SEÇTİKLERİMİZ – Kemal Bozkurt yazdı: Özgür Gündem’in saçları
O kadar tokada rağmen sıkı ve sakin duruşumuz sinirlerini öylesine bozmuştu ki kısa zamanda onlar da öğreniyordu ve biri şöyle diyordu: “Dayak atsak da bunlar bildiklerinden şaşmayacak.” Hakanların Ahmet’i olmaktansa kendinin hakanı olmak böyle bir şeydi. Tokatla değil tutkuyla, onurla birbirimize ve fikrimize bağlıydık biz.
Tam olarak şöyle bağırıyordu: “Bunlar okumuş tabi, kafaları karışıyor sonra. Bak biz okumuyoruz vatan haini de olmuyoruz…” Ne bir eksik ne de fazla, tastamam böyle.
Birkaç dakika sonra bir diğeri ters kelepçeli olduğumuz halde tek tek kafamıza vurarak, bastırarak soruyordu; “Söyle Müslüman mısın sen?” O da “Bizi okumuşların gazabından koru” diyen imamına uyuyordu.
İçimden ilk ayet “Oku” demek geçiyordu ama demedim. Nasılsa biraz önce okumayı lanetlemişti, ne desem faydasızdı…
Aynı ses, Bayram’a “Sen ne iş yapıyorsun?” diye sorduğunda “Kalu Bela’dan beri yazıyorum” cevabını alınca yanındakine dönüyordu; “Kalu Bela ne lan?” Cevapsa durumu daha da derinleştiriyordu;“Bilmem!”
Dönelim başa, en başa…
Editörya’da çalışan arkadaşlarım ve ben, polisin binaya girişini göremedik haliyle, Hayyam’dan biliyoruz. Şöyle anlattı. “Zile basmadan direkt koçbaşıyla kapıyı kırmak için saldırdıklarında ikinci koçbaşına gerek kalmadan kapıyı açtım” dedi. “Madem kapıyı açmıyorsunuz, biz de kırıyoruz propagandasını boşa çıkarmak istedim” diye ekledi. Haklıydı, çünkü yapmak istedikleri tamamen buydu. Zile basamayan devlet çıkarken de kapıyı kırmıştı. Zil de asaplarını bozuyordu. Özgürlüğü çağırıyor diye düşünmüş olmalılar. Kapısız kapıkulları!
Yeni Şafak’tan kapatıldığımızı öğrendiğimiz ana dönelim. Yeni ulak Yeni Şafak’tı artık. STV gitmiş, o gelmişti. Eskinin yerini yenisi almıştı ama yerler değişmemişti. Bizse haberi almış ama tebligatı alamamıştık. Almadığımız tebligattan sorumlu değildik haliyle. “Tebligatı alırız nasılsa, Yeni Şafak ona da bir çare düşünmüştür” diye işimize gücümüze devam derken 1-2 saat sonrasında aldık da…
E ama devletten tebligat almak öyle kolay değildi. Devlet kağıdını Kürtlere verecek kadar eli bol değildi. Maskeli silahlı 100 kadar polis, olduğumuz kata girdiğinde ilk verdikleri de tebligat değil hakaret ve saldırı oldu. İşte bu konuda elleri boldu. Tam o sırada arkadaşımızın 6 yaşındaki oğlu polislerin arasında kalıyor, ezilme tehlikesi geçiriyordu ki münakaşa başladı. “Burası gazete ve böyle giremezsiniz, resmi kağıdı gösterin” diyorduk ki cevap gecikmedi. “Ben devletim, istediğimi yaparım”diyen polis amiri defalarca bağırdı. Anlaşıldı(!) Kuralsızdı devlet…
“Kağıdı gösterin, avukat olmadan bir şey yapamazsınız” dememiz bir kural değildi onlar için.
Neden sonra avukatımız gelince arama kağıdını bize de göstermek zorunda kaldılar.
Birkaç dakika arama yaptıktan sonra İMC Televizyonu kameramanına “Sen canlı yayın yapıyorsun”dediler ve bütün polisler hepimize hücum etti.
Ama söylemeliyim, kameraman orada olmasa ve yayın yapmasaydı daha da yoğun bir şiddete maruz kalacaktık. Mesela siz seyretmeseydiniz o görüntüleri daha mı fazlası, yoksa azı mı olurdu?
İşte bu komutla başlayan hücumları, arama yapmaya değil intikama geldiklerinin de belgesiydi bizim için. Her gün manşet ve gündem tartışması yaptığımız masamız bu sefer polisle tam aramızda kalıyordu. Ve bir şiir daha gerçeğe dönüşüyordu. Üzerine meşru müdafaa konuyordu, bana mısın demiyordu. Faşizm üstüne çıkıyor, ter ter tepiniyordu. Yıllardır hakikati, onlarca hayali ve özgürlüğü üstünde taşıyor, yine de bana mısın demiyordu. Masa da masaymış ha! Her şeyleri yük edinen masanın ardından umutlarımız yanımızda, koridora doğru sürükleniyorduk.
Nihayet “Ben devletim” diyen, “Koridor yap” diye emri verdi polislere. Emir-komuta zinciri tamamdı. 50-60 polis 2. kattan birinci kata kadar koridor yapıp bizi birbirimizden tek tek sökerek, döverek, fırlartarak birinci kata indirdi. İndirdi biraz iddialı oldu aslında, uçtuk desem daha doğru.
Kendi adıma söylemeliyim, saatte yüz kilometre hızla indiğim merdivenlerden. Benden önce zemine yatırılan sıkıştırılan arkadaşlarım sayesinde “yumuşak” iniş yaptım. İlk inenlerden Ender daha sonra anlattığında “Yere yapışmış yüzümde postal ve el izleri vardı ve ben yerdeki tozları tek tek görebiliyordum ve burnumu tuttukları için sadece ağzımdan nefes alabiliyordum” diyordu. “Yılların kirini pasını da içme çektim” dedi. Artık tamam olmuştuk, Özgür Gündem gerçekten de içimizdeydi…
Teker teker 4-5 polis tarafından ters kelepçelendik. İkimiz demir kelepçe, diğer herkese plastik kelepçeyle kelepçelendiğimizde, Ersin ve Fırat’ı ama özellikle Ersin’i bodruma doğru çekip 5-6 polis ayrıca darp etti. Ve fakat söylemeliyim, yine söylemeliyim ki Ersin editorya masamızdan daha da güçlüydü. O kadar dayaktan sonra yanımıza geldiğinde, bizzat görmesek ve üzerindeki tişörtteki el izleri de olmasa kimseyi inandıramazdı biraz önce 5-6 polis tarafından darp edildiğine. Bir 10 polis daha olsa yine de bana mısın demezdi.
Artık minibüse bindirilmiştik ve biraz sonra bir kez daha anlayacaktık ki minibüste kamera yoktu. Kamera yoksa onlar için huzur, bizim için yine zulüm vardı.
Bir saat kadar gazetenin önünde bekletilirken darp, artık dozu artan biçimde devam etmeye başlamıştı. Ama bu sefer darpla beraber ırkçı ve dinler üzerine hakaretleri de başlıyordu.
Bir yandan küfrediyor, bir yandan darp ediyorlardı. Konuşurken vurabiliyorlardı ve aynı anda iki şeyi yapma konusunda uzmanlaşmışlardı. Ne hazin(!); bir süre sonra darp etmeleri konuşmalarından daha iyi düşünmeye başladık. Başladık diyorum çünkü nezarette konuştuğum tüm arkadaşlarımla; abuk sabuk konuşmaları darptan daha büyük işkence diye hem fikir olduk.
“Hepiniz Yahudisiniz, Ermenisiniz, Alevisiniz, yok edilmelisiniz” diye başladılar. Bu Türkiye’de yaşayan insanların bildiği klasikleşmiş resmi bir hakaretti, bu açıdan şaşırtıcı değildi ve fakat “Biz Abdülhamit’in torunları, Lenin’in torunlarını yendik” deyince hepimiz anladık, abuk sabuk kısım başlıyor. Ama yine de bir şans verdim içimden. Nihayet Lenin’den, tarihten bahsediyor birazdan ulusların kendi kaderini tayin hakkına da girer mi diye düşünmedim değil. Abdülhamit’in 33 yıllık baskısının nasıl bittiğini de söyleyecekler herhalde diye de düşündüm ama o cümleyi çoktan kurmuşlardı; “Biz okumuyoruz kafamızda karışmıyor.”
Haklılardı. Kafaları gayet netti. Hakaretleri bağlamsız ve birbirinden kopuktu.
“Sen Tokatlı mısın, Al sana tokat!”
“Sen Vanlı mısın? Al sana Van!”
Kimliklerinden Türk olduğunu tahmin ettikleri arkadaşlarımıza “Sen de Türk müsün, esas ben Türküm”derken de gayet berraktı kafaları…
Hemen hepsinin birbirine kanka diye hitap etmesi ise geçmiş ile bugünü birleştirmedeki “ustalıklarını” anlatıyordu bize. Kanki kuvvetler! Arada bir bize söyledikleri hakaretleri birbirine söylediklerini zannediyor; “Yok sana söylemedim kanki” diye kendi aralarında kavga etmekten “ustalıkla” kurtuluyorlardı.
Soruyor gibi yapıyorlar ama cevabı duymaya dayanamıyor, birimiz cevap verecek olsa yine darp ediyor, susma hakkını kullananlaraysa “Sen niye susuyorsun” diye vuruyorlardı.
Bir erkek polis, ki elindeki üç hilalli bilekliğini gözümüze sokmaya çalışarak (gerçekten göze sokmaya çalıştı) “Bu ne biliyor musunuz” derken, bir yandan da İMC muhabirini “Telefonunu versene” diye sürekli taciz ediyor, “Artık İMC’yi bırakacaksın” diye tehdit ediyordu.
Gözaltından çıktıktan sonra anlıyordum ki Emin Pazarcı’nın bizzat kendisi olmasa bile aklı o minibüsteydi ve bizi gözaltına alanlardan biri de o olmalıydı. Biz çıktığımızın ertesi günü, İMC TV muhabirinin “Tecavüzle tehdit edildim” ifadesine karşılık “Çözemedim, ne çekicilikleri var bunların? İnceliyorum, sağdan bakıyorum, olmuyor, soldan bakıyorum, olmuyor. Yukarıdan aşağı, aşağıdan yukarı süzüyorum, yine olmuyor” dediğini okuyordum. Erkan Petekkaya’dan mı almıştı aklı? “Nurgül Yeşilçay Beyonce mu ki taciz edeyim” diye tweeti yok muydu onun da? Emin Pazarcı’nın tecavüz etmek istediği kadınlar vardı anlaşılan? Kendisini merkeze koyup “Tecavüz edeceğim ve etmeyeceğim” diye kadınları aşağılayan bir adamı kadınlar merkeze alır mıydı? Tecavüzün dışında bir şey bilmiyor olmalı ki durumu böyle anlatıyordu Emin Pazarcı.
Emin Pazarcı bitiyor, Ahmet Hakan sözü alıyordu. “Terör gazetesi olmanın bu kadar külfeti olsun”diyordu. Eh o da savcıydı artık ve devlet yazarıydı. Elindeki şu delilleri söylese de biz de bilsek. Ama o delilsiz yazandı. Tek deliliyse bizzat kendi yüzündeki iki tokattı. Ama söylemeliyim, o minibüsün içinde ters kelepçeliyken her birimize en az yüz tokat atılmıştı. O kadar tokada rağmen sıkı ve sakin duruşumuz sinirlerini öylesine bozmuştu ki kısa zamanda onlar da öğreniyordu ve biri şöyle diyordu:“Dayak atsak da bunlar bildiklerinden şaşmayacak.” Hakanların Ahmet’i olmaktansa kendinin hakanı olmak böyle bir şeydi. Tokatla değil tutkuyla, onurla birbirimize ve fikrimize bağlıydık biz.
Hakanların Ahmet’i yine de bilmeli hakikat yolu külfet değildir. Zordur ama külfet değildir. Bırak iki tokadı, 89 emekçisi katledilse de, binası bombalansa da bu böyledir. Böyle olduğu için sen de Özgür Gündem’i yazmak zorundasındır zaten. Ama sakın sen de yarın vaktinde gazetemizi bombalatan Tansu Çiller gibi “Ben anayım yapar mıyım öyle şeyler” diye konuşma. Kendini sözlerine değil, sözlerini kendin taşımalısın…
Bir ara biri sordu bir diğerine; “Neciymiş bunlar?” “Bilmem” dedi diğeri. Durum gerçekten vahimdi. “‘Bu kadar mı emir kulları bunlar?’ diye cümle kurmamalıyım” dedim içimden. Çünkü uzun zamandır biliyorduk, evet o kadardı. 15 Temmuz darbesine kalkışanların da bir kısmı böyleydi anlaşılan. Sadece aksiyon vardı. Kimi, neyi darp ettiğini ancak bir süre sonra düşünebiliyorlardı. Önce elleri çalışıyor, akıl sonradan geliyordu.
Bir yandan da yüzlerini görmemizi istemiyor sürekli başımızı öne eğmemiz için başlarımızı bastırıyorlardı.
Kafamızın şekli, saçlarımızın rengi üzerinden darp ediyorlardı. Onlar yaratılanı yaradandan ötürü sevenlerdi! Söz ile yaptıkları arasında tutarlık da bu kadardı. Bu derin polisler “Biz Cizre’den Sur’dan geldik!” demeyi de ihmal etmiyorlardı.
Özgür Gündem binasında bize “Türkün gücünü göreceksiniz” diyenler şimdi gözaltı minibüsünde ellerimiz ters kelepçeli olduğu halde saldırıyorken bir yandan da “Yüzüme bakma” diyorlardı. Sözlerini sahiplenmiyorlar mıydı, ki sözleri yüzsüzdü. Bizzat onlar istemişti yüzsüzlüğü ve yüzsüzlerdi…
Editör ve köşe yazarı arkadaşımız Ender’in saçlarını da mesele ettiler kendilerine. “Bu yaşta nasıl olur da bu kadar saçın olur” diye saçlarından tutuyor, boğazına ardı ardına 5-10 yumruk atıyorlardı. Yazdığı gibi yaşayan Ender’in, “Acımadı, vur lan!” dediği an sarsıldıkları anlardan biri oluyordu.
Bir kadın polisse özellikle kadın arkadaşlarımızın saçlarına fena halde takmıştı. Sürekli saçlarından iğrendiğini anlatıyor ama bir yandan da onları yolmaktan (dokunmaktan, tutmaktan) da geri kalmıyordu. Yaklaşık iki saat sonra hastaneye varıp bir saat daha hastane parkında bekletildikten sonra doktor muayenesine yollandığımızda istemeden de olsa kelepçelerimizi çözüyor ve birkaçımızın tuvalete gitmemize izin veriyorlardı. İşte o kısacık anda saçlarını ören ve toplayan kadın arkadaşlarımıza bu sefer gizli bir hayranlıkla sitem ederek saldırdı kadın polis: “Siz o kısa sürede saçlarınız nasıl örüp, topladınız lan!”
Bizi darp edebiliyor ama bir türlü itaat ettiremiyorlardı. Eh! onların tutarsız, haset dolu konuşmalarına bile dayanabildiysek, artık bize her şey vız gelirdi…
Şimdi biz kadın arkadaşlarımızın saçları gibi çıkar çıkmaz toplandık ve aynı akşam gazetemizin önüne geldik.
Şimdi sokakta çıkarıyoruz gazetemizi, derlenerek toplanarak…
(Kemal Bozkurt'un bu yazısı 22 Ağustos tarihinde Sendika.org'da yayınlanmıştır.)