Fadime İkbal yazdı: Özerkliğin demokratik olanı talebimiz – Seçtiklerimiz
Fadime İkbal
Yeni yaşamın en temel gündemlerinden biri demokratik özerklik, yerinden yönetimin güçlendirilmesidir. Çünkü, Türkiye demokrasisinin yanı sıra kamu yönetimi de çökmüş durumdadır. Her konuda bu acı gerçekle karşılaşıyoruz. Sokağınızdaki basit bir asfalt sorunundan depremde yaşamını yitiren binlerce canımıza, kentsel dönüşümden Soma’da yaşamını yitiren madencilerimize, katılım, şeffaflık talebinden Gezi isyanına kadar hangi konuda konuşsak kapılar demokratik özerkliğe açılıyor.
Bir önceki yüzyılın ulus devlet projesine karşı gelişen Küreselleşme sürecine soldan verilen en doğru yanıtlardan biridir aynı zamanda demokratik özerklik. Küreselleşme çağının neoliberal politikalarının, mega kentlerinin çılgın projelerle pazarlanmasına karşı demokratik özerklik projesi, kendi sorun çözme kabiliyetinin gelişimi için yerelin kendi kendini yönetmesini sağlayacak bir oluştur.
Bugün yereller, yerelden değil merkezden yönetiliyor. Osmanlı dönemindeki Sened-i İttifak ile belirgin hale gelen merkezileşme süreci, AKP ile Ankara’dan Çorum’daki kümesi veya İstanbul’daki kentsel bir parkı tasarlamaya kadar vardı. Bugünlerde kendi çıkardıkları Büyükşehir Yasasındaki kendi verdikleri yetkileri de geri almayı planladıkları konuşuluyor. İtfaiye teşkilatını da merkezi idarenin yetkisine alacaklarmış, yani mahallenizde yangın çıkarsa Ankara’yı arayacaksınız.
Tarihçiler, Osmanlı’nın merkeziyetçi yapısına karşı adem-i merkeziyetçi yönetimin izlerine de rastlandığından bahsediyorlar. Balkanlar’da voyvodalık, Kırım’da hanlık, Kafkaslar’da feodal prenslik, Kürdistan’da ekrad hükümetleri, Hicaz’da şeriflik, Kuzey Afrika bölgesinde salyane hükümetleri örnek sayılabilir. Merkezileşmeye karşı da mücadelenin de tarihsel izleri var. Bediüzzaman Said-i Nursi’nden Prens Sabahattin’e kadar pek çok kesim adem-i merkeziyetçi bir yönetim anlayışının peşindeydiler. En kapsamlı olanlarından, Ermeni Devrimci Federasyonu (EDF)’nin 1908’deki ilk seçim öncesi programa dair 13 maddelik önerileri ise hala güncelliğini korumaktadır. Programın 9. Maddesi “Kanun-i Esasi adem-i merkeziyet esaslarına göre gözden geçirilmelidir” denmektedir. Lakin bu talepler hiç gerçekleşmedi, İttihat ve Terakki hükümetleri gerekli düzenlemeleri hiçbir zaman yapmadı, merkeziyetçi devlet yapısını sürdürerek katliamlara, soykırımlara neden oldular.
Sadece 1921 Anayasası’nda ileri bir adım atıldığını görüyoruz. 1921 Anayasa’sının 11. Maddesinde; “"Vilayet" denen idari birim, manevi şahsiyet ve muhtariyete (özerklik) sahiptir. BMM’nin koyacağı yasalar çerçevesinde, evkaf, medreseler, maarif, sağlık, iktisat, tarım, bayındırlık ve sosyal yardım(laşma) işlerinin düzenlenmesi ve yürütülmesi "vilayet şûraları"nın yetkisi içindedir. Ancak iç ve dış siyaset, şer’iye, adliye ve askeriye ile ilgili konular, uluslararası ekonomik ilişkiler ve birçok vilayeti ilgilendiren hususlar, merkezi yönetimin yetki alanındadır.” ifadesiyle özerklik, Anayasa’da tarif ediliyor. 1921 Anayasasının 12. maddesinde ise vilayet meclislerinin vilayet halkınca seçileceği ifade edilmektedir. Vilayet meclislerinin de kendi içinden seçecekleri biri ise başkan olacaktır. Böylelikle 1921 anayasası, «yetki genişliği» ilkesini vilayet meclislerine uygulayarak merkeziyetçi sistemden çıkmış, adem-i merkeziyetçi anlayışı getirmiştir.
Güzel şeyler kısa sürer, “komün” örgütlenmesinden ve yerel özerkliklerden tedirgin olan milletvekillerinin bu türden merkezkaç eğilimlere karşı çıkarlar. 1924 Anayasasıyla da merkeziyetçi çizgiye geri dönülür, 1924 anayasasında 90. maddede vilayetlerin hükmi şahsiyete sahip oldukları söylenir. 91. maddede ise «yetki genişliği» ve «görevler ayrılığı» ilkesine göre yönetimi olacak diye belirtilir. 1921 Anayasası’nda olduğu gibi merkez ile vilayet arasındaki görev ayrılığı belirtilmez. Ve vilayetlerin özerk kurum olma özellikleri biter.
1961 anayasasının 112. maddesi ile merkezi yönetim ile yerinden yönetimin bir bütün olduğu ifade edilir. Böylelikle «yerinden yönetim» anayasa ile garanti altına alınır. Lakin «idarenin bütünlüğü» ilkesi ile yerinden yönetim, merkezi idarenin vesayeti altında şekillenir. 1961’e kadarki Anayasalarda “görevler ayrılığı” ilkesi yer almaktayken 1961 Anayasası ile “görevler ayrılığı” ilkesi kaldırılıp Merkezi İdare genel yetkili ilan edilerek yerel idareler üzerinde vesayet rejimi hakim kılınır.
Merkeziyetçi anlayış hem Anayasal düzeyde yer alarak kurumlaşırken devlet bürokrasisinin içinden de yerelleşme arayışları hep oldu. Merkezi Hükümet Teşkilatı Araştırma Projesi (MEHTAP) (1962), İç Düzen Projesi (1967) – Yerel Yönetim Reformu gibi çalışmalarla merkez-yerel ilişkisindeki sorunlar giderilmeye çalışıldıysa da başarılı olunamamıştır.
1980 Anayasasında ise merkezin yerel üzerindeki vesayet rejimi daha net cümlelerle tarif edilmiştir. 127. maddesinde; "Merkezi idare, mahalli idareler üzerinde, mahalli hizmetlerin idarenin bütünlüğü ilkesine uygun şekilde yürütülmesi, kamu görevlerinde birliğin sağlanması, toplum yararının korunması ve mahalli ihtiyaçların gereği gibi karşılanması amacıyla, kanunda belirtilen esas ve usuller dairesinde idari vesayet yetkisine sahiptir." denilmektedir.
Bir yandan da 1988 yılında Kamu Yönetimi Araştırma Projesi (KAYA) Projesini yaparak 1991 yılında ise Avrupa Yerel Yönetim Özerklik Şartını imzalayarak (8 maddeye çekince de konsa) yerelleşme talepleri de devam etmiştir. Ama yine başarılı olunamamıştır.
Çünkü hala yürürlükte olan Anayasa’ya göre yerel üzerinde idari vesayet yetkisi merkeze verilmiştir. Bu ne demektir? Belediye Başkanı, ilçesinden başka bir ilçeye geçerken Kaymakam’dan izin almak, belediye meclisi kararlarını mülki amire onaylatmak, zabıta at eti satan kasabı kapatmak için Emniyet’ten izin almak, ya da yerellerde yapılan imar planları bakanlığın yönetiminde ve onayında olmak zorunda.
Bunlardan birkaçı, 2004 yılında hazırlanan Kamu Yönetimi Reform taslağı Ahmet Necdet Sezer tarafından veto edilince AB muktesabatı gereği parça parça çıkan kanun düzenlemeleri ile iyileştirilir. Lakin esas mesele hala devam etmektedir. Hatta AKP hükümetinin çıkardığı torba yasalarla vesayet rejimi bir emr-vaki rejimine dönüşmüş durumda. Vesayet rejiminde izin-onay şeklinde yürüyen idari işler şimdi emr-i vaki yürüyor. Kanalistanbul, 3. Köprü, TOKİ uygulamaları ya da 6306 yasası ile yapılan kentsel dönüşümler yerel yönetimin rızası olmadan devreye giriyor. Önce projeler merkezden hazırlanıyor, sonra yerel yönetime planları yapması talebi/talimatı gidiyor.
Neoliberal politikalar, kendilerine yeniden üretim alanı olarak kentsel mekanı ve yerelleri seçmiş durumda. Ve bu politikalara uygun olarak güçlü merkeziyetçi yönetim ve projeci anlayışın en uygun çözüm olduğu düşünülüyor.
Türkiye’de kamu yönetimi, yerelin ya da yurttaşın rızasını almadan vesayet ve emr-vaki ile yürütülmektedir.
Halbuki halkların, köylülerin, kadınların, işçilerin, gençlerin, ezilenlerin ihtiyacı olan yönetim anlayışı ise adem-i merkeziyet veya yerel özerklik. Yerellerin kendi dinamikleri, kendi ihtiyaçları ile doğrudan demokrasi ile eşitlikçi ve kendine yeter bir dünya kurulması. Birbirini ezmeden, sömürmeden, doğayla birlikte sürdürülebilir olan bir yeni yaşam.
İstanbul merkezli Türkiye kalkınmasına ve Ankara merkezli Türkiye yönetimine karşı çıkıyoruz. Yeni Yaşam için bölge yönetimlerini öneriyoruz.
19. yüzyılda atla seyahat edilen dönemden kalmış bir idari taksimatla 21. Yüzyılın Türkiye’si kurulamaz ve yönetilemez. İstanbul’a yapılan çılgın projelerle Çorum, Hakkari, Artvin halkları zenginleşemez.
Bölge yönetimlerinin oluşması şart
Türkiye, pek çok Avrupa ülkesinden 5 kat, 10 kat, 16 kat büyük. Türkiye nüfus, etnik, inanç, biyoçeşitlilik, iklim, gelişmişlik verileri dikkate alındığı bir bölgeleme yapılarak kamu yönetimi yeniden düzenlenmelidir.
Bölge Yönetimi ve Planı yapmak bölücülük değildir. Bölgesel politikaları bölücülük olarak gören akıl Türkiye’ye zarar vermiştir. Bunun en iyi örneklerinden biri Doğu Marmara Bölge Planı örneğinde görürüz. Bölge Planlamanın ülkemizdeki tarihsel gelişimini Şehir Plancıları Odası’nın yayını olan Planlama dergisinin (2005/2) Cevat Geray ile yaptığı söyleşiden aktaralım. Bölge planlaması, bölgelerarası farklılıklarını, ekonomik, kültürel, sosyal farklarını giderecek uygulamalara gereksinim olduğu teziyle ortaya çıkıyor. 1956 tarihli 6785 sayılı İmar Yasası ile bölge planı yapımı İmar ve İskân Bakanlığı’na veriliyor. 1958’de bakanlık bünyesinde başta Prof. Dr. İlhan Tekeli olmak üzere birçok hocamızın, uzmanın görev yaptığı bölge planlama birimi oluşturuluyor. Ardından 1961’de Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) kuruluyor. DPT’ye de ekonomik anlamda bölge planlarının hazırlanması görevi veriliyor. Bölge planlama birimi ile DPT, birlikte çalışmalara başlıyor. İlk olarak Tuğrul Akçura yönetimindeki Doğu Marmara Bölge Planı, 1961’de tamamlanıyor lakin onaya hazır olan plan resmileşemiyor. Bölge planlamasına karşı “bölgecilik” yapılması riski nedeniyle karşı görüş oluşuyor. Dönemin DPT Müsteşarı Memduh Aytür, “bölge çapında planlama olmaz, il çapında olur. Türkiye üniter devlettir” diyerek bölge planlaması çalışmasını sona erdiriyor ve Doğu Marmara Bölge Planı çöpe gidiyor.
1961’deki Doğu Marmara Bölge Planı resmileşmiş olsaydı, bugün üzerine konuştuğumuz kaçak kentleşme ve kentsel dönüşüm sorunları belli düzeyde olmayacaktı. 60’lı yıllarda her bölgenin planları yapılmış olsaydı belki bugün başka bir Türkiye’den bahsediyor olacaktık.
Dönemin bölücülük paranoyasına sahip demokrasiden bihaber siyasi aktörlerinin günahını bütün Türkiye halkları bedel olarak ödüyor. Bu nedenle bedel ödememek için özerkliğin demokratik olanını talep ediyor, ilan ediyoruz.