Harun Ercan yazdı: Savaş büyürken Kürtlerin iç konuşmaları (Seçtiklerimiz)
Uluslararası Kriz Grubu (International Crisis Group) tarafından yayınlanan rapora göre, yaşanan son 1 yıllık çatışma süresinde ölen sivillerin sayısı 330, sivil veya militan olduğu belirlenemeyen ama yaşamını yitirenlerin sayısı 219, ölen asker/polisi sayısı 676, ölen PKK militanı sayısı 733 olarak tespit edilmiş. Tespit edilebilen toplam ölüm sayısı 1958. Hakikatin bu raporun bulgularından daha da karanlık olduğunu biliyoruz. Her devlet gibi, Türk devleti de ölen asker/polis sayılarını halkla ilişkiler stratejisi çerçevesinde minimize ederek kamuoyuna duyuruyor. Diğer yandan, kent savaşlarının biçimi itibariyle yaşamını yitiren ama cenazesi hala tespit edilebilemeyen gençlerin sayısı hala tam olarak tespit edilemiyor.
Güneydoğu Anadolu Bölgeler Birliği’nin yayınladığı “Hasar Tespiti ve Zorunlu Göç Raporu”na bakıldığında ise büyük bir bölümü yıkılmış olan, kent savaşlarının yaşandığı yerlerden 400 bin insan zorunlu göçe tabi tutulduğu görülüyor. Bu raporların aktardığı verilerin söylediği şey basit: Devlet ile PKK arasında askeri anlamda yenişememe durumu devam ediyor ve savaşın maddi ve manevi bakımlardan maliyeti şu an bile oldukça yüksek. Kürtlerin iç konuşmalarına gelmeden önce, AKP’nin tam olarak ne yapmaya çalıştığını anlamak gerekiyor. Ama bu mecburiyet, uzun uzadıya bir analiz gerektirmiyor: 15 Temmuz sonrası içeride ve kısmen de dışarıda iktidarını tahkim eden AKP, karşısında duran son kaleyi yani Kürt kalesini düşürmeye çalışıyor. Mevzu bu kadar az karmaşık.
Türkiye’nin Suriye’ye ve Rojava’ya yönelik gerçekleştirdiği Fırat Kalkanı Operasyonu yani topyekün savaş hamlesi sürekli olursa, sonuç alıp alamayacağını iki dinamik belirleyecek. Birincisi, ABD, Rusya ve İran gibi aktörlerin Suriye iç savaşına ve Rojava’ya ilişkin planları. İkincisi ise AKP’nin hazırlandığı adımları atması durumunda başta Kürt halkı olmak üzere barış içinde yaşamak isteyen tüm halkların AKP’ye yönelik ciddi bir karşı tavır ortaya koyup koymayacağı. Soruyu net soralım: Belediyelere kayyum atanması ve/veya bazı HDP’li vekillerin cezaevine atılması durumunda Kürtler ne yapacak?
Kürt halkının son 1 yıl içinde olup biten gelişmelere ilişkin iktidar ve HDP harici tüm muhalefet partilerinin sürekli siyasetini yaptıkları temel iddia şu: “Kürtler öz savunma direnişlerine- iktidar diliyle hendek siyasetine- destek vermediler. O yüzden baskıyı ne kadar arttırırsak artıralım HDP’li Kürtler sinmiş bir şekilde yeni durumu sineye çekecekler”. Öz savunma direnişleri nedeniyle HDP’li Kürtler arasında bir çatallanma olduğuna şüphe yok ama gerçek durum hiç de iktidarın dillendirdiği boyutta değil. Önce temel varsayımı tartışalım:
HDP’li Kürtler direnişe destek vermedi değil, direnişe sivil ve barışçıl yollarla destek vermelerine imkan verilmedi. Aralık 2015’te tanklar şehirlere girinceye kadar Cizre’de, Nusaybin’de Sur’da, Şırnak’ta insanların gözlerinin önünde bebekler öldürüldü. Kolluk kuvvetleri tarafından öldürülen insanların cenazelerinin haftalarca sokaktan alınmasına izin verilmedi. Sadece Diyarbakır’da gerçekleştirilen, 103 gün boyunca devam eden Sur direnişine destek amaçlı yapılan, barışçıl başlayan ve bastırılmaya çalışılan sokak eylemlerinde öldürülen insanların sayısı 11 olarak kayda geçti. Sur’un içinden değil dışında öldürülen insanlardan bahsettiğimizin altını çizmeli. Bu sürecin kendisi, gençleri hızlı bir radikalleşme dalgasına sürükledi, binlercesi artık kentlerde değil dağlarda. Bu yüzden, iktidarın şu an baskı politikasını üzerine inşa ettiği temel varsayımın altı çürük. Nitekim 15 Temmuz sonrası yapılan HDP mitinglerine katılım dahi hiçbir kentte düşük değildi. Haliyle bu zaruri tartışmayı daha gerçekçi bir zeminde yapmak gerekiyor.
Peki Kürtlerin büyük bölümü neden dışarıdan bakıldığında tepkisiz görünüyor? İlk sebebi, baskı politikalarına karşı koymanın maliyetinin önceki süreçlere göre yüksek olacağını biliyorlar. Çözüm süreci devam ederken, Türkiye’de henüz yeni şiddet rejimi inşa edilmemişken bile Kürtler Kobanê için sokağa çıklarında 50’den fazla insan kolluk kuvvetleri tarafından öldürülmüştü. İkinci sebebi, tüm heterojenliklerini göz önünde bulundursak bile, HDP’ye oy veren Kürtlerin büyük bölümünün öğrenilmiş bir siyasi tecrübesi var. 2000’li yıllar boyunca defalarca ateşkes ilan edildiğini, çatışmanın ve müzakerelerin seyrinin sürekli inişli çıkışlı olduğunu gördüler. Bir şekilde savaşın duracağına ve işlerin yoluna gireceğine ilişkin naif bir umutları var. Onu koruyorlar. HDP’li Kürtlerin Türkiye devlet sistemi ile aralarında kalan yegane bağ bu olsa gerek. Bununla ilintili olarak üçüncüsü ve en önemlisi, HDP vekilleri cezaevinde değilken ve kendi seçtiği belediye başkanları kentleri yönetmeye devam ediyorken hala çatışmasızlık ve barış için açık bir kapı olduğunu düşünüyorlar.
Kürtler hala birbirleriyle konuşuyorlar, her gelişmeyi ince eleyip sık dokuyarak takip ediyorlar. Ama bu kapı kapandığında, HDP’li Kürtler birbirleriyle değil, aynanın karşısına geçip yüksek sesle kendileri ile konuşmaya başlayacaklar. Rojava’yı da içine katan yeni bir savaş dalgasının patlaması durumda ise kendilerine ayna karşısında tamamen “ulusal sorular” soracaklar. Nasıl bir gelecek istediklerini, bu gelecek için ödemeleri gereken maliyeti ödemeye hazır olup olmadıklarını kendilerine soracaklar. Daha şiddetli bir baskı dalgası gelirse, neler olup biteceğine Kürtlerin iç sesi karar verecek. Nihayetinde, Kürt Özgürlük Hareketinin ana damarı sayılabilecek kitlesinin bir bölümü ağır bir savaş sürecini bizzat kendisi mahallesinde yaşadı; evlerinden, işlerinden, çocuklarından oldular, doğru, ama hepsi değil, bir bölümü…
(Bu yazı Yeni Özgür Politika'da yayınlanmıştır.)