoğan’ın esas ciddiye alınır açıklaması Şanghay Beşlisi’ne katılma isteminin gündeme getirilmesidir. Erdoğan’ın Rusya devlet başkanı Putin ile bir görüşmede “Bizi de Şanghay İşbirliği Örgütüne (ŞİÖ) alın” talebine karşılık, Putin sadece bir gülümseyerek yanıt vermişti. Türkiye’nin NATO’dan koparak ŞİÖ üye olamayacağını bilen Putin, bu öneriyi pek ciddiye almadı.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, AB ile içerisine girdiği politik krize karşılık yine bir şantaj politikası olarak “Şanghay İşbirliği Örgütü’ne girme” talebini yeniden gündemine aldı. Erdoğan’ın bu talebinin ne anlama geldiği ve böyle bir gücünün olup olmadığını görmek bakımından bazı noktaların altını çizmek gerek.
Öncelikle ŞİÖ’yü oluşturan iki ülkenin açıklamaları önemlidir. Rusya ve Çin, Türkiye’nin bu istemini takdirle karşıladıklarını belirttikten sonra şu noktaya dikkat çektiler: Türkiye’nin ŞİÖ üye olabilmesi için bağımsız egemen bir devlet olması gerekir. Üye ülkeler bağımsız-egemen devletler olarak bu sürece dâhildirler. Yani Türkiye’nin ŞİÖ üye olabilmesi için NATO’dan çıkması ve AB sürecini sona erdirmesi gerekir mesajını verdiler. Tersten, NATO merkezli devletler ŞİÖ üyesi olamazlar mesajı verildi. Peki, Türkiye, NATO’dan ve AB üyelik sürecinden çekilir mi? Çekilmez ve böyle bir şansı da bulunmuyor.
Diğer bir nokta ŞİÖ sadece askeri değil esasen ekonomik ve politik işbirliğini esas alan bir strateji izliyor. Örneğin ekonomide bölgesel düzeyde bir merkez bankasının oluşturulması, bölge içerisinde dolar yerine ülke paralarının kullanılması, tek bir pazarın oluşturulması gibi bir kısım adımlar atılıyor. Aynı şekilde Türkiye’nin göremediği ve anlamadığı önemli bir nokta da şudur. Çin, Rusya, Hindistan, Pakistan ve hatta İran gibi ülkelerin idari yapıları eyalet sistemine dayanan federatif yapılarıdır. Ülke yönetimleri güçlüdür ama aynı zamanda federatif–eyalet sistemleri var. Söz konusu eyaletlerin tamamı özerk bölgeler statüsündedirler. Türkiye ise tersine çok daha fazla merkezileşen bir siyasal yapıya doğru gidiyor. Bu bakımdan ŞİÖ üyesi ülkeler, sanıldığı gibi Türkiye’yi bu sürece dâhil etmezler.
Burada en önemli sorun NATO’nun meseleye nasıl yaklaştığıdır. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile görüşen NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg, “Eminim ki Türkiye, ortak savunma anlayışını, 5. maddeyi, NATO birliğini zayıflatacak hiçbir şey yapmayacaktır” dedi. Bu açıklama ne bir ricadır ne bir temennidir. Doğrudan doğruya bir ültimatomdur. Çok açık olarak NATO tarafından Ankara’ya verilmiş diplomatik üsluba uygun bir talimattır. Stoltenberg, “Erdoğan NATO’ya güçlü bağlılığını ifade etti” ve ayrıca “biz her zaman alınacak ekipmanların tüm NATO üyeleri arasında birlikte işlerlik esasına uygun olmasına odaklanırız. Benim bu konuyla ilgili (Türk yetkililere) mesajım budur. NATO her zaman güçlerimizin birlikte işlerlik içerisinde olmasına katkıda bulunacak kararları destekler çünkü bu NATO için kilit noktadır.” NATO Genel Sekreteri Stoltenberg’in bu açıklamasından sonra Ankara’nın hiçbir şekilde NATO dışında adım atacak bir şansı kalmadı denebilir.
Burada dikkat çekilmesi gereken bir noktayı vurgulamak istiyorum: NATO üyesi ülkelerin genelkurmaylarında NATO adına bir subay görev yapar. Bu NATO’nun işleyişinde var. Ancak Türkiye’de NATO dışında ikinci bir ABD subayı Genelkurmay başkanlığında görevlendirildi. Bu görevlendirmenin Hulusi Akar’ın Pentagon’a çağrılmasında sonra gerçekleşmiş olması da bir tesadüf değildir. Bunun politik anlamı şudur: Genelkurmay’ın Pentagon’un belirlediği yine stratejiye uygun olarak konumlandırılmasıdır. Pentagon’un yeni müfettişi, Türkiye’nin askeri olarak ABD merkezli NATO dışında bir adım atmayacağı, yeni dönemde ABD’nin bölgesel askeri stratejisine uygun hareket edeceği mesajını içeriyor.
Peki, buna rağmen, özellikle Erdoğan, bütün dengeleri ve uyarıları hesaba katmadan bir adım atarsa ne olur. Bu sorunun yanıtını Trump’ın yeni Ulusal Güvenlik Danışmanı olmaya hazırlanan ve İrlanda kökenli olan Mike Flynn’den dinleyelim: “ Ben, bizde eğitim almış, Türk Ordusu’ndaki bir arkadaşımla sürekli iletişim halindeydim. Türk ordusu başarılı olacak mı olmayacak mı bilmiyorum ama Türk ordusu yıllardır baltalanıyor. Türkiye gerçekten seküler bir ülke haline gelmişti. Sonra normal seküler bir ulus devlet, İslami bir devlete doğru dönüşmeye başladı. Başkan Obama’ya çok yakın olan Erdoğan yönetimindeki Türkiye bu. O yüzden bu akşam neler olacağını görmeyi merakla bekliyorum. Bu akşam ordunun açıkladığı şeylerden biri de… Ordunun derhal söylediği, ‘NATO’ya, Birleşmiş Milletler’e olan sorumluluklarımızı tanıyoruz, dünya tarafından seküler bir ülke olarak görülmek istiyoruz.’ İşte ordu bu. Evet, bu alkışlanmaya değer.”
Trump merkezli ABD’nin Türkiye politikasında nelerin olduğuna dair bize ipuçları veriyor. Sanırım farklı boyutlarda da olsa darbe tehlikesi hep devam edecek.
Bir hatırlatma, Menderes’in askeri bir darbeyle hükümetten uzaklaştırılmasının nedeni, sunulduğu gibi demokratikleşme çabaları falan değil, esasen bölgede NATO stratejisi dışında bir kısım arayışlara yönelmesiydi.