“Bazı yaralar zamanla kapanmaz.” [1]
“Efendim, bizim kasabımızda evlerimizi onlar yapar, buğdayımızı onlar eler, ekmeğimizi onlar pişirir. Demircisi, marangozu, terzisi ve daha bircok zanaat onlardan sorulur. Eğer onların hepsini alıp götürürseniz biz ne yaparız sonrasında. Hiç olmazsa birkaçını bıraksanız.” [2]
Her yıl 24 Nisan geldiğinde, Türkiye’de resmî makamlar, ana akım siyasetçiler ve medyanın büyük bir bölümü, 1915’te gerçekleşen Büyük Ermeni Soykırımı’nı inkâr eden açıklamalarda bulunmakta; bu doğrultuda yazılar yayımlanmaktadır. Son yıllarda, ulusalcı çizgide olmayan sınırlı sayıdaki sol, sosyalist ve demokrat çevreler dışında, soykırımın tanınıp tanınmaması meselesi, esasen Türkiye devletinin jeopolitik çıkarlarını etkileyen bir unsur olarak ele alınmakta; insanî boyutu ise çoğu zaman görmezden gelinmektedir. Aynı şekilde, bu suçun ülkedeki demokrasi kültürü üzerindeki olumsuz etkileri de ciddi biçimde tartışılmamaktadır.
Bana kalırsa burada göz ardı edilen iki temel mesele bulunmaktadır. Birincisi, soykırımın devlet tarafından resmî olarak tanınmaması ve bu inkâr politikasını meşrulaştırmak amacıyla devletin ideolojik aygıtları aracılığıyla yürütülen Ermeni karşıtı propagandanın, başta Türkiye’de yaşayan Ermeniler olmak üzere diaspora ve Ermenistan’daki Ermeniler üzerinde derin ve kalıcı bir psikolojik travmaya neden olmasıdır. Bu propaganda, Türkiye Ermenilerinin sık sık ırkçı, ayrımcı ve dışlayıcı politikalara maruz kalmasına da zemin hazırlamaktadır. İkinci olarak, 1915 Soykırımı’nın yalnızca geçmişte yaşanmış bir olay değil, tanınmadığı ve yüzleşilmediği için hâlâ kapanmamış bir sürece dönüşmüş olmasıdır. Bu durum, Cumhuriyetin kuruluşundan günümüze kadar Türkiye’nin kültürel, sosyal, ekonomik ve siyasal yaşamında etkisini sürdürmekte; soykırımın gölgesi, ülkenin demokratikleşme sürecini ciddi biçimde yavaşlatmaktadır. Bu yazıda, söz konusu iki önemli boyutu daha derinlemesine inceleyeceğim.
1915 Ermeni Soykırımı’nın en doğrudan ve yıkıcı sonucu, hiç kuşkusuz, Osmanlı Devleti sınırları içinde yaşayan bir milyondan fazla Ermeni vatandaşının hayatını kaybetmesi; kadim Ermeni halkının, 3000 yılı aşkın bir süredir varlık gösterdiği kendi ana yurdunda sistemli bir şekilde yok edilmesidir. Bu insanî felakete, aynı zamanda büyük bir tarihî ve kültürel yıkım da eşlik etmiştir. Binlerce yıllık birikimin ürünü olan Ermeni kültürel mirası—kiliseler, manastırlar, okullar, mezarlıklar ve anıtlar—büyük ölçüde tahrip edilmiş ya da tamamen ortadan kaldırılmıştır. Anadolu’da Ermenilerin yüzyıllar boyunca katkı sunduğu zanaatkârlık, mimarlık ve ticaret hayatı da ağır bir darbe almıştır. Soykırımdan hayatta kalmayı başaranların önemli bir kısmı ise, yaşamlarını sürdürebilmek için etnik ve dinî kimliklerini değiştirmeye zorlanmış, bu da toplumsal hafızada ve bireysel kimliklerde derin travmalara yol açmıştır. Binlerce Ermeni kadın ve kız çocuğu zorla Müslümanlaştırılarak rızaları alınmadan evlendirilmiştir.[3] Bu kişilerden önemli bir bölümü gizlice inançlarını devam ettirmiş ve günümüzde de bunların torunları bu durumun varlığından haberdar olarak ama çoğunlukla da kimliklerini saklayarak yaşamak durumundadır.[4] Soykırım sırasında Ermenilerin sahip olduğu ekonomik ve maddi varlıklar da büyük ölçüde ellerinden alındı. Zorla terk ettirilen mülkler, iş yerleri, tarım arazileri, evler, banka hesapları ve değerli eşyalar, ya devlet tarafından el konularak millîleştirildi ya da yerel unsurlar tarafından yağmalandı. Bu el koyma süreci, sadece bireysel servetlerin değil, aynı zamanda bir toplumun ekonomik temelinin sistematik olarak yok edilmesi anlamına geliyordu.
Bugün dünyanın birçok ülkesinde yaşayan ve diaspora Ermenileri olarak bilinen Ermenilerin büyük bölümü ve Ermenistan Ermenilerinin azımsanmayacak bir kısmı, Ermeni Soykırımı sırasında şanslı olup kaçabilenlerin üçüncü, dördüncü kuşak torunlarıdır. Şu an neredeyse tamamına yakını İstanbul’da yaşayan Türkiye Ermenilerinin de kökeninin önemli bir kısmı aslen Anadolu olup, soykırım sonrası bulundukları bölgelerde yaşam koşulları kalmadığı için zorunlu olarak İstanbul’a göç edenlerdir. Diaspora Ermenileri yeni göç ettikleri coğrafyalarda hayata sıfırdan, en yakın akrabalarını ve bütün mal varlıklarını kaybederek başlamak zorunda kaldılar. Büyük bir yıkımın, enkazın üzerine yeni bir hayat inşa etmenin zorlukları, özellikle birinci kuşak diaspora Ermenilerinde bilimsel birçok çalışmaya konu olmuş posttravmatik stres bozuklukları yarattı.[5]
Günümüze gelindiğinde ise, Türkiye Ermenileri, Türk devletinin soykırım suçunu inkâr etmek için halkı Ermeni karşıtı propagandayla zehirlemesi sonucu, toplumun geniş kesimlerinde kendilerine karşı üretilen ötekileştirici, ayrımcı, ırkçı eylem ve söylemlere maruz kalmaya devam etmektedir. Bunun sonucunda cumhuriyetin kuruluşunda yüz binin biraz üzerinde olan Ermeni nüfusu günümüzde 60.000’lere kadar gerilemiş, Ermeniler istemeyerek de olsa Türkiye’den göç etmek zorunda kalmışlardır.[6] Türkiye Ermenilerinin önemli bölümü soyadlarında Ermeni olduklarını belli eden “yan” ekini çıkararak ve büyük toplumda birbirlerine Müslüman Türk isimleriyle hitap ederek yaşamlarını sürdürmekte ve Ermeni kimliğini başlarına bir şey gelmesin diye saklamaktadır. Ermeniler, siyasetle ilgilenmemeye, cumhuriyet döneminde uğradıkları haksızlıkları yüksek perdeden dile getirmemeye, ev içinde başka kamusal alanda ise daha başka bir söylem ve tutum geliştirmeye adeta zorlanmaktadır. Örneğin yaşanan onca soruna rağmen, Ermeni patrikleri cumhuriyetin kuruluşundan beri sürekli, “Devletimize bağlıyız” demek zorunda bırakılmıştır.[7]
Soykırım suçuyla yüzleşilmesini isteyen ve genel olarak yaşanan haksızlıkları dile getiren az sayıdaki Ermeni entellektüeli ise sürekli devletin gözetiminde oluyor, ve onun baskısını ensesinde hissediyor. Örneğin Türkiye Ermeni topluluğunun cumhuriyet döneminde yetiştirdiği en önemli aydınlarından biri olan Hrant Dink, Türkiyeli Ermenilerinin sorunlarını kendine has son derece barışçıl bir dille aktardığı ve soykırım üzerine resmi devlet söyleminin dışında şeyler söylediği için defalarca “Türklügü aşağılamak” suçundan hakim karşısına çıkmak zorunda kaldı.[8] Milliyetçi çevreler tarafından yüzlerce kez ölüm tehdidi aldı ve sonunda da işin içinde bolca devlet görevlisinin bizzat yer aldığı bir tertiple katledildi. Hrant Dink’in katil emrini veren gerçek failler cinayetin üzerinden on sekiz sene geçmesine rağmen bulunamamıştır. Yine geçtiğimiz yakın dönemde HDP’den milletvekilliği yapan Garo Paylan, organize suç örgütü lideri Alaattin Çakıcı’nın eski avukatı tarafından öldürülmekle tehdit edilmiştir.[9]
Tüm bunlara ek olarak, Ermeniler Cumhuriyet’in kuruluşundan günümüze kadar devlet politikaları düzeyinde çeşitli biçimlerde ırkçı uygulamalara maruz kalmaya devam etmektedir. Bu uygulamalar, sadece tarihsel travmalarla sınırlı kalmamış; güncel siyasal ve toplumsal hayatın birçok alanında da kendini göstermiştir. Başlıca örnekler şunlardır:
* Ermeni vakıflarına ait mal varlıklarına devlet tarafından el konulması, [10]
* Ermeni kiliselerinin ibadethane olmaktan çıkarılarak camiye dönüştürülmesi, [11]
* Valilik, generallik gibi üst düzey kamu görevlerine hiçbir Ermeni vatandaşın getirilmemesi,[12]
* Devlet yetkililerinin, yaşanan terör olaylarının arkasında Ermenilerin olduğunu öne süren ya da PKK’nin aslında bir “Ermeni örgütü” olduğu yönünde imalarda bulunan açıklamalarda bulunmaları, [13]
* Ermeni vatandaşların kimlik numaralarının sistematik biçimde “2” rakamıyla başlatılarak fişlenmesi ve bir tür etnik kodlamaya tabi tutulmaları, [14]
* 1915 Soykırımı’nın başlıca planlayıcısı ve sorumlularından olan dönemin Osmanlı Sadrazamı Talat Paşa’nın devlet tarafından olumlu bir figür olarak yüceltilmesi; isminin cadde, sokak ve okullara verilerek resmî düzeyde onurlandırılması, [15]
* Okullarda okutulan tarih ders kitaplarında Ermenilerin tehcir edilmesinin, onların düşmanla iş birliği yaptığı ve emperyalizmin maşası oldukları iddiasıyla meşrulaştırılması. [16]
Bu politikalar, Ermeni toplumunu sistematik olarak dışlayan ve hedef hâline getiren bir devlet aklının sürekliliğini işaret etmektedir. Aynı zamanda, geçmişle yüzleşmemenin ve inkârcı zihniyetin bugüne taşınan sonuçları olarak karşımıza çıkmaktadır.
İttihat ve Terakki yönetiminin soykırımdan sorumlu kadroları, Cumhuriyet’in kuruluş sürecinde önemli pozisyonlar üstlenmiş, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu kadroları olmuştur. Aynı zamanda da yeni cumhuriyetin Türk-Müslüman burjuva sınıfı azımsanmayacak ölçüde Ermeni Soykırımı sırasında gerçekleşen sermaye transferi sonucunda ortaya çıkmış ya da var olanlar iyice palazlanmıştır. [17] Tabii bu arada 1916 Süryani ve 1919-20 Rum Soykırımları’nın da bu sermaye aktarım süreçlerinin bir parçası olduğunu unutmamak gerekiyor. Tüm bu süreçlerin sonunda, Türk-İslam sentezine dayanan bir resmî ideoloji inşa edilmiş; bu ideoloji, etnik olarak Türk ve dinî olarak Müslüman olmayan tüm halk ve inanç gruplarını sistematik biçimde dışlayan, onları ikinci sınıf yurttaş konumuna iten bir toplumsal ve iktisadî düzenin de zeminini oluşturmuştur. Bu durumdan daha sonraki dönemde Aleviler ve Kürtler de çok olumsuz etkilendiler.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu yapısına, herhangi bir halka ya da inanç grubuna karşı insanlık dışı uygulamaların cezasız kalabileceği düşüncesi adeta kazınmıştır. Bu cezasızlık kültürü, yalnızca 1915 Ermeni Soykırımı ile sınırlı kalmamış; sonraki yıllarda da benzer travmatik olayların önünü açmıştır. 1934 Trakya Yahudi Pogromu, 1937-38 Dersim Soykırımı, 6-7 Eylül 1955 Pogromu, 1970’lerden itibaren yaşanan Alevi katliamları ve 1980’lerden bu yana Kürtlere yönelik sistematik devlet şiddeti, bu cezasızlık zemininde rahatlıkla hayata geçirilmiştir. Her toplumsal muhalefet yükseldiğinde devletin orantısız güç kullanmaktan çekinmemesi, sadece güvenlikçi politikalarla değil, aynı zamanda tarihsel olarak öğrenilmiş bir şiddet pratiğiyle de ilgilidir. Devleti yönetenlerin kolektif bilinçaltında yer eden ve 1915’te uygulanan kitlesel şiddet biçimlerinden öğrenilen bu kültür, günümüzde hâlâ etkisini sürdürmektedir. Bu nedenle, Ermeni Soykırımı sadece geçmişin bir felaketi değil, aynı zamanda bugünün adalet anlayışını, toplumsal barışı ve demokratikleşme çabalarını doğrudan etkileyen bir miras olarak karşımızda durmaktadır.
19. yüzyılın ikinci yarısı ve 20. yüzyılın başında, Osmanlı Ermenileri özellikle büyük şehirlerde sanat, bilim, kültür, spor ve siyaset alanında yaşadıkları toplumun öncüsü konumundaydılar. Mimariden tiyatroya,[18] kütüphanecilikten olimpiyatlara ilk katılan sporculara [19] kadar öncüler Osmanlı toplumunda çoğunlukla Ermeniler olmuştur. Türkiye’nin ilk liberal ve sol/sosyalist hareketlerinin, feminist kadın mücadelesinin[20] öncülerinin de önemli bir bölümü Ermenilerdi.[21] Örneğin, resmî devlet ideolojisi tarafından ayrılıkçı olarak damgalanan Hınçak ve Taşnak partileri, Karl Marx’ın eserlerini Türkçeye çeviriyor, uluslararası sosyalist hareketlerle ilişkiler kuruyor ve Sosyalist Enternasyonal’e üye oluyorlardı.[22] Anadolu’nun pek çok kasabasında ise Ermeniler, ticaretin ve zanaatkârlığın farklı dallarında aktif olarak üretimde bulunuyor, yaşadıkları toplumu hem ekonomik hem de kültürel anlamda zenginleştiriyorlardı.[23] 1915 Soykırımı, yalnızca bir halkın kitlesel biçimde yok edilmesi değil, aynı zamanda Osmanlı toplumuna her alanda katkı sunan bu insan kaynağının ortadan kaldırılması anlamına gelmiştir. Demokrasi kültürünün eğitim, kültür ve bilgi düzeyi yüksek toplumlarda gelişebileceği yönündeki siyaset bilimi literatürü göz önüne alındığında, [24] bu kitlesel tasfiyenin, Türkiye’nin demokratikleşememe sürecinde oynadığı rol daha açık biçimde anlaşılmaktadır.
Türkiye’nin Ermeni Soykırımı gerçeğiyle yüzleşememesi, yalnızca iç politikasını değil, aynı zamanda dış politikasını da otoriter ve antidemokratik bir zeminde şekillendirmektedir. Bilindiği üzere, 24 Nisan 1915 tarihi, dünyanın birçok gelişmiş ve yerleşik demokrasiye sahip ülkesi tarafından soykırım olarak tanınmaktadır. Ancak Türkiye, bu tarihsel gerçekle yüzleşmek bir yana, dış politikasını da inkâr çizgisi doğrultusunda şekillendirmeye devam etmektedir. Sadece iktidar çevreleri değil, ana muhalefet partisi CHP başta olmak üzere, DEM Parti ve onunla birlikte hareket eden bazı sosyalist yapılar dışındaki tüm siyasi aktörler de uluslararası platformlarda soykırım gerçeğini kabul etmekten imtina etmektedir. Bu durum, söz konusu aktörlerin demokrasi ve insan hakları konusundaki tutarlılıklarını sorgulanabilir hâle getirmektedir. Özellikle “demokratik duruş” iddiasında bulunan partilerin kendi tarihleriyle hesaplaşmaktan kaçınan bu tavırları, hem iç hem de dış kamuoyunda ciddi bir inandırıcılık sorunu doğurmaktadır. Türkiye’nin Ermenistan ile sınır kapısını açmaktan ve diplomatik ilişkiler kurmaktan kaçınması, komşuluk ilişkilerini geliştirmemesi ve bu konuda sürekli bir çekingenlik sergilemesi, büyük ölçüde Ermeni Soykırımı ile yüzleşememekten kaynaklanmaktadır. Bu durum, aynı zamanda Azerbaycan’a verilen koşulsuz desteğin arka planında da yer almaktadır.
Dünyada Azerbaycan temel demokratik insan haklarını bile tanımayan otoriter bir yönetimle idare edilen ülkelerden biri olarak öne çıkmaktadır. Son zamanlarda demokrasiyi savunan ve iktidardaki AKP-MHP ittifakını faşizan bir yönetimle suçlayan CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in, bu söylemleriyle çelişen bir tavır sergilemesi dikkat çekmektedir. Özel, otoriter yönetimiyle dünyada kötü bir şöhrete sahip olan İlham Aliyev’i, binlerce yıldır Ermenilerin yaşadığı Dağlık Karabağ bölgesinde yürütülen ve etnik temizlik olarak değerlendirilen operasyonlar sonrasında arayıp tebrik edebilmiş; ayrıca ilk fırsatta Azerbaycan’ı ziyaret etmek istediğini de dile getirmiştir.[25] Bu durum, CHP’nin demokrasi ve insan hakları söylemleriyle bağdaşmayan ciddi bir çelişki oluşturmaktadır. Oysa, buradaki doğru politik tutum aynı coğrafyada binlerce yıldır yaşayan Azeri ve Ermeni halklarını ve devletlerini onurlu bir barışa ikna etmek olmalıdır. Tüm bunların ışığında, soykırım ile yüzleşmenin Türkiye’nin dış politikasına da demokratikleşme anlamında olumlu katkı sunacağı açıktır.
Türkiye’nin Ermeni Soykırımı ile devlet düzeyinde yüzleşmesi ve onu tanıması toplumsal düzeyde ilerici kesimlerinde zaten filiz vermiş yüzleşme ve tanımayı toplumun tüm katmanlarına doğru ilerletecektir. Bundan olumlu anlamda en fazla etkilenecek olanlar Ermeniler olsa da, demokrasi mücadelesi veren başta Kürtler ve Aleviler olmak üzere, ayrımcılığa uğrayan tüm halklar ve inançlar bu durumdan faydalanacaktır. Böyle bir durumda, halkların ve inançların üzerine karabasan gibi çöken, onları tek tipleştirmeye çalışan Türk-İslam sentezci devlet ideolojisi de giderek çözülmeye başlayacaktır. Unutulmaması gerekir ki, 1915’te ve hemen akabinde Türkiye nüfusunun yüzde otuzuna yakınının yok olmasıyla, Türk-İslam sentezci dünya görüşünün resmi ideolojiye dönüşmesi arasında doğrudan bir bağlantı vardır. Etnik olarak Türk ve dini olarak Müslüman olmayan unsurların dışlandığı, Türk-İslam sentezine dayanan bir resmi ideolojinin kurumsallaşmasının önü açılmıştır. Bu antidemokratik dünya görüşü, böyle içinde şiddetin bol olduğu bir tarihsel bağlamda ortaya çıkmıştır. Büyük Ermeni Soykırımı ve onunla beraber Süryani ve Rum Pontus kırımlarının dumanları çıkarken şekillenen bu resmi ideolojinin ise demokratikleşmenin önünde büyük bir engel olduğu çok açıktır. Demokratik cumhuriyeti inşa edebilmek için bu büyük tarihsel haksızlıkla yüzleşmek, kendini demokrasi cephesinde gören herkesin vicdan borcudur.
1. Türkiyeli Ermenilerin kendi aralarında Soykırımı anarken sıkça kullandıkları bir cümle.
2. Zara’nın ileri gelenlerinden Hacı İzzet’in Ermenilerin kasabadan zorla götürülmelerini engellemek için kaymakamla yaptığı konuşma. Bakınız: Dink, Hrant. 2009. Hrant Dink Bu Köşedeki Adam. İsanbul: Uluslararası Hrant Dink Vakfı. s. 107.
3. Hukukçu Fethiye Çetin’in Anneannem adlı kitabında bu konu derinlemesine işlenir. Kitabın tamamına internette erişilebiliniyor. Bakınız: Anneannem | PDF
4. Saklı Haç: Müslümanlaştırılmış Ermenilerin hikayesi
6. https://tr.euronews.com/2019/04/08/ermeniler-neden-turkiyeyi-terk-ediyor-turkiye-de-ne-kadar-ermeni-kaldi
7. ‘Ne burada ne de orada’ – HyeTert
8. NICIN HEDEF SECILDIM_TUR.pdf
9. Paylan: Yeni provokasyonlarla karşı karşıya kalabiliriz – DW – 19.08.2022
12. https://www.armenews.com/wp-content/uploads/2008/06/arc_religious_freedom.pdf
13. https://www.youtube.com/watch?v=sfflZH-7uUs
14. Türkiye soy kodunu tartışıyor | Agos
15. https://en.wikipedia.org/wiki/Talaat_Pasha:_Father_of_Modern_Turkey,_Architect_of_Genocide
16. 1915 AGHET – The Armenian Genocide (In English) – YouTube
17. Bu konu ile ilgili ayrıntılı bilgilere Taner Akçam ile Ümit Kurt’un 2017 basımlı “Kanunların Ruhu ve Ermeni Soykırımı sırasında Yağmalanan Zenginlik” adli kitabında yer veriliyor.
18. Güllü Agop lakabıyla tanınan Agop Vartovyan, Osmanlı’da tiyatroyu profesyonel düzeyde ilk kuran kişi olarak kabul edilir. Bakınız: Güllü Agop Biyografiler.com
19. Olimpiyat Tarihinin Gayrı Resmi Sayfası
20. https://www.metiskitap.com/catalog/interview/36575
2.1 Akın, Kadir. 2021. Saklı Tarihin İzinde Osmanlı’da Modernleşme, Anayasa, Sosyalizmin Kökleri ve Ermeni Vekiller. İstanbul: Dipnot Yayınları. s. 118.
22. Briefing European Parliamentary Research Service
23. Osmanlı Ermenileri’nin zanaat ve sanatlardaki katkıları için bakınız: Armenian crafts in the Ottoman Empire: Armenian identity and cultural exchange
24. Education and democratisation: tolerance of diversity, political engagement, and understanding of democracy – UNESCO Digital Library
25 .CHP Genel Başkanı Özgür Özel, Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev ile Görüştü – Cumhuriyet Halk Partisi