Yüksel Taşkın yazdı: Ortadoğu’yu anlamak – Seçtiklerimiz
Hafta sonunda “Yeni Bir Ortadoğu: Süreklilik Gösteren Otoriterlik(ler) veya Demokratikleşme Arayışları” başlığıyla Türkçeye çevirebileceğimiz uluslararası bir konferanstaydık.
Düzenleme komitesinde yer aldığım, Marmara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi tarafından planlanan ve Friedrich Ebert Vakfı’nın desteğiyle gerçekleşen konferanstan çok şey öğrendim. Sanırım samimiyetsiz “akademik” etkinliklerden çok sıkılmışım.
Bu konferansı planlarken, Ortadoğu’ya dair kaygı ve umutlarımızı dikkate alan bir etkinlik yapmayı amaçlamıştık.
Sahiden de Ortadoğu’ya üstenci olmayan bir tarzda, içeriden bir ilişkilenmeyle yaklaşmayı öğrenmemiz gerekiyor.
Ortadoğu’yla ilgili daha çok bilgi üretmeliyiz. Ama bunu yaparken dikkat etmemiz gereken hususlar var:
Devlet-merkezci veya güç-merkezci Uluslararası İlişkiler disiplininin, eleştirel düşünceyi boğan, kötücül realizminden uzak durmamız lazım.
Analizlerimiz elbette gerçekçi olmalı ama içerisinde umut da barındırmalı. Umudun nereden neşet edebileceğine dair bir derdimiz bulunmalı.
Arap Baharı patlak verdiği sıralarda, ülkemizdeki Ortadoğu çalışmaları henüz emekleme sürecindeydi. Bazıları Oryantalist bir üstencilikle, “Ortadoğu bataklığından uzak durmamız gerektiğini” savunurken, diğerleri “tersine Oryantalizm” tuzağına düşerek, Türkiye’nin Ortadoğu’daki algısını yanlış okudular.
Hepimiz artık şunu kavramış olmalıyız: Ortadoğu’ya dair ilgi sahibi olmuşuz ama bilgi sahibi olamamışız.
Bölgeye dair doğru dürüst siyasi ve sosyal tarih çalışmaları üretilmeyen bir ülkede, bu eksikleri tamamlamamız gerekirken, özellikle Uluslararası İlişkiler disiplininin yüzeyselleştirici saldırılarına maruz kaldık.
Yeri gelmişken beni şaşırtan bir durumu paylaşmak isterim: AK Parti, iktidarda kökleştikçe, İslami eğilimli gençler, sosyal bilimlerin diğer alanlarına olan ilgilerini yitirerek, Uluslararası İlişkiler disiplinine yönelmeye başladılar.
Çok sayıda genç için, “Türkiye’nin Kissinger’ı” olarak lanse edilen Ahmet Davutoğlu’na benzemek, tutku hâline geldi.
Daha da tuhafı, temel birikimleri Uluslararası İlişkiler alanı olmayan çok sayıda İslamcı akademisyenin de, kendi alanlarını terk ederek, uluslararası ilişkilerciliğe soyunmalarıydı.
Demek ki bu disipline yönelmekle devlet veya iktidar gücüne yakınlaşmak arasında kuvvetli bir bağ var.
Ama kendi kendisini fena hâlde araçsallaştıran ve yüzeyselliğe mahkûm eden; bunu yaptıkça da devletlûlarca sırtı sıvazlanan bu disiplin, Ortadoğu’yu hem anlamamızı hem de bölgeye merhametle yaklaşmamızı zorlaştırdı.
Hep şimdiki ana odaklanan (şimdici), devletler sanki yekpare aktörlermiş gibi indirgemeci ve ahlaki yaklaşımları küçük gören Uluslararası İlişkiler disiplinin sınırlarını aşmamız gerekiyor.
Nasıl mı? Bölge devletlerinin toplumsal yapılarına odaklanan çalışmalar yaparak. Gidip oralarda yaşayarak. İktidar katlarına değil, toplumsal katmanlara odaklanarak.
Bunları yaparken sosyal bilimcileri en iyi ateşleyen şeyi de unutmamalıyız: Yaşanan siyasal ve toplumsal süreçlere müdahil olmak.
Bana göre en iyi sosyal bilimciler her zaman angaje olan, siyasal, sosyal süreçlerde aktif olmaya gayret insanlardan çıkıyor.
Kalbiyle düşünmeyenlerden bize hayır gelmez.
(Taraf)