SEÇTİKLERİMİZ – Gökçe Gökçen yazdı: Türkiye: “Anlatmak zorunda kalma yorgunluğu”
Türkiye’nin içinden geçtiği süreçle ilgili binlerce değerlendirme yapılabilir. Başımıza gelenlere dair binlerce yazı yazılabilir. Bu yazı ise bir gencin bu ülkede sadece ne kadar yorulduğuyla ilgili ve baştan uyarmak gerekirse son derece kişisel, yani kimilerine göre elit, ya da “First world problems” diye tabir edilen sorunlara değiniyor olabilir.
Yeni kuşak -ki kimileri buna Y kuşağı diyor-, önce tembellikle, apolitiklikle; daha sonra “garip” görünen bir politize olma şekliyle ve çoğu şeyi hafife almasıyla, maymun iştahıyla gündeme geldi. Siyaset yapmaya çalışan gençler olarak ise son yıllarda daha çok, gençleri siyasete katmak, onları daha iyi temsil etmek, gençliğin taleplerini yerine getirmek üzerine kurulan söylemler duyuyoruz. Bir yandan ortaya çıkan, sayısı bir elin parmaklarını geçmeyen genç siyasetçiler de var; ama bunların varlığının hem çok yönlü ilerleyen, hem de her bir koşula göre baştan tasarlanan siyaseti pek de değiştirdiği söylenemez. Hareketli günlerimizden kalan esprili muhalefet, duvar yazıları, “caps”ler ve varlığını az çok hala biraz da olsa hissedebildiğimiz yeni bir yöntem arayışından başka bir şey yok gibi.
Çünkü bizi kimse anlamadı ya da suçu biraz kendimizde aramak gerekirse, biz de kendimizi çok anlatamadık.
Anlatamadık, çünkü yorulduk.
Üniversiteye gittiğimizde sabahtan akşama kadar derse girdik. Sınavlarımızda sorgulamamız değil, hocalarımızın görüşleri soruldu, dolayısıyla hepsini bir şekilde öğrenmeli, öğrenemiyorsak da ezberlemeliydik. Bir üniversite öğrencisinin kütüphaneye gidecek vakti kalmayışını sorgulamamalıydık, ama bu ülkede tutunabilmek ve emeklerimizin karşılığı olan başarıya ulaşabilmek için kendimizi geliştirmekten başka çare yoktu. Bu yüzden yine de kitaplarla yaşamalıydık. Aynı zamanda yolda geçen vaktimizi ve adil olmayan sınavları bahane etmeden sosyal olmalıydık; sadece mutluluğumuzun değil, özgeçmişimizin de esaslı olabilmesi için bu şarttı. Bir yandan ülkede olan biteni takip etmeli ve tartışmalıydık, bu birilerinin zorlaması değilse de vicdanımızın bizden isteği ve çevremizin bize soruları gereğiydi. Hepsinin bir arada bizi nasıl etkilediğinden şikayet etmeye hakkımız da yoktu, zaten bunları dinlemeye de biz de dahil, kimsenin tahammülü yoktu.
Biz bu ülkenin eğitimli gençleriydik. Hiçbir yere gitmemeli, ama her nasılsa her şeyi de yakından takip etmeli ve mükemmel olmalıydık. En az bir yabancı dil bilmeli, mümkünse Türkçe sözlerimizin arasına yabancı dilde sözcükler serpiştirmeli, anlaşılmak için o şekilde konuşmalıydık. Ne zaman ilgilenebileceğimiz bilinmese de, her şey normal gidiyor gibi, en az bir hobimiz olmalıydı. Bizden önceki kuşaklar bunları yapmak zorunda değildi ya, istemek de kolaydı zaten, “gençler yapar”dı.
Mesela kadın hakları konusunda ne kadar katı bir savunucu olursak olalım, ya giydiğimiz kıyafetleri, ya gittiğimiz yerleri bize dönecek bakışlara göre belirlerken bundan şikayet etmek yerine feminizmin neden erkek düşmanlığı olmadığını anlatmamız gerekiyordu. “Genellememek lazım” deyip fark etmeden cinsiyetçi sözlerle devam eden erkek arkadaşlarımıza da sabırla açıklamak gerekiyordu her şeyi, en son sevdiğimiz o eteği ne zaman, nerede giyebildiğimizi düşünmek yerine.
“Kadınsız devrim olmaz” gibi büyük sözler eden devrimci erkek arkadaşlarımıza neden kadınların çoğunlukta olduğu yönetimlerde bile erkeklerin daha fazla söz hakkı olduğunu sormak yerine “yapıcı eleştiri” yapıp, yeri geldiğinde sabırla anlatmak gerekiyordu.
Meşru ve barışçıl bir eylemde canımızı ortaya koymamız tabii ki bu alanda birçok bilimsel çalışmanın ortaya çıkması ve siyasetçiler ile akademisyenlerin bizi dinlemesi için yeterli olmuyor, bir de üstüne hala oyunun kurallarıyla, belki on yıl sonra edinebileceğimiz koltuklar için uğraşıp, bu sürede hislerimizi ve düşüncelerimizi unutmayıp sabırla çalışmamız gerekiyordu.
Haydi eğitimli, yabancı dil bilen, siyaseti takip eden ve hobileri olan sosyal gençler olduk; ama bir de öbürlerine bir şeyler anlatmak vardı. Elitist diye suçlanırken aslında bazen simit ve çay parasını hesap ettiğimizi, devletçi diye suçlanırken gözaltına alındığımızı, gözaltına alınırken terörist olmadığımızı, eleştirirken düşman olmadığımızı, her şeyin temeli olarak gördüğümüz dünyeviliği savunurken dindarlara düşman olmadığımızı, korkulacak hiçbir şey yapmamışken korkmayı ve evet, dünyada birçok daha kötü şey varken yine de halimizden memnuniyetsiz olmaya hakkımız olduğunu anlatmak zorundaydık.
Hele ki tüm bunların yanında yorulmaya, durmaya vakit yoktu. Durduğumuz an sanki her şey kötüleşiyor, yapılacak işler ve o çok övülen “kaliteli zaman geçirmek” varken dinlenmek bize suçluluk duygusu hissettiriyor, mutluluk ve eğlenmek giderek daha büyük bir suç haline geliyordu. Umutlanmaksa çoğunlukla aptalca veya hayalperest görülüyordu, dolayısıyla umudu anlatmak zordan da zordu.
Her şey bir kenara, hani çok basit ve zihnimizin en temeline yerleştirdiğimiz şeyleri ifade etmek zordur ya, tecavüze uğrayan 14 yaşındaki çocuğun “çocuk” olduğunu anlatmak zorunda kalmak bizi çıldırtıyordu.
Sıradan ve ortalama üstü bir hayat yaşayabilmek için yaptıklarımızın yanında sürekli, hep de farklı, hatta bazen dost denilen gruplar tarafından aşağılanma, kemiksiz taraf olamama yalnızlığı vardı bir de.
Bu ülke herkesin kendi hayatında birer politikacı olmasını istiyordu. Hepimiz hem olduk, hem olamadık. Bir yandan politika yapmanın, bir yandan politika yapamamanın, bir yandan da “Acaba bu tartışmaları yapmak zorunda olmayanlar nasıldır?” diye düşünmenin yorgunluğu.
İşte bunun yorgunluğu; dinlenmeyeceğini bile bile uzun uzun, sabırla anlatmak zorunda kalma yorgunluğu yaşadığımız.