Slovaj Zizek: “Şu an izole edilmiş haldeyken başkalarıyla bağ kurmamızın temel yolu telefon ve internet ve her ikisi de bu bağlantımızı dilediği anda koparabilecek olan devletin kontrolünde.”
Slavoj Zizek’in yayımlanacak olan yeni kitabından bir bölüm “Komünizm mi yoksa barbarlık mı? Bu kadar basit!” başlığıyla, Osman Akınhay’ın çevirisiyle HaberTürk’de yayımlandı. SiyasiHaber olarak çeviriyi sizlerle paylaşıyoruz.
Komünizm mi yoksa barbarlık mı? Bu kadar basit!
Koronavirüs bahsinde ısrarla komünizmden bahsettiğimde Alain Badiou’dan Byung Chul Han’a , Sağ’dan ya da Sol’dan pek çok kişi tarafından eleştirildim, alaylara maruz kaldım. Bana itiraz eden sesler kakofonisindeki temel motifler kolaylıkla öngörülebilir şeylerdi: Kapitalizm bu salgını bir felaket kaldıracı olarak kullanarak daha da güçlenmiş bir şekilde geri dönecektir; hepimiz Çin tarzı devlet aygıtlarının tam kontrolünü tıbbi bir gereklilik olarak sessizce kabulleneceğiz; ne olursa olsun hayatta kalmaya tutunan panik ziyadesiyle apolitik bir niteliktedir ve bize başka insanları bir mücadelenin yoldaşları gibi değil, ölümcül bir tehdit gibi algılatır (dediler)… Han, Doğu ile Batı arasındaki kültürel farklılıklara bazı özgül kavrayışları ekliyor: Gelişmiş Batı ülkeleri aşırı panik gösteriyorlar çünkü gerçek düşmanlar olmadan, açık ve hoşgörülü, bağışıklık mekanizmalarından yoksun bir şekilde yaşamaya alışıklar ve bu yüzden önlerine gerçek bir tehdit çıktığında paniğe kapılıyorlar… Peki ama Batı, gerçekten iddia ettiği kadar müsamahakar mıdır? Bizim bütün siyasal ve toplumsal alanımıza apokaliptik hayaller (ekolojik felaket tehditleri, İslami mülteciler korkusu, LGBT+ ve toplumsal cinsiyet teorisine karşı geleneksel kültürümüzü paniğe varan bir derecede savunmamız) nüfuz etmemiş midir? Sadece pis bir şaka yapmaya kalktığınızda ensenizde hemen Siyaseten Doğruculuk sansürünün gücünü hissedersiniz. Bizim müsamahakarlığımız yıllar öncesinden zıddına dönüşmüş durumdadır.
Üstelik, zoraki tecrit ne olursa olsun apolitik bir şekilde hayata tutunma çabasını gerçekten içerir mi? Bu konuda, Catherine Malabou’nun “Bir çağ, bir zamanı durdurmak, sosyalliğin paranteze alınması, bazen başkalığa ulaşmanın ve kendimizi Yeryüzü’nün bütün izole edilmiş insanlarına yakın hissetmenin tek yoludur. Kendi yalnızlığımda mümkün olduğunca tek başıma olmaya gayret etmemin sebebi bu…” sözlerine ziyadesiyle katılıyorum.
‘Şimdi hepimiz Assange’ın durumundayız’
Bu derinden Hristiyanca bir fikirdir: Ne zaman kendimi yalnız, Tanrı tarafından terk edilmiş hissetsem, o noktada haça gerilmiş İsa’ya benzer, onunla tam bir dayanışma içinde olurum. Bugün aynı durum hapishane hücresinde tecrit edilmiş, hiçbir ziyaretçi kabul etmesine izin verilmeyen Julian Assange için de geçerlidir: Şimdi hepimiz Assange’ın durumundayız ve iktidarın (koronadan dolayı) tıbbi sebepleri öne sürerek gücünü istismar etmemesi için sayısal verilere her zamankinden daha fazla ihtiyacımız var. Şu an izole edilmiş haldeyken başkalarıyla bağ kurmamızın temel yolu telefon ve internet ve her ikisi de bu bağlantımızı dilediği anda koparabilecek olan devletin kontrolünde.
‘Radikal seçimlerle karşı karşıyayız’
Öyleyse, ne olacak? İmkansız olan zaten şimdiden gerçekleşiyor – örneğin, Boris Johnson 24 Mart’ta demiryollarının, Corbyn’nin bile o ölçüde düşünmediği bir tedbirle, geçici olarak ulusallaştırıldığını ilan etti. Assange kısa bir telefon konuşmasında Yanis Varoufakis’e şunları söylemişti: “Krizin bu yeni aşaması bize, ‘ne olsa gider’ bundan sonra her şey mümkün anlayışının olacağını açıkça gösteriyor.” Elbette burada kastedilen, en iyisinden en kötüsüne kadar her istikametteki her şeydir. Dolayısıyla şimdi durumumuz derinden politiktir: Radikal seçimlerle karşı karşıyayız.
Dünyanın bazı bölgelerinde devlet gücünün kısmen çözülmesi ihtimali var ve bu durumda yerel savaş lordları kendi bölgelerini ‘Mad Max’vari bir şekilde genel bir hayatta kalma mücadelesiyle kontrol altında tutabilir (bilhassa yeni tehditler -diyelim, kalabalık çekirge istilaları yüzünden meydana gelen açlıklar- ortaya çıkarsa). Aşırılıkçı grupların “Ulusumuzun güçlenmesi ve gençleşmesi için yaşlıları ve zayıfları gözden çıkaralım” şeklindeki Nazi stratejisini benimsemeleri ihtimali de var. (FBI’ın topladığı istihbarata göre, bazı gruplar şimdiden koronavirüse yakalanmış mensuplarını hastalığı polislere ve Yahudilere bulaştırmaya teşvik ediyorlar).
Barbarlığa bu şekilde sapmanın daha incelikli bir kapitalist versiyonu ABD’de zaten açık açık tartışılıyor– işte size birkaç örnek: Pazar günü (22 Mart) geç saatlerde büyük harflerle bir twit yazan ABD başkanı, “Tedavinin sorunun kendisinden daha büyük bir problem olmasına izin veremeyiz. 15 günlük dönemin sonunda hangi yöne gitmek isteyeceğimize dair bir karar vereceğiz,” dedi. Beyaz Saray Koronavirüs Kurulu’na başkanlık eden Başkan yardımcısı Mike Pence günün erken saatlerinde, federal Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezleri’nin Pazar günü koronavirüse maruz kalmış insanların yakın zamanda işlerine dönmelerine imkân sağlayan bir yönerge çıkaracağını söyledi.
Geçen hafta Wall Street Journal Yazı Kurulu şu uyarıda bulundu: “Federal ve eyalet yetkililerinin 2008-2009’un zararını bile gölgede bırakacak bir ekonomik resesyondan kaçınmak için anti-virüs stratejilerini şimdi uyarlamaya başlamaları gerekiyor.” New York Times’ın muhafazakar yazarlarından ve Trump’ın yakından takip ettiği Bret Stephens Pazar günü, virüsün İkinci Dünya Savaşı’yla kıyaslanan bir tehdit gibi ele alınmasının “virüsün kendisinden muhtemelen daha yıkıcı çözümler dayatmaya kalkmadan önce, kökten sorgulanması gerektiği”ni yazdı. Teksas vali yardımcısı Dan Patrick, Fox News’a çıkıp “Halk sağlığı tedbirlerinin ABD ekonomisine zarar vermesini görmektense ölmeyi tercih edeceği”ni, ülkenin her tarafındaki “birçok dedeyle nine”nin kendisiyle aynı fikirde olacağına inandığını ileri sürdü: “Benim mesajım şudur: İşimizin başına, yaşamaya geri dönelim; bu konuda akıllıca hareket edelim ve 70 yaş üstünde olan bizler kendimize iyi bakalım.”
Mesajları açıkça ortada olduğu için bu tür pasajları aktarmaya değer: Tercih, insan hayatları (kim bilir kaç kişinin hayatı) ile Amerikan kapitalist ‘hayat tarzı’ arasında ve bu tercihte kaybeden insan hayatları olur… Oysa tek seçim bu mu? Bizler şimdi değişik yerlerde, hatta ABD’de, farklı bir şey yapmıyor muyuz? Elbette bütün bir ülke, hatta dünya sonsuza kadar tecritte tutulamaz, fakat bu dönüştürülebilir, yeni bir şekilde başlatılabilir. Benim bu noktada hiçbir duygusal önyargım yok: elimizdeki hapları hayatın anlamsız şekilde uzayan bir ıstıraba dönüştüğü kayıp vakalarda acısız ölümü sağlamak için kullanmaya ya da iyileşip bağışıklık kazanmış olanları gerekli sosyal hizmetleri sürdürmek için seferber etmek gibi kim bilir neler yapmak zorunda kalacağız. Önümüzde tek bir seçenek yok, tercihlerde bulunmaya devam ediyoruz.
Bu krizi apolitik bir dönem olarak görerek, çok uzak olmayan bir gelecekte normal hayatın geri geleceği umuduyla, krizi devlet gücünün kendi görevini yerine getirmesi, bizim de yalnızca devletin talimatlarına uymamızın gerektiğini düşünenler var. Bu noktada Immanuel Kant’ın devletin yasalarıyla ilgili olarak şu sözlerine uymalıyız: “İtaat et, ama düşün, düşünme özgürlüğünü koru!” Salgının kuraklıklardan çekirge istilalarına, başka ekolojik tehditlerle birleşerek geri döneceği ve bundan dolayı şimdi zor kararların verilmesi gerektiği çok açık.
Bunun görece az sayıda ölüme yol açan bir salgın hastalık olduğuna işaret edenlerin anlamadıkları nokta şu: Evet, bu yalnızca bir salgın hastalık, fakat şimdi böyle bir salgın hastalıkla ilgili olarak yapılan uyarıların tam anlamıyla karşılığını bulduğunu ve bunların sonunun gelmeyeceğini görüyoruz. Elbette “bundan daha kötü şeyler oldu, orta çağdaki vebaları aklınıza getirin” şeklinde bir teslimiyetle, ‘akıllıca’ tutum benimseyebiliriz – fakat bu karşılaştırmayı yapma ihtiyacını duymak bile çok şey anlatır. Kapıldığımız panik, ikiyüzlü biçimiyle bir nevi etik ilerlemenin sürüp gittiğine tanıklık etmektedir: Bizler vebaları kaderimiz saymaya artık hazır değiliz.
‘Komünizm önerim bilinmez bir rüya değil, hali hazırdı uygulanıyor’
İşte burada, bilinmez bir rüya değil, halihazırda devam etmekte olan (ya da en azından pek çok kişinin zorunluluk olarak algıladığı) bir şey olan, daha önce düşünülmüş, hatta kısmen uygulamaya geçirilmiş tedbirlerin ismi olarak benim ‘komünizm’ önerim devreye giriyor. Devlet en azından maskeler, test kitleri ve respiratörler gibi acilen gerekli şeylerin üretimini düzenleyerek, otellere ve diğer konaklama yerlerine el koyarak, çalışmayan herkesin hayatta kalmasının asgari koşullarını garanti ederek ve tüm bunlarda piyasa mekanizmalarını göz ardı ederek çok daha aktif bir rol üstlenmelidir. Bunun için, turizm endüstrisinde olduğu gibi en azından bir süreliğine işlerini kaybedecek ve işleri anlamsız hale gelecek, hayatları hiçbir şekilde basit piyasa mekanizmalarına ya da bir defalık teşviklere terk edilemeyecek olan milyonlarca kişiyi aklınıza getirmeniz yeterlidir.
“Kaynakların üretimi ve paylaşımında bir tür etkili uluslararası işbirliğinin düzenlenmesi şart”
Açık olan iki şey daha vardır. Kurumsal sağlık sisteminin zayıfların ve yaşlıların, bakımını sağlamak için yerel toplulukların yardımına dayanması gerekecektir. Artı, bunun tam karşı ucunda, kaynakların üretimi ve paylaşımında bir tür etkili uluslararası işbirliğinin düzenlenmesi mecbur olacaktır – devletler izole olurlarsa savaşlar patlak verir. Benim ‘komünizm’ dediğim şey budur ve ‘yeni barbarlık’ dışında buna karşı hiçbir alternatif görmüyorum. Peki, bu ne kadar gelişecek? Bilmiyorum; ben sadece buna duyulan ihtiyacın ivedi olarak bütün çevremizde hissedildiğini ve görmüş olduğumuz şekilde, kesinlikle bir komünist olmayan Boris Johnson gibi politikacılarca bile uygulamaya konduğunu biliyorum.
Hayatta kalma takıntımızdan hoşlanmayanların kaçırdıkları şey budur. Alenka Zupancic geçenlerde, Maurice Blanchot’nun Soğuk Savaş çağından, insanlığın nükleer yolla kendi kendini yok etme korkusu hakkındaki metninin yeni bir okumasını yapmıştı. Blanchot umutsuzca hayatta kalma isteğimizin “Unutun, sadece şeylerin mevcut durumunu muhafaza edelim, çıplak hayatlarımızı kurtaralım” şeklindeki bir duruşu içermediğini gösteriyordu – Hayır, insanlığı (kendi kendini yok etmekten) kurtarma çabamızla, sahip çıkılacak yeni bir insanlık yaratırız, çünkü ancak bu ölümcül tehdit sayesinde birliktelik içinde bir uygarlık tasavvur edebiliriz. İşte şimdi içinde bulunduğumuz çıkmaz için de tam olarak aynısı geçerli…