Mehmed Uzun’u, babamı ve o kitaplıkta kalan sesi anarken…
Aile evinde küçük bir kitaplık vardı. Ahşabı eskimiş, bazı rafları eğrilmişti ama o kitaplık, benim için bir evden çok daha fazlasıydı. Çünkü o raflarda bir dünya duruyordu. Dicle’nin kokusu, Mezopotamya’nın toprağı, halkın direnişi… Hepsi oradaydı.
On altı, on yedi yaşlarındaydım. Dünyaya, adalete, insanlığa dair ne biliyorsam, o rafların arasında öğrendim.
Raftan ilk aldığım kitaplardan biri “Nar Çiçekleri” ydi. Ardından “Dicle’nin Yakarışı” geldi. Okudukça, sanki o nehir benim içimden akmaya başladı. Uzun’un cümleleri bana sadece bir hikâyeyi değil, bir coğrafyanın nabzını anlatıyordu. Dicle’nin kıyısında yaşayanların sessizliğini, sürgünlüğünü, umutla direniş arasındaki o ince çizgiyi…
O kitaplıkta yalnız Mehmed Uzun yoktu. Hemen yanında İnce Memed dururdu, bir başına da Hasretinden Prangalar Eskittim.
Bazen Yaşar Kemal’in o geniş ufku, Uzun’un sessiz anlatısına yaslanır gibiydi. Bazen de Ahmet Arif’in sesi aralarından taşardı;
“Seni, baharmışın gibi düşünüyorum,
Seni, Diyarbekir gibi”
Babam da çok severdi o kitapları. Her akşam işten geldiğinde elinde bir kitap olurdu.
Mehmed Uzun’un “Aşk Gibi Aydınlık, Ölüm Gibi Karanlık” ını okuduğunu hatırlıyorum. Sonra Tolstoy’dan “İvan İlyiç’in Ölümü’“nü.
Yorgun ellerinde kitap bir tür sığınak gibiydi. Kelimelere sığınırdı. Belki de o yüzden, ben de kelimelere sığındım.
Babamı yedi yıl önce kaybettim. Ama bazen, Dicle’nin sesiyle Uzun’un cümleleri birleştiğinde, onun sesini hâlâ duyarım.
Sayfalar çevrilir, bir sigara yakılır, bir hikâye başlardı.
Mehmed Uzun da öyleydi.
Bir hikâyeci değildi yalnızca, yasaklanmış bir dilin yeniden doğuşuydu.
İsveç’te sürgünde yaşadı, ama sürgünü bir yazı ülkesine çevirdi.
Kürtçe’yi yeniden edebiyatın dili kıldı.
O, “bir halkın belleği kaybolmasın” diye yazdı, bizse onun cümleleriyle yeniden hatırladık kim olduğumuzu.
Bugün onun ardından, yine Dicle’nin kıyısında durur gibi hissediyorum kendimi.
Rüzgâr eski sayfaları çeviriyor sanki.
O sayfalardan biri babama, biri Ahmet Arif’e, biri Yaşar Kemal’e, biri de Mehmed Uzun’a denk düşüyor.
Ve hepsi, aynı cümlede birleşiyor;
“Hişta, ji Dîcle re guhdar be…”
“Sus, Dicle’yi dinle…”
Dicle hâlâ konuşuyor. Mehmed Uzun’un sesiyle.