Söyleşiye, Katrin Langensiepen’in siyasi yolculuğunun özeti sayılabilecek o cümleyle başlamak gerekiyor: “Engellilik siyaseti yapmak amacıyla başlamadım; sosyal politika yapmak istiyordum.”
Avrupa Parlamentosu’nun ilk engelli kadın milletvekili olarak yaşadığı bu kırılma anını anlatırken sesinde hem mütevazı bir güç hem de derin bir kararlılık vardı. Brüksel ve Strazburg arasında mekik dokuduğu yoğun bir dönemde, DEM Partisi ile yakın temas halinde olduğunu, Yeşiller adına sorumluluk üstlendiğini anlattı.
Ve sonra da söyleşiye başlıyoruz;
Avrupa Parlamentosu’ndaki ilk engelli kadın milletvekili olarak sizin için en büyük dönüm noktası neydi?

Bir an duraksıyor; “Zor bir soru… Ama teşekkür ederim.”
O dönemin siyasal atmosferini anlatmaya “partideki sosyal ruh”tan başlayarak giriyor:
“O dönemde partide farklı hikâyelere sahip insanları destekleme isteği vardı. Beni destekleyenlerin hepsi erkeklerdi. Engellilik siyaseti yapmak hedefiyle başlamadım; sosyal politika yapmak istiyordum. Amacım kesinlikle yalnızca engellilik politikası değildi.”
Bu cümleye, 2016–2018 arasındaki “mağduriyet siyaseti” tartışmalarını da ekliyor. Kendi hikâyesini açıkça anlatmanın, o yıllarda parti içinde “mağduriyet üzerinden siyaset yapmak” gibi küçümseyici bir dille karşılandığını hatırlatıyor:
“2016–17’de kendinizden bahsetmek pek hoş karşılanmıyordu. Buna ‘mağdur siyaseti’ deniyordu. Kendin üzerinden politika yapmak iyi görülmüyordu.”
Bu noktada partideki güç dengelerine değinmeden geçmiyor; Cem Özdemir gibi güçlü figürlerden söz ediyor:
“Elbette Cem Özdemir gibi çok güçlü figürler vardı ve ne kadar başarılı işler yaptıklarını gördük. Ama Cem Özdemir her şeyin çözümü değildi. Benim için önemli olan, hikâyemi ve kimliğimi politik güce çevirebileceğim farkındalığıydı.”
Dönüm noktası sorusuna verdiği asıl yanıt ise bir başka kadın siyasetçinin ona söylediği sözlerde saklı:
“Avrupa Parlamentosu’ndan çok etkili bir vekil beni aradı ve şunu söyledi: ‘Katrin, hikâyeni, kimliğini görünür politikaya dönüştürebilirsin. Eğer kimse yaptığın işle ilgilenmiyorsa—ki sen de şimdi bana aynı şeyi söyledin Elif—bu çok zor ama aynı zamanda bir özgürlük alanıdır. O zaman anlatılar kurabilir, hikâyeler oluşturabilirsin. Bu senin gücün ve bunu kullanmalısın.’
Sanırım benim için dönüm noktası buydu.”
Bu noktada sözü bana çeviriyor, biraz da beni cesaretlendirmek ister gibi:
“Senin avantajın ne Elif? Dezavantajlardan avantaj yaratıyorsun. Bu muazzam bir güç. Ve bunu açığa çıkarmalısın.”

Langensiepen, engelli bir kadın olarak yalnızca “engellilik politikası” etiketine sıkıştırılmayı uzun süre reddettiğini özellikle vurguluyor:
“‘Şimdi engelli bir kadınımız var ve sadece engellilik politikası yapacak’ denilmesini istemedim. İnsanlar beni sadece engellilik politikası yapabilen biriymiş gibi görmeye başladı ya da öyle görmek istedi. Göç politikası konuşmayacaksın, yoksulluk konuşmayacaksın, eşitsizliği konuşmayacaksın… Bunun dışına çıkmak için çok mücadele ettim. Engelli bir kadının sadece engellilik siyaseti yapması gerektiği algısından kurtulmak istedim.”
Bu sözler, engelli kadınları yalnızca “tek bir alana” hapsetmek isteyen siyasetin daraltıcı diline güçlü bir itiraz niteliğinde.
Avrupa’da yapısal engeller: “Model ülke yok, sosyal devlet neredeyse engelliler için durum da orada iyi”
İkinci soruda, Avrupa’daki yapısal bariyerlere odaklanıyoruz:
Engellilerin kabulü, eğitimi ve sosyal yaşamı söz konusu olduğunda Avrupa ülkelerinde karşılaştığınız en yaygın yapısal engeller nelerdir?
Yanıtı oldukça açık: “Avrupa’da ‘Her şey mükemmel gidiyor’ diyebileceğimiz bir üye ülke yok. ‘Oraya gidin, her şey çok iyi’ diyebileceğimiz bir örnek yok gerçekten.”

Yine de bazı ülkelerin görece daha iyi durumda olduğunu söylüyor:
“Kadın haklarının güçlü olduğu, insan haklarına gerçekten saygı gösterilen bazı ülkeler var. Mesela İzlanda gibi. Eğer kadınların hakları güçlüyse, demokratik standartlar yüksekse engelliler için de işler görece daha iyi gidiyor diyebilirsiniz.”
Buna karşılık, Macaristan gibi örnekleri olumsuz bir tablo olarak sunuyor:
“Yoksulluğun yüksek olduğu, insan hakları ve demokrasi standartlarının ayaklar altına alındığı, klasik örnek olarak sık sık verdiğimiz Macaristan gibi ülkelerde engelli insanlar da çok kötü durumda. Kadınların kötü koşullarda olduğu, sendikal hakların, toplumsal grupların zayıf olduğu her yerde engelliler de aynı baskıyı yaşıyor. Sosyal devlet zayıfsa, engelliler için de zayıftır.”
Kısacası, Langensiepen’e göre Avrupa’da engellilerin durumu, doğrudan doğruya demokratikleşme, kadın hakları, sosyal devlet ve yoksulluk politikalarıyla iç içe.
Avrupa’da kurum bakımının sona erdirilmesi: “Bu bir para ve güç meselesi”
Üçüncü başlıkta, uzun yıllardır tartışılan kurum bakımını soruyorum.
Avrupa’da hâlâ yaygın olan kurum bakımlarının sona erdirilmesi sizce mümkün mü? Bağımsız yaşamak için hangi yapısal değişiklikler daha ön planda olmalı?
Yanıtı tereddütsüz: “Kurum bakımı çok eski bir hikâye. Evet, hâlâ devam ediyor. Kusursuz bir çözüm yok çünkü bu bir para ve güç meselesi. Çok güçlü aktörler var ve büyük paralar dönüyor. Bu yüzden bu sistemlerin bitmesini istemiyorlar. Ama deinstitüsyon için mücadele etmeye devam etmeliyiz. Tarihin çöplüğüne gitmesi gereken uygulamalardan biri bu.”
Kurum Bakımı Nedir?
Türkiye’de yaygın olmayan ancak Avrupa’da hâlâ sıkça rastlanan “kurum bakımı”, engelli bireylerin evlerinden ve toplumsal yaşamdan tamamen koparılarak büyük ölçekli yurtlara, bakım merkezlerine veya “özel ihtiyaç kurumlarına” yerleştirildiği bir modeldir.
Bu kurumlar genellikle:
• Yüzlerce kişiyi barındıran kapalı yapılar,
• Kişisel özgürlüğün son derece sınırlı olduğu,
• Günlük yaşamın başka insanlar ve kurallar tarafından tümüyle kontrol edildiği yerlerdir.
Örneğin Almanya’daki büyük ölçekli bakım yurtları ya da Fransa’daki “institut médico-éducatif” benzeri kurumlar bu modelin tipik örnekleri arasında sayılabilir.
Uluslararası insan hakları örgütleri bu yapıları, engelli bireyleri toplumdan soyutladığı, kişisel özerkliklerini ellerinden aldığı ve pek çok ülkede kötü muamele vakalarının sık görülmesi nedeniyle sert biçimde eleştiriyor.
Modern Avrupa söylemi, insan hakları ve demokrasi vurgusuyla parlatılsa da Langensiepen’in altını çizdiği gerçek şu: Engellilerin nasıl, nerede ve kimin kontrolü altında yaşayacağı meselesi, hâlâ ekonomik çıkarların gölgesinde.
Ama Langensiepen’in altını çizdiği gibi, bu süreç doğru yürütülmezse ciddi riskler barındırıyor:
“Bu model, sosyal güvenlik sisteminin sorumluluklarını azaltıp hizmetleri piyasa mantığına devretme riskini de taşıyor. Bazı ülkelerde deinstitüsyon, kamusal sorumluluğun geri çekilmesi ve özelleştirmeye kapı aralayan bir araç haline gelebiliyor. Bu da benim için büyük bir soru işareti.”
Yani kurumların kapatılması tek başına yeterli değil; yerine hak temelli, kamu sorumluluğunu ortadan kaldırmayan, toplumsal kapsayıcılığı güçlendiren politikalar konulmadıkça, sadece tabelalar değişiyor.
Deinstitüsyon (Büyük / kalabalık kurumların kapatılması) Nedir?
Deinstitüsyon, engelli bireylerin bu kapalı kurumlar yerine:
• Kendi evlerinde,
• Destekli yaşam modellerinde,
• Küçük topluluk evlerinde,
• Yerel sosyal hizmet ağlarıyla bağlantılı biçimde toplum içinde özgürce yaşamalarını sağlama sürecidir.
“AB fonları doğru yere gitmiyor; asıl öncelik askeri yatırımlar”
Sözü Avrupa Birliği fonlarına getirdiğimde, cevap bugünün Avrupa siyasetini çok net resmediyor:
“Engellilerin durumuna yönelik yatırımlar, Avrupa’da hiçbir zaman ilk gündem değil. Şu anda askeri yatırımlar daha ön planda. Dolayısıyla fonların nereye aktarıldığı büyük bir sorun.”
Burada, Türkiye’nin deprem bölgesine yapılan yardımlardan da söz ediyor. Bizzat bölgeye gittiğini, sahada doğrudan gözlem yaptığını aktarıyor:
“Deprem bölgesine baktığımızda, ‘Paralar nereye gidiyor, kim kontrol ediyor?’ sorusunu sormak zorundayız. Eğer fonları yerelde, doğrudan belediyelere verirseniz, bölgeyi en iyi onlar bilir. Okula mı ihtiyaç var, otobüs mü işlemiyor, erişilebilirlik sorunu mu var, aileler mi bütün yükü taşıyor? Bunu oradaki insanlar bilir. Ben bir Yeşiller vekili olarak, paranın yerel yönetimlere aktarılması gerektiğini savunuyorum. Paranın kime verildiğini ve kimin harcadığını görmek zorundayız.”
Bu vurgu, sadece Avrupa içi politika için değil, AB–Türkiye ilişkileri bağlamında da kritik önemde: Fonların büyüklüğü değil, nereye, kimin eline, hangi mekanizmalarla geçtiği belirleyici.
Türkiye’de engelli örgütleri ve mücadele: “Bazı şeyler Türkiye’de daha iyi”
AB–Türkiye ilişkileri çerçevesinde Türkiye’deki engelli örgütlerini, engellilik mücadelesini nasıl değerlendirdiğini sorduğumda, çoğumuzun duymaya pek alışık olmadığı bir yanıt veriyor:
“Türkiye’de Avrupa’daki gibi büyük engelli yurtlarının olmaması çok iyi bir şey. Bazı konularda Türkiye gerçekten daha iyi durumda.”
Burada “klasik büyük kurumlar”dan kastının, Avrupa’daki devasa engelli yurtları ve bakım merkezleri olduğunu açıklıyor. Yine deprem bölgesi üzerinden devam ediyor:
“Türkiye’de deprem bölgesi için yeniden inşa konuşulurken, ‘Bu paralar nereye gidiyor, kim kontrol ediyor?’ diye sormuştum. Yerel aktörler güçlendirilirse, sonuç daha iyi olur. Belediyelere, yerel yönetimlere bütçe vermek gerekiyor. Çünkü bölgenin gerçekten neye ihtiyacı olduğunu onlar biliyor. Böyle olursa engelliler için atılan adımlar da daha sağlıklı olur.”
Ancak hemen ardından bir uyarı geliyor:
“Yardımların nereye gittiği, kimin harcadığı çok önemli. Yerel aktörlerin güçlendirilmesi şart. Parayı kime verdiğinizi ve gerçekten engelli insanlar için ne yapıldığını görmeden ‘iyi durumdayız’ diyemeyiz.”
Avrupa Erişilebilirlik Yasası ve ulusal uygulamalar: “Para işin içine girince herkes susuyor”
Söyleşinin bir başka bölümünde, Avrupa Erişilebilirlik Yasası (EAA) ve bunun Almanya’daki Barrierefreiheitsstärkungsgesetz gibi ulusal düzenlemelere yansımasını soruyorum:
“Bu düzenlemeler birer kilometre taşı olarak görülüyor ancak gerçek hayatta ne kadar etkili? Neden yasa metni ile uygulama arasında bu kadar büyük bir boşluk oluşuyor?”

Yanıtı oldukça sarsıcı: “Söz konusu para olduğunda, bakanlık düzeyindeki aktörler birden sessizleşiyor. Erişilebilirlik para gerektirdiğinde, işin ‘eğlencesi’ bir anda bitiyor. Engelli insanlar ve erişilebilirlik, hâlâ bir maliyet kalemi olarak görülüyor; bir toplumsal kazanım, bir yatırım alanı olarak değil.”
Engellilerin “müşteri” veya “vatandaş” olarak bile görülmediğinin altını çiziyor:
“Engelli insanlar çoğu zaman ‘misafir’ veya ‘müşteri’ olarak bile görülmüyor. Bu çok büyük bir sorun. Yasal metinler var, evet. Ama bütçe yoksa, siyasi irade yoksa, o metinler kâğıt üzerinde kalıyor.”
Yine de Avrupa Parlamentosu’nun rolünü tamamen yok saymıyor:
“Şu anda direksiyonda biz varız; gerçekten de BM Engelli Hakları Sözleşmesi’nin uygulanması için baskı yapıyoruz. Ayrımcılıkla mücadele yönergesi, erişilebilirlik yasaları… Bunların hepsinde Avrupa, yasama sürecinde temel bir rol oynuyor. Ama sahada uygulanmadıkça hiçbirinin anlamı yok.”
Engelli kadınlara yönelik şiddet: “Çoğu zaman kadın olarak bile görülmüyoruz”
Sözü, engelli kadınlar, göçmen ve mülteci kadınlar ile kesişen ayrımcılık biçimlerine getiriyorum:
“Avrupa’da engelli kadınlar, göçmen ve mülteci kadınlar çoğu zaman çifte hatta çoklu ayrımcılığa maruz kalıyor. Bu alanda ne yapılıyor? STK’lar ve hareketler nasıl güçlendirilebilir?”
Önce sivil toplum örgütlerini anıyor:
“Örneğin My Work Is My Choice gibi kadın hakları alanında çalışan büyük STK’lar var. Yarın engelli kadınlara yönelik şiddet ve istismara dair bir web semineri yapacağım; İngilizce çevirili olacak. Böyle farkındalık çalışmalarına ihtiyacımız var.”

Ama hemen ardından daha sert bir tablo çiziyor:
“Uzun süre ‘beyaz’, kendi kabuğunda düşünen, kesişimselliği dikkate almayan kadın hareketleriyle de uğraştık. Büyük kadın hareketlerinin engelli kadınları, göçmen kadınları, kesişimsel gerçekliği yeterince içine almaması büyük bir problem. Bunu değiştirmek için uğraşıyoruz.”
En çarpıcı cümlelerinden biri şu:
“Engelli kadınlara yönelik şiddet büyük bir tabu. Çünkü engelli kadınlar çoğu zaman ‘kadın’ olarak bile görülmüyor.”
Bu cümlenin ardından uzun bir sessizlik oluyor. Tam da bu yüzden, yaşanan şiddetin de görünmez kaldığını, pek çok vakada adli süreçlere hiç yansımadığını ekliyor:
“Bir tür ‘cinsiyetsizleştirme’ diyebiliriz. Tam kelimeyi bulmak zor ama hissettiğimiz şey bu. Engelli kadın, kadın değilmiş gibi görüldüğünde, uğradığı şiddet de ‘gerçek’ şiddet sayılmıyor.”
AB düzeyindeki yasal çalışmalara da değiniyor. Avrupa’da kabul edilen Toplumsal Cinsiyete Dayalı Şiddet Yasasının olumlu bir adım olduğunu, ancak tecavüzün hâlâ tüm AB çapında ortak ve net bir suç kategorisi haline getirilemediğini söylüyor:
“Kadınlara yönelik şiddetle ilgili bir yasa geçti, bu iyi bir şey. Ama özellikle tecavüzün AB düzeyinde net olarak tanımlı bir suç kategorisine dönüşmesini sağlayamadık. Üye devletler arasında oydaşma sağlanamadı. Yasa geçti ama ayrıntılar üzerinde hâlâ çok mücadele etmemiz gerekiyor.”
Ve belki de en ağır kısmı, kadınların anlatmaktan korktuğu deneyimlere dair:
“Birçok kadın yaşadığını anlatmak istemiyor; zorla kısırlaştırılanlar var. Pek çok kadın, başına ne geldiğini bile tam olarak bilmiyor. Korku çok büyük bir rol oynuyor. Ve kamuoyu olmadan siyasi karar da çıkmıyor.”
Göç eden engelliler: “Çok katmanlı dışlanma yaşıyorlar”
Röportajın ilerleyen bölümünde soruyu daha da daraltıp göçmen ve mülteci engellilere getiriyorum:
“Avrupa’ya sığınan veya göç eden engelli bireyler hem göçmenlik statüsü hem de engellilik nedeniyle çok katmanlı bir dışlanma yaşıyor. AB’nin bu alandaki politikalarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Hangi acil adımlar atılmalı?”
Katrin Langensiepen’in cevabı yine net:
“Hem göçmen oldukları için hem engelli oldukları için katmanlı bir dışlanma yaşıyorlar. Avrupa politikaları bu konuda çok geride. Acil olarak hak temelli düzenlemelere ihtiyacımız var.”

Göçmen engellilerin durumunu, Avrupa’nın güncel insan hakları krizlerinden biri olarak tarif ediyor. Sığınma sistemleri, barınma politikaları, aile birleşimi süreçleri, erişilebilirlik ve dil bariyerleri bir araya geldiğinde, “çok katmanlı bir görünmezlik” ortaya çıktığını söylüyor.
“Biz engelli insanlar olarak birlikte durmuyoruz. Bu bizim en büyük zayıflığımız”
Söyleşinin bir yerinde, hem Avrupa’daki hem de Türkiye’deki engellilik hareketlerinin ortak açığını soruyorum. O cümleyi kurarken sesi hem yorgun hem de çok gerçek:
“Biz engelli insanlar olarak birlikte durmuyoruz. Birlik olamadığımız için güç kaybediyoruz. Bunu mutlaka geliştirmeliyiz.”

Bu, belki de röportajın en çıplak, en sarsıcı cümlesi. Engelli örgütler arasındaki parçalı yapıyı, farklı kimlikler üzerinden birbirini dışlamayı, “benim dosyam, senin dosyan” diye ayrılan mücadele alanlarını anlatıyor.
Birlik olmayınca ne Avrupa’daki erişilebilirlik yasalarının, ne Türkiye’deki deprem sonrası fon tartışmalarının, ne de göçmen engellilerin yaşadığı ağır ihlallerin gündem olabildiğini söylüyor.
Türkiye’deki engelli kadınlara çağrı: “Kendi köşenizde kalmayın, birlikte mücadele edin”
Röportajı sonlandırmadan önce, ondan özellikle Türkiye’deki engelli kadınlara bir mesaj istiyorum. Ses tonu sertleşiyor; bu kez bir politikacıdan çok, yıllardır aynı mücadele hattında yürüyen bir yol arkadaşı gibi konuşuyor:
“Biz kadınlar kendi köşemizde kalmamalıyız. ‘Ben şu kimliktenim, ben bu gruptanım’ dememeliyiz. Hepimiz birlikte mücadele etmeliyiz. Kadın aklına tüm dünyada saldırılıyor şu anda. Türkiye’deki engelli kadınlara çağrım: Birlik olun, görünür olun, geri çekilmeyin.”
Bu sözler, yalnızca bir temenni değil; adeta bir mücadele manifestosu. Engelli kadınları, kimlikler arasında bölünmeden, “ben şuradanım, sen buradan” çizgisine sıkışmadan ortak bir hat kurmaya çağırıyor.
Brüksel’den yükselen ortak bir ses
Brüksel’de başlayan bu sohbet, ekranın iki ucunda da aynı gerçeği gösteriyor: Avrupa’da da Türkiye’de de engelli hakları mücadelesi henüz yolun başında.
• Kurum bakımının hâlâ sürmesi,
• Deinstitüsyon süreçlerinin özelleştirmeye kapı aralayabilme riski,
• AB fonlarının askeri yatırımlar ve farklı öncelikler arasında kaybolması,
• Göçmen engellilerin görünmezliği,
• Engelli kadınlara yönelik şiddetin tabu olması,
• Ve en önemlisi engelli hareketinin kendi içinde yeterince birleşememesi…
Bunların hepsi, mücadelenin bitmediğini, tam tersine daha da derinleşmesi gerektiğini gösteriyor.
Söyleşinin sonunda, Langensiepen’in cümleleri zihnimde yankılanmaya devam ediyor:
“Dezavantajlardan güç yaratmak mümkündür.”
Bu gücün ancak;
• Dayanışmayla,
• Görünürlükle,
• Ve kolektif mücadeleyle büyüyebileceğini biliyoruz.
