1 Ekim 2024’de TBMM açılışında Devlet Bahçeli’nin DEM Parti Eş Başkanlarının elini sıkmasıyla görünür kılınan süreç; Rejimin güvenlikçi politikalarda ısrarı temelinde adım atmadan “treni sallama” haliyle sürüyor/sürdürülüyor. Bu durum toplumda, acaba gizli ajandalar mı var? Varsa neler? Bu süreç nereye varacak? vb fazlaca haklılık içeren sorulara neden olmakta. Bu kaygılara ışık tutarak, sürecin onurlu bir barış ve demokrasiyle taçlanması için, yürünecek yolun/yönelimin aydınlatılmasına katkı sunmak her tutarlı demokratın görevi olmalı.
Herkesin süreci “kendine” hali aşılmalı
Siyasihaber’de yer alan 05.08.2025 tarihli “Kürdün Onurunun Türkün Gururuyla İmtihanı” başlıklı yazımda şu tespiti yapmıştım: “İktidarın beka taktiklerine rağmen Kürt sorununun barışçıl demokratik çözümünden söz edilebilir olması umut verici bir gelişme. Elbette süreç ciddi risklerle birlikte ilerliyor/ilerleyecek. Zira tarafların beklentileri farklı. Ekim 2024’de başlayan bu süreçte, tarafların beklentilerinin farklı olduğu süreci farklı adlandırmalarından da görülebilmektedir. Devletin hedefinin bu topraklarda Kürt, Türk ve diğer ulusların eşitlik temelinde yaşayacağı barış ve demokratik toplumu inşa etmek olmadığı açık. Devletin hedefi sadece “Terörsüz Türkiye”dir. Kendi bekasını garantilemektir. KÖH’ün hedefi “Barış ve demokratik toplum.” Ve bu süreç özellikle de devlet için zihniyet değişikliğinin sonucu başlamadı. Süreç, taraflar açısından farklı nedenselliklere dayalı zorunlulukların ürünüdür.”
Alıntıda sözünü ettiğim tarafların zorunluluklarının özünü görünür kılarak, sürecin risklerini ve onurlu bir barışla sonuçlanmasının gereklerini tespit edebilme imkânı bulabiliriz. İç ve dış kimi değişkenler nedeniyle faşizmin inşasını tamamlamakta zorlanan iktidar, meşruiyet kaybı yaşamakta ve 2028 seçimleri için beka sorunu yaşamaktadır. İktidar “Terörsüz Türkiye” hikâyesinden başarı öyküsü çıkararak, 2028 seçimlerini garantiye almak istemektedir. Bunu çatışma ortamını sürdürerek yapamaz. Zira bu durumda DEM Parti’nin muhalefetin güçlü öznesi olmaya devam edeceğinden kuşkusu yoktur. İktidarın süreç başlatma zorunluluğunun özü budur. Devamla Rojava’nın kazanımlarını yok etmek hedefi sahicidir, ama İsrail’in Türkiye’ye saldırmasına engel olmak vb dış faktörler popülist kenar süsü olarak kullanılmaktadır.
KÖH’ün ise, silahlı mücadelenin sonuç alıcılığını yitirdiği tespitinden hareketle, çatışmasızlık ortamını tesis edilerek demokratik mücadele zeminini güçlendirme yaklaşımı gereği sürecin tarafı olduğunu düşünüyorum.. Çatışmasızlık ortamının tesisiyle, Rojava’nın uluslararası meşruiyetinin de sağlanabileceğinin düşünüldüğü söylenebilir.
Böylesi bir tarihi uğrakta tarafların farklı zorunlulukları kesişti ve süreç görünürlüğe kavuştu. Ancak zorunlulukların kesişmesi, sürecin hedefinde ortaklaşma olduğu anlamına gelmiyor ve tarafların hâlâ kendi süreçlerini işletmeye çalışmaya devam ettikleri doğrulamaya muhtaç olmayan açıklıktadır. Bu süreci, ortak hedefli süreç haline getirmek görevi orta yerde durmaya devam ediyor. Ve bu görevin başarılması olmazsa olmazdır. Bu tespiti akılda tutarak devam edelim. Bunun için öncelikle, tarafların zorunluluklarının belirlediği sürecin ne durumda olduğunu, yaşananları ve söylenenleri okuyarak anlamaya çalışalım.
Süreç ne durumda?
Tuncer Bakırhan, 15.11.2025 tarihinde İHD 22. Genel Kurulundaki konuşmasında “Bugün Türkiye’de bir süreci konuşuyoruz. Bu süreç henüz bir barış süreci değil, henüz bir demokrasi süreci değil, bir tartışma sürecidir. İHD’nin duruşunu eğer Türkiye’deki kurumlar, Türkiye’deki demokratik kamuoyu birlikte omuz omuza sahada, sokakta yürütmeyi başarabilirsek; bu bir barış süreci olabilir. Bu onurlu bir barış sürecine evrilir. Bu bir demokratikleşme süreci olabilir,” ifadeleriyle sürecin henüz tartışma aşamasında olduğunu söylüyor. Konuşmanın, bu tartışmanın barışın gerekleri değil, çatışmasızlık ortamının gerekleri tartışması/müzakeresi olduğundan kuşku duymayacağımız açıklıkta olduğu düşüncesindeyim Ayrıca açıklamaya katıldığımı da belirtmek isterim.
Millî Güvenlik Kurulu’nun, 26 Kasım 2025 tarihinde yaptığı toplantı sonucu açıkladığı 7 maddelik kararlarda yer alan “pkk/kck-pyd/ypg, fetö ve deaş terör örgütleri başta olmak üzere millî birlik ve beraberliğimiz ile bekamıza yönelik her türlü tehdit ve tehlikeye karşı yurt içinde ve yurt dışında azim, kararlılık ve başarıyla yürütülen faaliyetler… “Terörsüz Türkiye” hedefi doğrultusunda, terörün tam ve kalıcı biçimde sona erdirilmesi ile millî birlik ve dayanışmamızın tahkimine yönelik sürdürülen çok boyutlu çalışmalar ele alınmış; bölgemizin geleceğinde terörün ve şiddetin hiçbir tezahürüne yer olmadığı vurgulanmıştır,” ifadeleri de Rejimin süreç hedefinin, “Terörsüz Türkiye”nin ötesine geçmediğini göstermektedir.
Taraflar arasında çatışmasızlık çözümü geçiş sürecine ilişkin tartışmaların sürdüğü böylesi bir dönemde, uzunca bir süreden beri gündeme alınmaya çalışılan Öcalan ile görüşme gerçekleşti.
Süreçte bir eşik: Öcalan görüşmesi
Çatışmasızlık ortamının gereklerinin müzakere edildiği süreçte, İmralı’ya gidilmesi olumlu bir adımdır. Hatta süreç için yaşamsal anlamları vardır. Kürt Hareketinin farklı bileşenlerini bir arada tutan ve tutabilecek olan Abdullah Öcalan’ın sürecin asli muhatabı olarak kabulüdür. Bu kabul, rejim tarafından KÖH ve Kürt halkının da kabulü anlamına gelmektedir. Muhataplığın kabulü çatışmasızlığın olmazsa olmazıdır. Ama bunun böylesine gizlilikle yapılması, fotoğraf bile vermeme yaklaşımı sorunludur. Bu gizemin nedenleri üzerine durulmalıdır. Bu gizemin temel nedeni, Abdullah Öcalan’ın sürecin asli muhatabı olarak görüldüğünü gizleme çabasıdır. Çünkü bu görüşmenin tüm yanlarıyla açıklıkla yapılması, Rejimin çatışmasızlık ortamının gereklerini yapmaya hazır olduğu anlamına da gelecektir. Kürt halkının, halkın örgütlü iradesinin ve bu iradenin Önder olarak kabul ettiği Abdullah Öcalan’ın muhatap olarak kabulü anlamına gelecektir. Ama Rejim buna henüz hazır değildir. Gizliliğin ve görüşmenin ana medyada da yer bulmamasının temel nedeni budur. Yani, Rejimin “Terörsüz Türkiye”/”zoraki barış” tutumundan “negatif barış” tutumuna geçmek konusundaki kararsızlığıdır. Bu ikircikli tutum terk edilmediği durumda sürecin ilerletilmesi zor olacaktır. Sürecin siyasi kaygılara kurban edilebilme riski büyüyecektir. Bu gizlilik hali ortadan kaldırılmalı ve görüşme tutanakları da toplumun bilgisine sunulmalıdır. Aksi durumda, İmralı’ya gidişin böyle alaca karanlık içinde icra edilmesinin, güvenlikçi politikalardaki ısrarın, muhatap ve toplum gözünde görünmez kılma manevrasından öte anlamının olmadığını düşünmek haksızlık olmayacaktır.
Komisyonun İmralı’da Öcalan ile görüşmesinin bir başka önemli veçhesi ya da sonucu, CHP’nin heyete katılmaması ve buna ilişkin yorumlardır. CHP’nin kararına ilişkin iktidar bloku ve esas olarak AKP sessiz kalmayı tercih ederken, KÖH’ün farklı yapı ve bireylerinin cepheden tepki açıklamaları süreci zora sokma riski taşımaktadır. Bu süreçte yapılmaması gereken en önemli işlerden biri, CHP’nin barış ve demokrasi mücadelesindeki olumlu ve gerekli konumundan uzaklaşmasına yol açacak tutum alışlardır. CHP’yi süreç karşıtlarının yanına itebilecek tutumlardır. CHP’nin toplumsal muhalefetin etkin bir parçası olmaktan uzaklaşmasını en çok isteyenin Rejim olduğu açıktır. Dolayısıyla, CHP’nin İmralı’ya gitmeme tutumunun DEM ile CHP arasındaki ilişkilerde telafisi zor bir çatlak oluşturması riskini ortaya çıkarabilecek açıklamalardan kaçınılması, sürecin geleceği için temel öneme sahiptir. Aksi durumda bırakalım onurlu barış ve demokrasinin kazanılmasını, çatışmasızlık ortamının oluşturulmasının gereklerinde ortaklaşma tartışması ve mücadelesi dahi zora girebilecektir.
Geçiş süreci: Negatif barışın tesisi
Tarafların süreci başlatma beklentileriyle, sürecin birinci etabında varılabilecek en iyi nokta “negatif barış” ortamının tesis edilmesidir. Ve KÖH’ün süreçten beklentisinin de bu olduğu açıklamalardan görülüyor. Nedir bu negatif barış: Barış Vakfının hazırladığı Barışın Elkitabındaki tanımla “Negatif barış, fiziksel şiddetin olmaması anlamına gelir. Pozitif barış ise fiziksel, ekonomik, siyasal, kültürel ya da yapısal her tür şiddetin yokluğu ve şiddetsizliğe adaletin eşlik etmesi anlamına gelir.”
Pozitif barış süreci için, negatif barış ortamının tesisi gerekli ve önemli. Ancak negatif barış ortamının tesisi, her iki tarafın da sorumlu davranmasına ve adım atmasına bağlıdır. Ama yukarıda da ifade ettiğim gibi, Rejim muhatabını tek taraflı adım atmaya zorlamaktadır. Görülen odur ki Devlet, süreci PKK’nin koşulsuz silah bırakması ve kendini fesih etmesinden ibaret görme tutumunda ısrar etmektedir. Bu ısrar “negatif barışı” tesis etmeye hizmet etmeyen “zoraki barış” dayatmasıdır. Tek taraflı çatışmasızlık ortamı tesis edilemez.
Zira fiziksel şiddetin olmadığı toplumsal ortam negatif barış ortamıdır. Devlet şiddetinin sürdürüldüğü ve şiddetsizlik ortamı için adım atmadığı, bunun karşısında muhatabın, toplumun ve muhalif güçlerin şiddetten uzak durarak kaderlerine rıza gösterdiği ortam, negatif barış ortamını değil, “zoraki barış”, “boyun eğme” ortamını tanımlar. Bu ise çözüm değil çözümsüzlük halidir.
Toplumun beklentisi, tarafların yürüttükleri “tartışma sürecinde” bu çözümsüzlük halinin terk edilerek, negatif barış ortamının tesisinde ortaklaşılmasıdır. Bu rejimin “zoraki barış” ısrarından vazgeçmesi ve muhatabının yaptığı gibi kendine düşen negatif barış adımlarını atmasıyla olabilecektir. Rejime düşen “negatif barış” ortamı adımları nelerdir? Devletin PKK’yi terör örgütü listesinden çıkarması, Kandil ve yurtdışındaki kadrolarının entegrasyonu, cezaevlerindeki tutsakların tahliyesi ve kayyım uygulamasının kaldırılmasına dönük yasal düzenlemelerdir. Bu adımlar, Devletin şiddetini KÖH üzerinden çekmesinin ve KÖH’ün demokratik siyaset yapmasının önündeki engelleri kaldırmasının görünen ön koşulları olarak okunabilir.
Ancak Rejim, bu adımları atmak yerine tersini yapmaktadır. İktidar bloğu çözüm derken aynı anda baskı ve yok etme siyasetini ivmelendirerek sürdürüyor. Bununla yetinmeyip yasalarla rejimin totaliter yapısını güçlendirme adımları atıyor. Yargı paketi böyledir. Yerel yönetimlerdeki değişiklik hazırlıkları, yerel yönetimlerin idari ve mali özerkliğini yok eden, belediyelerin sosyal ve toplumcu belediyecilik hizmetini engelleyen, dolayısıyla belediyeleri merkezi rejimin aparatı haline getiren düzenlemeleri içermektedir. Bu gelişmeler gösteriyor ki, negatif barışa ulaşabilmek dahi, barışı toplumsallaştırma temelinde KÖH başta olmak üzere toplumsal ve siyasal muhalefetin etkin ortak mücadelesini yükseltebilmesiyle, müzakere-mücadele diyalektiğini iyi kurmasıyla mümkündür. Diyelim ki bu başarılabildi.
“Negatif barış” ortamından “pozitif barışa” geçişin rotası
Pozitif barış, Rejimin insafıyla tesis edilebilecek bir toplumsal varoluş hali değildir. Mustafa Karasu’nun Radikal Demokrasi kitabında ifade ettiği “devlet sisteminin yanında halkın doğrudan demokrasiye dayanan kendi demokratik sistemini kurmasıyla… toplumu güç yaparak devleti bu taleplere saygılı ve duyarlı hale getirmekle” olmaz/olamaz. Zira Devletin, demokratik toplumsal örgütlenmelere, hak mücadelelerine ve doğrudan demokrasiye dayanan demokratik sistem mücadelesine sessiz kalması, egemen sınıf aygıtı olma doğasına aykırıdır. Nerede hak gasplarına karşı, ekonomik, sosyal, siyasal baskılara karşı, ulusal kimlik inkarı ve sömürgeciliğe karşı, inanç ayrımcılığı ve ötekileştirmeye karşı, toplumsal cinsiyet ayrımcılığına karşı, patriyarkaya karşı, nefret suçlarına karşı, ekosistemin yıkımına karşı örgütlenme ve mücadele var; devlet oradadır. Tersini kabul etmek ezilenler işini yaparken muktedirlerin işini yapmayacağını, sermayenin kendi topuğuna sıkabileceğini düşünmektir Sermayenin rejiminden ezilenlerin mücadelesine duyarlılık ve saygı beklemek, toplumların yazılı tarihinin sınıflar mücadelesi tarihi olduğu gerçeğini sırtını dönmektir/görmemezliktir. Ama biz görmemezlikten geldiğimizde gerçekler yok olmuyor. Öyleyse barış ve demokrasinin kazanılması; Rejimin totaliterliğine, baskıcı uygulamalarına, sermayenin bekasına hizmet eden yasal ve yapısal düzenlemelerine karşı yukarıda tek tek sıraladığım sorun alanlarına karşı topyekûn mücadele etmekten geçecektir.
Bu bağlamda süreci başarıya ulaştırmanın olmazsa olmazları vardır. Bunları oldurma sorumluluğu başta sürecin muhatapları olmak üzere, tüm demokratik toplumsal ve siyasal muhalefettedir. Bunları sıralarsak: Birincisi, rejimin “Terörsüz Türkiye” hedefinin kendi bekasını garantilemekten başka bir anlamı olmadığından şüphe etmemek ve bu niyetinden şüphe edildiği izlenimi yaratacak iyi niyet duygusallıkları sergilememek. İkincisi, “topyekûn” mücadeleyi erteleyen tutumu hemen şimdi terk etmek ve güncel mücadeleyi arkasına alan bir müzakere süreci yürütmek. Üçüncüsü, muhalefetin kırılganlık kaldıramayacak yönünün ortak mücadele hattı olduğunu ve Rejimin ortak mücadeleyi bölmek için sürekli bu hattı vurarak kazanmaya çalıştığını görmek. Dördüncüsü, gördüğüne uygun davranma iradesini açığa çıkarmak, başta CHP olmak üzere toplumsal ve siyasal muhalefetin ortak mücadelesine zarar verecek tutum ve söylemlerden uzak durmak ve var olan ortak mücadele hattını yeni güçleri kapsayacak biçimde büyüterek sürdürebilmek. Beşincisi, bütün bu çalışmaları, sokak, sokak, hane, hane, yaşamın kılcal damarlarına ulaşarak, demokrasi ve barış mücadelesinin toplumsallaşmasının; halklarla buluşmak ve bütünleşmekten geçtiğini ve halkların iradesini örgütlemekle olacağını gören bir yaklaşımla yapmak.
Bu perspektifle mücadele, iktidar blokunun beklentilerini boşa düşürecek ve halklara kazandıracak yegane yönelimdir. Bunlarda kararsızlık ve müzakereye halel gelmemesi adına bekleme hali, karabulutların büyüyerek üzerimize, üzerimize gelmesine ve üzerimizi tümüyle kapladığında “bereket” değil, zehir yağdırmasına vesile olacaktır.
01.12.2025
