Türkiye ekonomisinin son otuz yılına bakıldığında, tekrar eden kriz döngülerinin tesadüf olmadığını görmemek mümkün değil. Ekonomi büyürken dış kaynak girişlerine yaslanıyor, bu girişler yavaşladığında ise krizler kendini gösteriyor. Bu basit döngü, aslında daha derin bir yapısal mekanizmanın sonucu. Bu yapısal kırılganlıkları anlamak için yalnızca kısa vadeli ekonomik gelişmelere değil, Türkiye’nin küresel kapitalizme nasıl eklemlendiğine bakmak gerekir. Geç kapitalistleşen ülkelerdeki günümüz kapitalizmini anlamak için giderek daha fazla kullanılan bağımlı finansallaşma literatürü, tam da bu dönüşümün anatomisini sunuyor.
Bu yaklaşım, klasik bağımlılık okulunun merkez-çevre ülke ilişkilerini ele alış biçimini büyük ölçüde koruyor; ancak bu eşitsiz ilişkiye bakarken üretim bağımlılığı ile finansal bağımlılığı birlikte düşünerek daha güçlü bir açıklama çerçevesi oluşturur. Bugün yaşanan kırılganlıkların nedeni, üretim sürecinin ithalata dayanmasıyla, borçlanma mekanizmalarının dış finansmana bağımlılık üretmesi arasındaki bu karşılıklı beslenme ilişkisidir.
Yani ithalata bağımlı üretim yapısı dövize olan talebi artırırken, dövize erişim için borçlanma zorunluluğu üretim sürecini yeniden dışa bağımlı hale getiriyor. Finansallaşma bu nedenle sadece ekonomik bir süreç değil, toplumsal ilişkileri ve siyasal iktidar biçimlerini yeniden kuran bir rejimdir.
Bu yazıda bağımlı finansallaşma literatüründen hareketle Türkiye’ye bakılınca nasıl bir dönemlendirme yapılabilir sorusundan hareket edip, 1989 sonrasını dört döneme ayırarak incelemeyi önerdim. Yazıdaki dönemlendirme, daha önce meslektaşım Ali Rıza Güngen ile birlikte ortak yazdığımız bir akademik makalede zaten tartışılmıştı, bu yazıda bazı güncellemeler yaptım. Dönemleri daha kolay takip edebilmek için de tablo hazırladım.
Türkiye’de Bağımlı Finansallaşmanın Dört Dönemi (1989–2023)
| Dönem | Finansallaşmanın karakteri | Öne çıkan borç türü | Ekonomik-siyasal dinamik |
| 1989–2001 | Devlet merkezli finansallaşma | Devlet iç borcu | Yüksek faiz, sıcak para akımları, kriz döngüsü |
| 2001–2013 | Hane halkı merkezli finansallaşma | Tüketici kredileri | Reel ücret baskısı, krediyle büyüme |
| 2013–2018 | Büyük firmaların döviz borçluluğu | Döviz cinsi şirket kredileri | Küresel likidite bağımlılığı, kur şokları |
| 2018–2023 | KOBİ’lerin TL borçluluğu | TL ticari kredi ve KOBİ kredileri | Borç yapılandırmaları, düşük faizle üretimin canlandırılması |
Devlet merkezli finansallaşma
İlk dönem 1989 ile 2001 arasındadır ve finansal serbestleşmenin kırılganlığını bütün çıplaklığıyla gösterir. Bu dönemde bankacılık sistemi büyük ölçüde devlet iç borçlanmasına dayanıyordu. Yüksek faizli kamu kağıtları aracılığıyla kısa vadeli sermaye girişleri çekiliyor; fakat bu girişler en küçük dalgalanmada geri döndüğü için ekonomide istikrar geçici, kırılganlık kalıcı hale geliyordu. Üretim yapısı ithalata bağımlılaşırken, finansal sistem devlete ve sıcak paraya bağlı bir yapıda işliyordu. 1994 ve 2001 krizleri, bu modelin sürdürülemezliğinin kaçınılmaz sonuçlarıydı.
Finansal içerilme
2001 krizi sonrası ortaya çıkan ikinci dönem, bağımlı finansallaşmanın en hızlı genişlediği evre oldu. Bankacılık sistemi yeniden yapılandırılırken, borçlanmanın merkezine bu kez hane halkları yerleşti. 2000’li yılların ortasından itibaren konut ve tüketici kredileri ve kredi kartları, iç talebi taşıyan temel mekanizma haline geldi. Reel ücret artışlarının zayıf kalması, tüketici kredilerini büyümenin zorunlu taşıyıcısına dönüştürdü. Hane halkı borçlanmasının odakta olduğu bu dönem 2013 yılından sonra nitelik değiştirmeye başladı ve hane halkı borcunun milli gelire oranı gerilemeye başladı.
Borç dolarizasyonu
2013 sonrasında bu kez büyümenin yükünü şirketlerin döviz cinsi borçlanması üstlendi. Bu süreç aslında Türkiye’de şirket sektörü üzerinden gerçekleşen bir borç dolarizasyonuydu; yani yatırım ve işletme finansmanının büyük ölçüde döviz cinsinden borçlanmayla yürütülmesi.
Bankalar reel sektöre büyük hacimlerde döviz kredisi sağladı ve şirket bilançoları giderek artan kur riskine açıldı. Küresel likiditenin bol ve ucuz olduğu dönemde bu model işlemeye devam etti. Ancak 2013 sonrası ABD merkez bankası Fed’in sıkılaşma adımlarıyla birlikte bu döngü çözülmeye başladı. 2018’deki sert kur şoku, şirket döviz borçluluğuna dayalı büyüme modelinin duvara çarpması anlamına geliyordu.
Düşük faizle borç yapılandırma
2018 sonrası dönemde, şirket döviz borçları sürdürülemez hale geldiği için yüz milyarlarca dolarlık borç yeniden yapılandırıldı. Bankalar döviz kredilerinden hızla çekildi; şirketler de dövizle borçlanmayı neredeyse durdurdu. Böylece Türkiye ekonomisi zorunlu olarak TL kredilere dayalı bir yapıya yöneldi.
Ancak bu yöneliş yoğun devlet müdahalesiyle mümkün oldu. Faiz artırımı hem siyasi maliyet hem de şirket bilançolarının taşıyamayacağı bir yük olarak görüldüğü için politika faizi düşük tutuldu ve makroihtiyati önlem mekanizmaları devreye girdi. Kredi kanalları idari düzenlemelerle yönlendirildi, Merkez Bankasının rezervleri erirken kamu bankaları oldukça etkin kullanıldı.
Bu son dönemin en belirgin borç dinamiği artık ne tüketici kredileri ne de döviz cinsi şirket borçlarıydı. Ekonominin omurgasını TL ticari krediler, özellikle de KOBİ kredileri taşıdı. Böylece bağımlı finansallaşmanın yeni bir bileşeni ortaya çıktı: Borçlanma bu kez finansal birey yerine finansal KOBİ üzerinden genişliyordu. KOBİ kredilerinin artmasının nedeni yalnızca krediye erişimin bu kesim için daha hayati olması değildi. Aynı zamanda siyasi iktidar, ekonomik faaliyet ve istihdamı sürdürmek için özellikle KOBİ’leri desteklemeyi tercih etti. Bu, iktidar blokundaki değişen güç dengelerinin bir yansımasıydı.
Türkiye’nin bitmeyen kırılganlığı
Tüm bu deneyim Türkiye’nin uzunca bir süredir aynı döngüyü yaşadığını, ancak her evrenin bu döngüyü biraz daha derinleştirdiğini gösteriyor. Üretim süreci ithalata bağlı kaldıkça döviz talebi artıyor; döviz talebi dış borçlanmayı zorunlu kılıyor; bu borçlanma finansal sistemi küresel dalgalanmalara duyarlı hale getiriyor; kırılganlık arttıkça siyasi maliyetlerini taşımak zorlaştığı için daha fazla devlet müdahalesi gerekiyor.
Bu kısır döngünün merkezinde finansallaşmanın borç ilişkileri var ve bu borç ilişkileri artık ekonominin olduğu kadar siyasetin de çerçevesini çiziyor. Kısacası, Türkiye’nin krizleri geçici değil. Üretim bağımlılığı ile finansal bağımlılığın birbirini beslediği yapısal bir düzenin doğal sonucu. Bu düzen değişmedikçe her istikrar dönemi yeni bir kırılganlığın başlangıcı olmaya devam edecek.
