Tutuklu bulunan HDP eski Eş Genel Başkanı Figen Yüksekdağ, Kandıra Cezaevi’ nden bir yazı kaleme aldı.
Tutuklu HDP eski Eş Genel Başkanı Figen Yüksekdağ, kaldığı Kandıra F Tipi Cezaevi'nden Özgürlükçü Demokrasi'ye bir yazı yazdı.
Yüksekdağ'ın yazısı şöyle;
İşte beklediğimiz kapı sesi geldi. Sonra kederli yüzü, kıvranan alın çizgisiyle Aysel Tuğluk girdi içeriye. İki gündür Sebahat Tuncel ile birlikte bu sesi, bu yüzü bekliyorduk. İşte gelmişti. Onun gözyaşları ile yıkanmış yüzündeki tertemiz asalete içimiz dağlanarak bakacaktık. Gözümüzün yaşını onunkine katacaktık.
Bunca zaman iktidar merkezi ve yörüngesi tarafından toplumun çoğunluğu kötülüğe alıştırıldı. Yaratılan Kürt düşmanlığı eşliğinde mezarlıkların bombalanması, cenazelerine eziyet edilmesi, faşizmin yaşayanlardan sonra ölülerin mezarına üşüşmesi ne yazık ki yeni değildir. Kürt’ün bir avuç toprakla imtihanı yeni olmadı. Topluma yaydıkları “tek bir çakıl taşını” kaybetme fobisiyle iktidar için kullanışlı savaş, ırkçılık, mezhepçilik ve nefret üretenler Türk milliyetçiliğini kutsama adına mezar milliyetçiliğine kadar düşenler, Kürt’ün olduğu kadar Türk’ün de onuruna saldırıyor. Şimdi iktidar eli ile yaratılan korkunun ele geçirdiği ve berbat kişiliğe dönüştürdüğü ruhlar kendisi dışında kimseye “tek bir mezar taşı vermemek” için çıldırıyor, saldırıyor. Mezarına saldırdıklarının, mezarsız bıraktıklarının Ankara’da 75 yaşında bir cenaze ya da Cizre’de 10 yaşında bir kız çocuğu olması onlar için fark etmiyor Tek vatan, tek devlet, tek millet, tek bayrak dörtlemesinin kaçınılmaz sonucu “tek mezarlık” oluyor.
30-40 yıl boyunca cenazesine zulmedilen, gömülme hakkı tanınmayan, mezarı tahrip edilen, hatta mezarı olmayan binlerce yurtsever, devrimci ve halk evladını ne yaptılarsa yok edemediler. O evlatların annesi “Hatun Tuğluk yaşıyor” dediğimizde de yalan değil şimdi. Ölümün bir yok oluş olmadığını bizim kadar onun mezarına saldıranlar da biliyor.
Onda yaşayan değerleri öldürmek, toprağın üzerinde yaşayan bizlerin ruhuna daha ölümcül bir darbe vurmak için saldırıyorlar. Ama halen cevaplayamadıkları ve bu nedenle kıvranıp acizleştikleri bir soru var: Öldürerek bitiremediklerinizi, ölüsüne saldırarak nasıl bitireceksiniz?
Aslında siz ölüsünüz! Ölü bir düzenin sahiplerisiniz. Ankara’nın İncek Mezarlığı’nda, ölüp de gömülmeyen bir zihniyetin nasıl çürüdüğünü gördük sadece.
Zalimler zalimlikten vazgeçer mi, vazgeçmez mi, artık hiç önemli değil. Önemli olan tarihin her zorlu geçidinde direnmekten ve yürümekten vazgeçmeyenlerin eylemidir. Kandıra Cezaevi’nde gecenin ve acının en koyu halini yaşadıktan sonra, birçok gece devrildi-güne çevrildi. Tarihe sorarsanız çok kısa diyeceği bu zaman diliminde, alçaklığın dibinin olmadığını da, ayağa doğrulan vicdanın sanılandan yüksek olduğunu da gördük. Yaşayanların ruhlarını iğdiş etmek, varlığını yaralamak, cezalandırmak için planladıkları saldırı, infiale ve büyük bir vicdan hareketine dönüşünce mezarlıktaki hesap yay gibi gerilen gerçeğe uymadı. “Analar ağlamasın”la başlayıp, “Analar gömülmesin”le sona gelen iktidarın başka gideceği yer yok zaten. Ama sarıp sarmaladıkları ölüm ve nefret makinaları, aynı zamanda onların mezar kazıcıları.
Hatun Anne sonsuz bir uykuya dalarken, ölüm uykusundaki ne çok insanı uyandırdı. Çileli ama direngen ömrünü tamamlayıp giderken bile, bütün iyiliği, sevgisi, bilgeliği ve cömertliğiyle, sınırlara hapsolmuş, birbirinden kopmuş, tepkileri donmuş koca bir toplumsal alana yeniden başlama gerekçesi verdi. O cömert annenin buruk hediyesini ya da adına toplumsal vicdan denilen emanetini nereye koyup, nereye taşıyacağına yaşayanlar karar verecek şimdi. Hatun Anne giderken yaşama inanan, çilesiyle dayanmaya can veren bütün annelerin yapmak istediğini yaptı, konuşmak istediğini söyledi. Aysel Tuğluk bazen, kafası kızan Hatun Anne’nin “Çağır basını, benim de söyleyeceklerim var, siz anlatamıyorsunuz ben konuşacağım” dediğini söylerdi. Duyarlı ve sevimli anne hali içimizi ılıtır, bizi gülümsetirdi. “İnatçı kadın, sonunda dediğini yaptı” diye gururla gülümsüyoruz şimdi. Hiç konuşmadan bizden iyi anlattı. Artık ölümün nihayetini aşıp, bir yaşam sırrını ayan eden Hatun Anne’ye ve bütün annelere sırra vakıf olmayı borçluyuz. Anlattıklarını tarihin başına taç etmeyi borçluyuz.
Hatun Anne’yi ayağa kaldırdığı toplumsal vicdan ve adalet, özgürlük, yeni-insani bir düzen yolunda daha kararlı ilerleme sözüyle uğurladık. Onun kızları olarak, ne annelerimizden aldığımız mücadele derslerini unuturuz ne de onlara verdiğimiz kazanma ve hesap sorma sözlerini. Ölüm-şiddet açısından, doğum-yaşam direncini, sevincini yine kadınlar çıkaracak. “Vicdan Anne”nin kızları, bütün annelerin ahını, hasretini toprağın altında bırakmayacak.
Ve en çokta son telefon görüşmesinde söylediği son selam kalacak aklımızda. Selamın başımız, gözümüz üstünde Hatun Anne. Saygıyla, sevgiyle, minnetle…